Vahşetin çağrısını en iyi kim anlatabilir? Bir fotoğraf karesi mi yoksa başkalarının görmesini istediğimiz iyi bir sosyal medya iletisi mi? Bir roman mı bize gerçeği tam anlamıyla yansıtabilir yoksa bir tanığın şahitliği mi? Doğrusu roman konusunda gelgitler yaşıyorum net cevap veremeyebilirim. Vahşet işte bu noktada çok enteresan bir his olarak karşıma çıkıyor. Belge okurken ya da geçmişe ait herhangi bir konuyu konuşurken On Bin veya Kırk Bin kişinin rahatlıkla öldürüldüğünü söyleyebiliyorum. Fakat ister istemez düşündüğümde bunlarında benim gibi bir insan olduğu fikri aklıma geliyor. Doğrusu x savaşında ölen y kişisi tarih için sadece bir sayı anlamını taşıyor, çoğunlukla siliniyor(özellikle bizim gibi toplumlarda) ya da genel olayın içinde hikayesi yer alamıyor..İnsanoğlunun en vahşi yüzü ile karşılaşacağımız zaman diliminin İkinci Dünya Savaşı olduğu söylenir. Bu kısmen doğru olmakla birlikte 1900’den itibaren bugüne kadar gelen süreçte insanlık tür olarak kapanmayacak yaralar aldı. İlerleme algısı, beraberinde mütecaviz( saldırgan) fikirlerin kolay hedef kitlesini yakalamasına neden oldu. List veya Chopin gibi insanların elinde romantik bir figür halinde duran milliyetçilik 20. Yüzyılın başında karşı konulmaz bir merkez haline dönüştü. Milliyetçilik artık kişi merkezli değil devlet tarafında yönetilecek bir fikir olmalıydı. Şolohov ön safta giden Gregor1 un bakışıyla vahşet anında; ölen atları, Kazakları ve çil yavrusu gibi kaçışan Avusturyalı askerleri anlatır. Gregor’un gözlerindeki bu manzara Birinci Dünya Savaşı’nın çarpıcı bir özeti..1957’de Nobel Edebiyat Ödülü kabul konuşmasında Camus şunları belirtecekti “ I. Dünya Savaşı’nın başlangıcında doğanlar Hitler’in iktidara yükselişi ve ilk devrimci denemeleri zamanında 20 yaşına geldiler. Daha sonra eğitimlerini tamamlamak için İspanyol İç Savaşı ve II. Dünya Savaşı evrensel toplama kampı, işkence ve hapishaneler Avrupa’sı ile karşılaştılar. Bugün nükleer tahribatla tehdit edilen bir dünyada çocuklarını yetiştirmek ve iş üretmek zorundalar. Kesinlikle hiç kimse onların iyimser olmalarını bekleyemez”2. Genelleme yapmak zor fakat 100 yıl öncesinin hayatta kalma iç güdüsünün iktidarlara, kitlelere ve kişilere neler yaptırabileceğini anlamak için bir tarihi ele almamız gerekiyor.

Birinci Dünya Savaşı Versay ya da Sevr gibi şehirlerin tarihi değer taşıyan mekanlarında son bulmadı. Savaş herkes için farklı bir sonuçlandı. 1914’de kalabalık şehirlerden büyük bir sevinçle kendi ülkelerinin seferberlik çağrılarına katılanlar çok geçmeden uzun süre ölümü bekledikleri siperlerde kendi ile baş başa kalmak zorundaydı. Frederic Manning, The Middle Part of Fortune eserinde siperde kalan asker Bourne’nin korkularını dizginleyebilmesi üzerinde durur. Korku bir şekilde alışkanlık haline dönüştürülüp olağan hale getirilmeliydi. Fakat bu durum ülkelerin yoğun propagandalarına rağmen insanlara pek sirayet edemedi. Bu yeni tür bir savaşın zamanıydı öyle ki İngiltere Başbakanı Lloyd George 1919’da “Dünya gülle şokundan mustarip” demek zorunda kalacaktı.3 Kraliçe Victoria’nın cenazesinin arkasında yürüyenleri hatırlayalım, lordlar ve prenslerin haricinde geleceğin Alman İmparatoru II. Wilhelm, geleceğin Büyük Britanya İmparatoru V. George ve geleceğin Rus Çarı II. Nikolay. Büyük Savaştan bu üç kuzenden sadece biri tahtını koruyabilecekti. Fakat 1914’ün başında kimsenin yaşanacakları pek düşündüğü söylenemez. Birinci Dünya Savaşı’nın gülle şoku veya farklı sinirsel bozukları 1918’den itibaren eve dönen askerlerle artık daha bilimsel metodlarla ele alınmak zorundaydı. Fakat savaş zamanı öne çıkan büyük amaçların barış zamanı unutulduğu da açık gerçektir. Gülle şokuna maruz kalanlar askerden firar etmek istiyor algısı kısa zamanda kendine yer buldu. Henüz daha 1914 kışında George Bernard Shaw her iki tarafın askerine kendi subayını vurup eve dönme çağrısını yaparken Dünyaların Savaşı eseriyle çok popüler olacak olan H.G. Wells bile savaşın anlamsızlığını açıkça dile getiriyordu.O günlerde olmasa bile sonrasında Almanya’da Erich Maria Remarque Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok kitabıyla savaş sırasında insanların söyleyemediği çoğu şeyi savaş sonrasında söylüyordu. Bunun devamı geldi fakat gülle şoku dahil yaşanan travmaları farklı yorumlayanlar günümüze kadar ulaştı. İngiltere Başbakanı Major 1993 yılında gülle şoku tedavisi sonrasında tekrar cepheye gönderilen ve firar edip kurşuna dizilen Harry Farr gibi askerlere iade-i itibarlarını tarihin yeniden yazılamayacağı gerekçesiyle vermemiştir. Elbette cephelerde yaşayanlar herkeste aynı etkiyi göstermiyordu. Hafız Hakkı Paşa ekmek çalan bir askerin suratını kasaturası ile parçaladığını anlatırken başka bir yerde savaş genç onbaşı Adolf Hitler gibi insanları dönüştürüyor ve olgunlaştırıyordu. Hitler 1924’de Landsberg’de hapishanede yatarken yazdığı Kavgam kitabında Dünya Savaşındaki manzaraları hayatının en görkemli günleri olarak anlatır. İkinci Dünya Savaşı’nın en bilinecek başrolü değiştiği yani tamamlandığını ifade ettiği ilk büyük savaşa böyle yaklaşıyordu. Öyleki dünyada demokrasinin iyiden iyiye tıkandığı ve şiddetin yüzünü göstermeye başladığı 1937’de İngiltere psikoterapistlerinin etkin ismi William Brown Hitler’in “ulusların en büyük psikoterapisti” olduğunu ilan edivereceki4 Brown sonrasında niyetinin farklı olduğunu açıklamış olsa bile bu yüklediği misyonu değiştirmiyor.

Savaş 1919 yılına gelindiğinde eve dönen askerlerin veya sınırları yeniden çizilen haritaların oluşturduğu milletler için bitmemişti. Savaşın kaybedenleri için utanç ve kendi dinamikleri ile hesaplaşma dönemi başlıyordu. Tarık Buğra’nın Küçük Ağa kitabında Ali Emmi kolunu kaybedip derin umutsuzluğunu gizleyemeyen Çolak Salih’i eleştirir. Oysa eve yenilgiyle ya da galibiyetle dönen her asker Falih Rıfkı’nın tabiriyle “Allah’ın Muhammed’e bile anlatamadığı cehennemi” görmüştü5 Sözde kazananlar içinse durum pek parlak görünmüyordu. Fransa’da Başbakan Clemenceau dejenere hale gelecek demokrasisi ve medeniyet elçiliği yaptığını savunduğu Sömürgeciliği savunmak mecburiyetindeydi. Büyük Britanya için ise savaş devam etmek zorundaydı. Emperyal bu büyük güç Anadolu’yu şekillendirmeye çalışırken 11 Nisan 1919’da Hindistan Amritsar’daki bir siyasi gösteride 379 sivili öldürüyor Mısır’daki milliyetçileri durdurmak için zehirli gaz kullanımını düşünüyordu.6 Savaşı kaybedenler ise yenilgiyi kabul edemeyecekti. Emperyal olma hedefiyle silahlandığı için suçlanan Almanya Reich olma unsurunu yitirip 9 Kasım 1918 günü Weimar Cumhuriyeti olduğunu ilan ediyordu. Kayzer II. Wilhelm güneşteki yerini almasına gerektiğine inandığı Almanya’nın mutlak iradesi değildi artık. Savaş sonrası başlayan devrim süreci ; “iç düşman algısının” en yüksek seviyeye ulaşmasına neden olmuştur.Olası Komünist devrimin önünü alabilmek için çoğu Alman kentinde geri dönen asker Spartakist ve Komünist militanlarla çarpışmalıydı. 19. Yüzyıl Alman düşünce eğiliminden gelen yoğun etki ve yenilgi içindeki eski asker(ki bunlar içine Marksizm endişesi taşıyan Baronlar ve iş adamlarını da ekleyebiliriz) grupları bu sonu asla kabul etmediler.

1919’da hiç memnun olmayan bir diğer ülke ise hiç şüphesiz Japonya. Japonya hayatta kalma eğilimi ile değil kaderini tayin hakkına inanıyordu. Öyle ki 1 Mart 1919’da Seul’da başlayan bağımsızlık hareketi yaklaşık iki bin Koreli’nin hayatına mal olacaktı. 1919’da Paris’te yer alan bu “sessiz ortak” daha büyük hedefler için daha radikal eğilimleri kabul eden siyasi figürlerin eline geçecekti.

Savaşın kazananlar tarafında olduğu fikri ile hareket eden İtalya ise ne Garibaldi’nin ne de Mazzini’nin heyecanı içindeydi. İtalya’da Gaspare Colosimo gibi simaların aklındaki Trento, Trieste, Dalmaçya kıyıları hatta Batı Anadolu hayali gerçekleşmeyecekti. Savaş herkes için farklı sonlanıyordu. Kronolojik anlatımda bundan sonraki süreçte Hitler ve Mussolini gibi simaların ortaya çıkması gerekir. Oysa savaş mevcutta var olanları sadece ortaya çıkaracaktı. Bazıları kabul etmeyebilir fakat bu eğilim yani Faşizm Dünya Savaşı’nın çok öncesinde kendine yer bulur. Üç ülke ile sınırlandırılamaz. Çünkü şiddet dalgası farklı ideallerin içinde kendine yer bulur. 20. Yüzyılın başlarından itibaren daha çok kuramsallaşan ırkçılık; egemenlik alanını 18 Ocak 1919’da perçinleyen ABD için bir sorun gibi görünüyordu.Milletler Cemiyeti Misakı hakkında Dünya Savaşı sonrası gerçekleştirilen tartışmalarda senatörler tarafından antlaşmaya,Cemiyette siyah üyelerin sayısının beyazları geçeceği veya Katoliklerin Cemiyet’e hakim olarak Papa’nın uluslar arası ilişkiler üzerindeki etkinliğini arttıracakları tarzında bahanelerle karşı çıkılmıştı7

Şiddetin vücut bulacağı Faşizm hakkında net bir tanımlama yapmak oldukça zor. James Gregor’a baktığımızda Faşizm Marksizm’in bir çeşidiydi veya Ernest Nolte’a baktığımızda Faşizm Marksizm esaslı bir belirsizliktir. Tanımlamada yaşanan soruna rağmen Faşistler tıpkı Marksistler gibi kötülüğün belli toplumsal kurumlar içimde var olduğu ve engellenebileceğine inandılar onlara göre ulus organik ve arınmış olabilirse mükemmelleşebilirdi8 Peki nefret dalgasının kökenlerini nereye dayandırmalıyız? Açıkçası bu konuda da genelleme yapmak zor. Örneğin Jacob Talmon’a göre halk egemenliğini bireysel iradelerin değil genel iradeye dayandırdığı için Rousseau Faşizmin atası olarak gösterilir. 1919’a bakan herhangi biri yükselen totaliter şartların kökeninde direkt Hegel’i , Nietzsche’yi veya Fichte’i temel alabilir. Olaylara diğerlerinden farklı bakan hatta “Faşizmin Karl Marx’ı” olarak belirtilen Vilfredo Pareto ‘ya ise baktığımızda bambaşka bir yaklaşım ortaya çıkıyor. Pareto’nun 1876’de olan ağır hayal kırıklığı,travması ve değişimi 1919 yılında bu ideolojinin tam anlamıyla içine düşecek kitleler için örnek teşkil edebilir. Mussolini ya da Goebbels gibi simaların gençliğinde oluşan Marksist eğilimlerin kırılmasını sadece çıkarlar değil yaşananlar şekillendirecekti. Faşizm ve ardından ortaya çıkan şiddet eğilimini sahiplenenler, yenilmiş(Almanya) veya onuru barış masasında kırılmış(İtalya)kitleler, ruh hallerini savaşın travmalarından alıyorlardı. Şiddetin genetik bir temeli bulunduğu görüşünü sunan araştırmalar bunu normalde daha geniş bir başlık altında tartışırlar: Saldırganlık. Bu karşı konulamaz bir biyolojik yaklaşım. Eve saldırganlık hatıraları ile dönen asker Ağustos 1914’ten farklıydı. Kolay geçişleri olan kontrolü kısa zamanda kaybedebilen aşırı fikirli ve ürkütücü bir kitle meydana gelmişti. 9 Kemal Tahir’in yazdığı Yorgun Savaşçı’daki Cehennem Cemil “yorgunluktan” değil savaşı kaybetmenin yarattığı utançtan yorgundu. Kuvvetli hicivci Karl Kraus da aynı fikirdeydi. Kraus siperlerden kurulanların komuta altında olmayan korkunç bir hareketlilik durumunda silahlara davranacaklarını, doyum peşinde koşacaklarını yazıyordu.

Totaliterliğin başlangıcının bir 20. Yüzyılı ürünü olarak algılanması, gelişmiş izleme teknikleri ve endüstriyel savaş teknolojisinin birleşmesiyle oluşan politik gücün analiz edilmesini öngörür. Bunun ardında görünen sadece analitik bir konu olarak değil normatif politik teori problemi olarak devletlerle askeri kuvvet konuşlandırma arasındaki bir ilişki meselesidir10 Totaliter algı içinde Dünya Savaşı’nın sonrasındaki ekonomik,ideolojik, askeri ve siyasi arayışın cevaplarından biri kitlesel Faşizmdir. Bu daha önce imparatorların bile göremeyeceği bir propaganda ağını,duygusal bağlantıyı arttıracak ritüelleşen törenleri ve toplumsal iktidar ağını tamamiyle eline alan sorgulanamaz lider figürünü meydana getirecektir. Peki ya Versay da Neuilly de hatta Sevr de bu tetikleyici etkiyi yaratanlar ne ölçüde suçludur?

11 Kasım 1918 günü barışı kim kazandı veya savaşın yıkımını kim ödedi? Bu soru savaşın genel anlamıyla sorgulanması için yapılacak bir karşı duruş gibi görünebilir fakat tam anlamıyla yıkıntıya uğrayan dünya, kazandığını sananları da içine alıyordu. Savaş sonrası resmileştiği düşünülen haritalarda Balfour’un ifadesiyle artık daha çok kırmızı çizgi vardı11İngiltere Başbakanı Llloyd George gibi kazandığı düşünen simalar yaşanacakları düşünemeyebilir fakat ortalama bir öngörüye sahip birinin bu paradoksu kırması uzun sürmez. Şiddetin koşulları hazırdı sadece onu yeniden çağırmak için kullanılacak yöntem aranacaktı.. 11 Kasım 1918 günü saat 11’den sonra silahlar kesinlikle susmadı. Rusya’da Ekim 1917 ile 1922 arası Birinci Dünya Savaşı’nda kaybedilenden daha fazla insan hayatını kaybetti. Savaşın suçlusu olarak görünenlerin hakkında karar vermek savaşı kazananlara düşünüyordu. Barış masasına oturan ABD Başkanı Wilson ve İngiltere Başbakanı Lloyd George dünyayı şekillendirmek istediler. Fransız Başbakan Clemenceau yalnızca barış temennisini ABD ve İngiltere’nin kabul etmesi güçtü. Almanya ile yapılan Versailles Antlaşması bütün ayrıntılarında olmasa da esas itibariyla Wilson’ın fikirlerini yansıtıyordu. Henry Kissenger’ın adeta barışın koruyucusu gibi yıllar sonra okuyucularına anlatacağı Wilson bir nevi dayatmaları ile totaliter iradelerin ortaya çıkacağı koşulları körüklemiştir. Öyle ki antlaşmalardan sonuç elde edemeyeceğine inanan Wilson’un kuruluşuna önayak olduğu Milletler Cemiyeti, kalıcı bir barış temennisi yerine yaptırım gücü bile sergileyemeyen uluslararası bir örgüt haline dönüşecekti.

1919 ya da 1920 tarih fark etmiyor şiddetin daha güçlü şekilde ortaya çıkacağı bir dönemdir bu benim için. Birinci Dünya Savaşı sonrası dönemi(bu gösteriyi sevmesem de)boğa güreşine benzetiyorum. Matador aslında bir yerde kışkırtıcı değilmiş gibi görünür çünkü burada saldırgan boğadır. Matador rakibi olan boğayı öldürdüğü zaman bu ne saldırı ne de savunmadır. Politik aktörlerin Dünya Savaşı sonrası takındıkları tavır Matador’a benziyor hem bir asil gibi görünüş hem savunmacı ama bir o kadar saldırganlık ve vahşilik! Garcia Lorca; İspanya, ölümün seyir olduğu tek ülke der. Lorca’nın kendi ülkesi için kullanacağı bu tabir kısa zaman zarfında dünya için acı dolu ve karanlık bir genelleme haline dönüştü

1 Ve Durgun Akardı Don-1 Mihail Şolohov

2 Europe Since 1939, A. J. May, New York : Holt , Rinehart and Winston, 1966

3 P. Gibbs, The Realities of War, 1920 s 452

4 S. Zuckerman, From Apes to Warlods, 1988 s97

5 Falih Rıfkı Atay Zeytindağı 1932

6 Rise and Fall of the British Empire, L. James s389,400

7 The End of the American Era, Charles A. Kupchan s184 New York 2002

8 Faşistler Michael Mann s23 Çeviren: Ulaş Bayraktar İletişim Yayınları 2015 İstanbul

9 The Realities of War, Philip Gibbs, s452 Londra 1920

10 The Nation-State and Violence, Anthony Giddens s381-382 1985

11 First World War, M. Gilbert, s 509