4 ARALIK 1945 OLAYLARININ GERÇEK HİKÂYESİ

1 Eylül 1939’da başlayan İkinci Dünya Savaşı, 8 Mayıs 1945’te Almanya’nın kayıtsız-şartsız teslim oluşuyla bitmişti. Savaşın galipleri; Almanya’nın yenilgisine doğru giden süreçte, dünyaya yeni bir barış düzeni getirmek için San Fransisco’da bir konferans toplanmasına karar vermişlerdi.

1945 Nisan’ında toplanan bu konferansa Türkiye de katılmış, alınan kararlara uygun olarak, demokratik ve çok partili bir siyasi hayata geçeceğine söz vermişti. Bunun işaretlerinin görülmeye başladığı 1945 baharında, cephelerde biten savaş şimdi de Babıâli’de başlamıştı.

Sabiha Sertel’in Haklı Sevinci…

Savaş yılları boyunca anti-faşist cephe yanlısı olan Tan gazetesinin köşe yazarlarından Sabiha Sertel, zaferden duyduğu haklı bir sevinçle, 6 Mayıs 1945 günkü köşesinde bir yazı yayımladı. “Nihayet Dilimi Kesemedi” başlıklı fıkrasında Sabiha Sertel, 1937’de Cumhuriyet gazetesiyle aralarında “Göbels’in nutku” yüzünden çıkan kalem kavgasını da anımsatarak şunları yazıyordu:

1937 senesindeydi. Alman faşizmi bütün dünyada, beşinci kol teşkilatını kurmakla meşguldü. Türkiye’de faşist akımlar, hareketler göze çarpıyordu. Daha başlangıçta bu mikrobun memleketimize girmemesi için ben de, yazılarımla faşistlerin yüzlerindeki maskeleri indirmeye çalışıyor, bu akıma karşı koyuyordum.

Bu sıralarda İstanbul’a gelen bir Alman kadın gazeteci, beni matbaada görmeye geldi. Bana faşizmin uzun methiyelerini yaptıktan sonra şöyle dedi:

-Sizin yazılarınız Almanya’da çok fena akisler (yankılar) yapıyor. Göbels’in size selamı var. ‘Eğer bir gün elime geçerse, dilini keseceğim’ diyor.

Ben de efendisine selam söylemesini, dilimi keseceği güne kadar faşizmle mücadele edeceğimi söylemiştim. Göbels o zamanlar dilimi kesemedi. Fakat Ankara Caddesi’ndeki köpeklerini üzerime saldırttı. Zaman zaman beni mahkemelere sürükledi. Zaman zaman onun ithamıyla dilimi ağzımın içine kıvıranlar oldu. Zaman zaman Türk genel efkârına yanlış anlatılan gerçekleri söyleyememek azabıyla kıvrandım. Fakat imkân bulduğum nisbette bu dili Göbels’in ve faşizmin aleyhine kullandım. Hadiseler onu ebediyen susturdu. Fakat o benim dilimi kesemedi.”

Bu yazısı üzerine, “Vakit” sahip ve başyazarlarından Hakkı Tarık Us, Sabiha Sertel’e hitaben bir açık mektup yayımlayarak; “Babıâli köpeklerinin kimler olduğunu” sordu. Sertel, 26 Mayıs 1945 tarihli Tan’daki köşesinde Hakkı Tarık Us’a şu yanıtı verdi:

1933’ten itibaren Ankara Caddesi’nde gazetelerle, dergilerle, broşür ve kitaplarla bir faşizm propagandası başlamıştı. Bu propagandacılar faşizmin her taktiğini kullanarak, Türk genel efkârını faşist Almanya lehine kazanmak, Türkiye’yi Almanya ile beraber harbe sokmak için çalışmaya başladılar. ‘İğneli Fıçı’ isminde bir kitap çıktı. Yahudiler aleyhinde yaptığı propaganda ile Türk vatandaşları arasına nifak sokmaya çalışıyordu. Ben bu propagandalara cevap verdim. Bu yüzden mahkemeye düştüm. Siz o zaman sustunuz.

Yine bu neşriyat memlekette irticayı körükledi. Faşizmin din getirdiğini ileri sürerek, devrimin aleyhine yürüdüler. Komünist diye şair Tevfik Fikret’e hücum ettiler. Ben Türk edebiyatında, şiirinden ziyade devrimci fikirleriyle bir rehber olan Tevfik Fikret’i, Fikret’in şahsında devrimciliği, ileri fikirleri savundum. Bu yüzden yine mahkemeye düştüm. Bana ‘Dönme’, ‘Bolşevik Dudusu, ‘Vatan Haini’ diye haykırdılar. Daha bir çok hakaretler savurdular. Yine mahkemeye düştüm. Ben gazete sütunlarında, mahkeme salonlarında, bana bir köpek gibi saldıran faşistlere karşı konuştum. Fakat zatıâliniz sustunuz.

O zaman Basın Birliği Başkanı olan, birliğe bağlı üyelerin haysiyetlerini korumak için bu gün bu hassasiyeti gösteren Hakkı Tarık, siz o günlerde neredeydiniz? Ben de bir basın üyesiydim. Benim haysiyetimi korumak için neden harekete geçmediniz?”

Demokrasi, Orta Oyunu mu?”

Hakkı Tarık Us, Sabiha Sertel’in bu yazısına bir yanıt vermedi.

O sıralarda çeşitli nedenlerle boşalan milletvekillerinin yerine bir seçim yapılması gündeme geldi. Tek Parti Yönetimi’nin başı İsmet İnönü’nün 19 Mayıs 1945 törenlerinde Ankara Hipodromu’nda yaptığı bir konuşmada, artık ülkede çok partili demokratik hayata geçileceğini söylemesi, basındaki yeni tartışmayı “Demokrasi” konusuna yöneltti.

Ahmet Emin Yalman gazetesi Vatan’da, daha çok Amerikan tipi bir demokrasiyi savunurken, Tan’ın yazarları Serteller de daha “sosyalizan” bir demokrasi anlayışından yana çıktılar. Sabiha Sertel o sıralarda “Demokrasi Oyunu Oynamayalım” başlıklı bir fıkra yazdı:

Asım Us (Vakit gazetesi sahip ve başyazarı Hakkı Tarık Us’un kardeşi) bizim de bir sol ve sosyalist devlet olduğumuzu söylüyor. Filvaki Anayasa demokratiktir. Parti programıyla kabul edilen maddelerde devletçilik de vardır. Fakat bütün geçen hadiseler, yakın ve uzak tarih, yazılı kanunların tatbikata geçtiği zaman, bir kıymet ifade etmediğini göstermiştir. Devletçilik, demokrasi, sosyalizm klişe formüller değildir. Bir devlet rejiminin canlı programlarıdır.

Türkiye’deki nasıl bir sosyalizmdir? Sol olduğumuzu söyleyenler, Alman Nazizmi iktidarda iken bizim rejimin mahiyeti itibariyle faşist olduğunu iddia ettiler. Sola karşı cephe alındı. Demokrat, sosyalist, her nevi sol, bir mücrim gibi cezalandırıldı. Hangi sosyalist rejim, sol düşünceyi cürüm telakki eder ve cezalandırır?

Faşizm yıkıldı. Bu yeni sollar müttefiklerin zaferine bin güçlükle inandılar. Fakat zafer gününde bizim de demokratik bir devlet olduğumuzu, dini irtica ile sol tehlike arasında fark olmadığını söylediler. İngiliz Muhafazakâr Partisi’nin müdafaa ettiği liberal demokrasiyi savundular. İngiltere’de sosyalistler iktidara gelince, bizim de sol ve sosyalist olduğumuz iddiaları ortaya atıldı.

Türkiye’de rejim, hangi tarafa çekersek, hangi manada kullanırsak, muayyen bir zümrenin keyfine göre, hangi manada tefsir edersek, mahiyetini değiştiren bir idare sistemi midir, yoksa orta oyunu mu?”

Sabiha Sertel’in bu yazısına, bu kez de “Akşam” gazetesi başyazarı Necmettin Sadak’tan bir cevap geliyor; Sertel bunu karşılamaya çalışırken, Vakit gazetesi yazarlarından Asım Us’un saldırısıyla karşılaşıyordu.

Bin dokuz yüz kırk beş yazı boyunca Babıâli basınında adeta bir meydan savaşı sürüp gidecekti…

Ağustos ayı sonlarında tartışmaya, Sabiha Hanım’ın eşi Mehmet Zekeriya Sertel de katıldı. 27 Ağustos 1945 tarihinden başlayarak; “Değişmeyi Bu Meclis Yapamaz, Bu Hükümet Yapamaz, Bu Parti Yapamaz” başlıklı üç makale yayımladı. Zekeriya Sertel bu yazılarında; bu meclis demokratik yolla seçilmemiştir, bu hükümet demokratik bir hükümet değildir, bu parti demokrat bir parti değildir; bu nedenle demokratik rejimi bunlar getiremez, gerçek demokrasiye erişebilmek için, önce yeni bir meclisin seçilmesi, iktidara demokrasiden yana olan bir hükümetin gelmesi gereklidir görüşünü savunuyordu.

Öte yandan Vatan gazetesi sahibi ve başyazarı Ahmet Emin Yalman da, 1945 Mayıs’ında Sertellerin başlattıkları demokrasi talep eden yazılarının benzerini yazıyor, aynı çevrelerden o da şiddetli tepki görüyordu. CHP’nin bazı milletvekilleri, Ahmet Emin Yalman’a “Türkiye’nin esasen demokratik bir rejim altında bulunduğunu” iddia eden cevaplar yazıyorlardı.

Kavgaya, Hüseyin Cahit Yalçın Katılıyor…

Bu tür kalem kavgalarının ustası sayılan Hüseyin Cahit Yalçın, 27 Ağustos 1945 günkü Tanin gazetesindeki “Göze Çarpan Hakikatler” yazısında şunları söylüyordu:

Sabiha Sertel hükümetin, hatta devlet reisinin değişmesini, Halk Partisi’nin yetkilerini diğer partilerle paylaşmasını istiyor. Moskova da böyle istiyor. Sabiha Sertel bugün demokrasi istiyor, yarın başka şeyler isteyecek.”

Hüseyin Cahit Yalçın’a karşılık olarak Sabiha Sertel de şunları yazıyordu:

Tan ve Vatan gazetelerine karşı açılan bu otomatik ve sistemli hücumlar neyi hedef tutuyor? Bu hürriyet ve demokrasi cephesini yıkmayı mı? Onlar hürriyet ve demokrasi taraflısı değil midirler? Kendi iddialarına göre, onların da istedikleri hürriyet ve demokrasidir. O halde neden bize çatıyorlar? Çünkü bu isteklerinde samimi değillerdir. Tan’ın bu hürriyet ve demokrasi mücadelesini çürütmek için, onu Moskova’nın ajanı gibi göstermek, gerici basının aralarında kurdukları müşterek bir tabyadır. Dünya milletlerinin gerçek demokrasiye geçmesini yalnız Moskova mı istiyor? Roosevelt ölünceye kadar dört hürriyetiyle bunu haykırmadı mı?Türk milleti bunu istemiyor mu? Bu gerçekler, ‘Göze Çarpan Hakikatler’ yazarının neden gözüne çarpmıyor? Gelişme halinde olan bir toplum için daimi ve ebedi hiçbir kalıp yoktur. Yarın memleket daha ileri bir safhaya erişirse, sosyalizm için memlekette objektif, subjektif şartlar olgunlaşırsa, belki o vakit daha ilerisini de isterim. Ben devlet reisinin değişmesinden hiç bahsetmedim. Bu sadece bir tezvirden ibarettir.”

Sabiha Sertel, bir yandan Tanin başyazarı Hüseyin Cahit Yalçın’a öte yandan Akşam başyazarı Necmettin Sadak’a yanıt vermeye çalışırken, bu kez, o sırada “Tasvir-i Efkâr”da yazan Peyami Safa da ona saldırıya geçiyordu. Peyami Safa; “Bayan Sertel İnkılâba Hakaret Ediyor” başlıklı yazısında, faşistlerin hükümetten himaye gördüklerini iddia eden yazısına cevap veriyor, Sabiha Sertel ona verdiği yanıtta şunları söylüyordu:

Faşistler harp yıllarında milletlerarası faşizmin bütün metodlarını kullandıkları halde, ancak içlerinden beş on kurban vermek suretiyle bu işin içinden sıyrılmışlardır. Fakat demokratik neşriyat yapan gazeteler, anti-faşist neşriyat yapan dergiler (Yurt ve Dünya, Ses, Yeni Ses, Adımlar vesaire) susturulmuştur.”

Bu kez Peyami Safa:

Sabiha Sertel sol düşüncenin memleketimizde bir cürüm telakki edildiğini nasıl iddia edebilir ki, kendisinin Engels’ten Türkçeye çevirdiği ve ‘Vakit’ matbaasında basılan ‘Kadın ve Sosyalizm’ kitabı satılmaktadır.” diyordu.

Sabiha Sertel bu kez Peyami Safa’ya şu yanıtı veriyordu:

Önce benim İngilizce’den Türkçeye çevirdiğim ‘Kadın ve Sosyalizm’ Engels’in değil, August Bebel’indir. Bu kitap, Hakkı Tarık’ın ortak bulunduğu ‘Dün ve Yarın’ neşriyatı tarafından bastırılmış, polis tarafından toplattırılmıştır. Benim diğer tercüme kitaplarım da toplattırılmıştır. Demokrat veya sol hangi memlekette, tamamen akademik, ilmi kitaplar birer suç sayılmış ve toplattırılmıştır? Sol düşüncenin memleketimizde bir cürüm telakki edildiğine, bugünkü kanunlar ve hürriyetten mahrum bütün sollar birer şahit olduğu gibi, ben kendimi de bir örnek olarak gösterebilirim.

Bugüne kadar hürriyet namına, demokrasi namına, insan hakları namına yaptığım mücadeleye bir ‘hıyanet’ damgası basan, iki de bir gazetelerde bunu haykıran, sizin faşist zihniyetinizdir. Birçok defalar beni mahkemelere düşüren, sık sık gazete ve mecmualarımızı kapatan, beni yazı hürriyetinden mahrum eden, bir hırsızlık veya sahtekarlık cürmü değil, demokrasi için yaptığım mücadeledir. Alman faşizminin bütün Avrupa’yı istila altında kıvrandırdığı bir devirde, Avrupa’daki milli kurtuluş hareketlerini savunduğum için bir yıl yazı yazmak hürriyetinden mahrum edildim.

Faşist Peyami’nin, ‘Bayan Sertel İnkılâba Hakaret Ediyor’ diye açık jurnalla savcıya müracaatı ise hâlâ bu zihniyetin memlekette nasıl bir şiddetle hüküm sürdüğünün en açık bir vesikasıdır.”

Kavga Şiddetleniyor…

Sonbaharda iki taraf arasındaki kalem kavgası daha da şiddetlendi.

Sabiha Sertel, 11 Ekim 1945 günkü Tan’da; Akşam gazetesinden Necmettin Sadak’a karşılık olarak yazdığı yazıda şunları söylüyordu:

Muhalefet bir suç işlemiş gibi, hükümeti ve partiyi tenkit edenlere karşı ilk verilen sıfat ‘Hain’dir. Bütün insanların kafasını bir totaliter silindirden geçirip bir makine gibi işleten, tenkit edenleri hapishanelere götüren rejimin adı: ‘Faşizm’dir. Bu rejime her türlü tenkit, her nevi muhalefet, vatana hıyanettir.

Bugün dünyanın her tarafında partiler arasında yapılan seçim kavgaları, iktidarı ele almak mücadeleleridir. Bu bir suç değil, demokrat rejimin icaplarıdır. Yoksa muhalefet, iktidarın karşısına geçip: ‘Zatıâlinizi bazı kusurlarınızdan dolayı tenkit etmeme müsaade eder misiniz?’ yollu nazikane bir reveransla muhalefet etmek değildir.”

Sabiha Sertel’in ertesi günkü, yani 13 Ekim 1945 tarihli Tan’daki “Ne Garip Şey” başlıklı yazısı da aynı konuya değiniyordu:

Konferans masalarında üç büyükler, beş büyükler, mini minicik devletler sanki 1939 harbinin arifesindeymişiz gibi, sanki bir harp olmamış gibi, tekrar dünyanın tanzim ve idaresinde, hudutların çizilmesinde, nüfuz bölgelerinin taksiminde, menfaatte birleşen milletlere karşı düşman bloklar tesisinde yeniden bir pazarlığa giriştiler.

İngiltere’de, iktidara gelen amele hükümeti ücretleri azalttığı için bizzat ameleler kendi partilerine karşı grev yapıyorlar. Amerika’da grev yapan işçilerden geçilmiyor… Uzak Şark’taki müstemlekeler, milli kurtuluş ve istiklâl mücadeleleri içinde çalkalanıyorlar.

Ne garip şey… Bütün isyanlar, grevler, şikayetler, dünyaya dört hürriyeti vadeden memleketlere karşı oluyor. Ne garip şey…”

Sabiha Sertel’in bu yazısına yanıt, 15 Ekim 1945 günkü Tanin’de Hüseyin Cahit Yalçın’dan geldi. Yalçın da yazısının başlığını “Ne Garip Şey” koymuştu:

Bayan Sabiha Sertel, siyasi dünyanın manzarasına bakıyor. Hayret içinde kalıyor ve bu şaşırmasını şu suretle ifade ediyor:

(Ne garip şey… Bütün isyanlar, grevler, şikayetler, dünyaya dört hürriyeti vadeden Atlantik misakını bir adalet sulh beratı gibi sunan memleketlere karşı oluyor…Ne garip şey…)

Evet, ne garip şey!” dedikten sonra Hüseyin Cahit, faşist İtalya ve Almanya’da böyle şeylerin görülmediğini örnekleyerek, aynı şeyin Sovyet Rusya’da yaşandığını, ancak bunun Sabiha Sertel tarafından görülmediğini öne sürüyordu. Sonra şöyle devam ediyordu yazısına:

Yalnız, Bayan Sabiha Sertel Atlantik misakını hatırlamakla bu levhanın keyfini biraz bozmuştur. Çünkü sevgili Bolşeviklerimiz de böyle bir günah işlediler. Şu Atlantik denilen başbelasını onlar da imzaladılar. Anglo-Saksonlar sözlerini tutmadılarsa, onlar ne güzel tuttular değil mi? Kahraman Bolşevik orduları Avrupa’ya bir halaskâr sıfatıyla girmediler mi? Evet girdiler ve kurtardılar. Bugün Batılı memleketleri denilen ve masallardaki Atlantik ülkesi kadar eski zamanlara karışmış ve unutulmuş hissini veren milletlerden bir tek çıkıyor mu? Bolşevik kurtarması içinde saadetten o kadar gaşyolmuşlardır ki, ağızlarını açmağa takatleri yok.”

Makalesinin sonunda şunları diyordu Hüseyin Cahit Yalçın:

Evet, demokrasiler bu bakımdan çok kabahatli ve kusurludurlar. Demokrasilerin hüküm sürdüğü yerde, Rusya’daki gibi bir ölüm sükutu, bir korku titremesi ve bir cansızlık sükutu mevcut olamaz. Grev olur, şikayet olur, isyan olur. Çünkü demokraside ferdin bir hakkı ve bir hürriyeti vardır. Bir efkârı umumiyesi vardır ki, o kendisini açığa vurur. Mitingler, nümayişler yapılır. Bu, yaşayan bir sosyetenin atan nabızlarıdır. Demokrasilerde keyfi surette hüküm süren öldürücü Bolşevik pençesi yoktur. Yalnız kanun vardır ki, o da, yumuşaklıkla sertliği, tedip ile müsamahayı meczetmiştir.

Bugün dünyada garip olan bir şey varsa, o da, koca bir kıtayı kaplayan Bolşeviklerin Asyai ve iptidai durumları ve politikalarıdır.”

Bir O, Bir Bu…

İyice hızlanan kalem kavgasında bundan sonra şu gelişmeler yaşanacaktı:

16 Ekim 1945 tarihli Tan’da Sabiha Sertel, Hüseyin Cahit’e yanıt verdi, yazısının başlığı “Mes’ut Faşistler” idi.

Sertel’in bu yazısına Akşam gazetesi “Memlekette Hürriyet Var” başlıklı yazıyla yanıt verdi. Yazıdaki imza “Demokrat”tı.

20 Ekim 1945 günkü yazısında Sabiha Sertel, Akşam’a yanıt verdi:

Türkiye’de Faşist Yoktur.”

Bu yazıya Hüseyin Cahit Yalçın, 21 Ekim 1945 günkü Tanin’de yanıt verdi:

Türkiye’de Faşistlik Davası Üzerine.”

Hüseyin Cahit Yalçın aynı konuya 22 Ekim 1945’de de devam etti:

Bizde Türkçülük ve Irkçılık”

23 Ekim 1945’te de devamı geldi:

Faşistliği Mahvetmek İçin Yapılan Mücadele”.

Aynı gün, Ulus gazetesinin başyazarı Falih Rıfkı Atay da katıldı kavgaya…Ancak Falih Rıfkı’nın hasmı Vatan gazetesi sahip ve başyazarı Ahmet Emin Yalman’dı. Falih Rıfkı Ulus’taki başyazısında; Ahmet Emin’in vaktiyle, 1919’da mandacılık istediğini anımsatarak, şimdi daha geniş demokrasi istemesine şaşıyordu…

24 Ekim 1945’te Hüseyin Cahit Yalçın, Tanin’de yine Sertellere çatan “Türkiye’de Kaldırılması İstenen Faşistlik” başlıklı yazıyı yayımladı.

Hüseyin Cahit, konusunu 25 Ekim 1945 günü de sürdürdü:

Faşizmi İmha Bahanesi Türkiye’yi Dört Hürriyet Prensibinden Uzaklaştırmaz.”

1945 yılı Kasım ayına girildiğinde Sertellerle karşıtları arasındaki kalem kavgası hâlâ bütün şiddetiyle devam ediyordu. Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, 1 Kasım 1945’te TBMM’nin açılması dolayısıyla verdiği söylevde; ülkenin özgürlük ve demokrasiye doğru gittiğini, bu yoldaki çalışmalara hemen başlanacağını, faaliyete geçileceğini, yasalarda yapılacak değişiklikler üzerinde inceleme yapacak komisyonlar kurulacağını bildirdikten sonra: “Cemiyetler Kanunu’nda, Ceza Kanunu’nda, diğer bazı kanunlarda değiştirilecek yerler her zaman bulunabilir. Bu maddelerin değiştirilmesinde, yeni partiler kurulmasına, toplantı ve güvenlik haklarına karşı olan hükümler de değişmelidir.” demişti.

Cumhurbaşkanının çektiği nutuktaki bu söz ve vaatleri basında da yankı bulmuş; gazete başyazarları bu konuları ele almaya başlamışlardı. Sabiha Sertel, devlet başkanı tarafından da vaat edilen özgürlükleri işlediği 7 Kasım 1945 günkü yazısının başlığını “Zincirli Hürriyet” koymuştu. Yasalarda yapılacak değişiklikleri, bu meclisin ve bu hükümetin yapamayacağını, çünkü bunların totaliter bir anlayıştan doğmuş bulunduklarını söylüyordu. Yazısının iki paragrafı şöyleydi:

Fikir hürriyetini, kanaat hürriyetini, münakaşa hürriyetini kabul eden bir demokraside, “Matbuat Cürümleri” diye ayrı bir fasıl yoktur.

Matbuat Kanunu’nda yapılacak bir değişiklik, ilim adamlarının, fikir adamlarının, ellerinde ve kafalarındaki köstek, hür düşüncelerin üzerine sarılmış zincirli bir hürriyet hududunu geçemeyecektir.”

Hüseyin Cahit Yalçın, Tan’ın birkaç gündür sürdürdüğü, bu konudaki yayınlarını yanıtlıyordu 7 Kasım 1945’te:

Değişiklikleri Kim Yapacak?”

O günlerde Akşam’ın başyazarı Necmettin Sadak da “Demokrat” imzasını kullandığı başyazısında; “Hükümet gazete kapatmamalı. Bu da ancak kanunda değişiklikle olur” diyordu.

Sabiha Sertel, bu kez, Necmettin Sadak’a karşılık 9 Kasım 1945 günkü Tan’da “Vay Hain, Vay” başlığı altında şunları yazıyordu:

Üç ay evvel bu sözleri yazdığım zaman, ‘Akşam’ gazetesinin başyazarı ve diğer gazeteler bana ‘Vay Hain, Vay’ diye kızmışlar, Anayasaya aykırı kanun olmadığını söylemişlerdi. Oysa şimdi Necmettin Sadak gazete davaları için hususi mahkeme kurulmasına taraftar değiliz, böyle bir mahkeme daima sert olur, matbuat davalarında mahkemeye bir jüri heyeti ilavesi bir fikirdir, diyor.

Oysa Necmettin Sadak üç ay evvelki yazılarında basın suçlarının ne olduğunu sormuş, bunları ne özel mahkemelere ne jüriye havale etmenin doğru olmadığını, mülki mahkeme ve mevcut kanunların bu işi görmeye kafi olduğunu söylemişti. Şimdi ‘demokrat’ imzası altında ‘Bazı kanunlarda, mesela Cemiyetler Kanunu’nda değişlik lazımdır’ diyor.”

Kasım ayı boyunca sürecek olan şiddetli kalem kavgalarının genel görünümü şöyleydi:

15 Kasım 1945’te Tan’da Sabiha Sertel’in yazısı:

Mürteci Kime Derler?”

18 Kasım 1945 Akşam’da “Demokrat” imzasıyla Necmettin Sadak’ın başyazısı:

İkinci Derviş Vahdeti”

20 Kasım 1945’te Tanin’de Hüseyin Cahit Yalçın’ın başyazısı:

Fikir Hürriyeti Etrafında Karışık Mütalaalar.”

22 Kasım 1945’te Tanin’de yine Hüseyin Cahit Yalçın’ın başyazısı:

İnkılâpçı Parti Meselesi.”

23 Kasım 1945 günü Tan’da Sabiha Sertel’in makalesi:

İnkılâpçı Hüviyet ne Demektir?”

25 Kasım 1945 günkü Tan’ın başyazısıyla, kavgaya Zekeriya Sertel de katıldı. Yazısının başlığı şöyleydi:

Seçime Bir An Evvel Geçmek Lazımdır.”

Aynı gün, yani 25 Kasım 1945’te, bu kez de kavgaya Tasvir gazetesi yazarlarından Orhan Seyfi Orhon katıldı.Gazetede “Bir Bakıma” sütununda yazan Orhan Seyfi’nin yazısının başlığı:

Sağcı Faşistler, Solcu Faşistler” idi.

26 Kasım 1945 günkü Tan’daki başyazısında Zekeriya Sertel: “Siyasi Mahkumların Affı Hakkında” konusunu ele almıştı.

Görüşler” Dergisi Yayımlanıyor…

Serteller bir yandan hasımlarıyla “demokrasi”, “barış”, “özgürlük” konularında şiddetli bir kalem kavgasını sürdürürlerken, öte yandan da “Görüşler” adında bir dergi çıkarmaya uğraşıyorlardı.

Görüşler” bilindiği gibi Sabiha Sertel’in Tan gazetesindeki sütununun başlığıydı. Derginin yazı kadrosunda, o zamana kadar Tan’da yazı yazan ilerici ve devrimcilerin yanında,

Dörtlü Takrir’in sahipleri Adnan Menderes ve Celal Bayar’ın da bulunduğu duyuruluyordu. Sertellerin beklenen dergisi, nihayet 1 Aralık 1945 günü piyasaya çıktı.

O günden sonra artık olaylar adım adım Tan gazetesinin yok edilmesine doğru tırmanmaya başladı. 1 Aralık 1945 günkü Tan’da, Zekeriya Sertel’in başyazısı, “Millet Önünde Hesaplaşmak İstiyoruz” diyordu. Zekeriya Sertel, başyazısında CHP tarafından Sivas’ta yayımlanan Ülke gazetesinin kendilerine saldırısına karşılık veriyordu:

Cumhuriyet Halk Partisi verdiği 400.000 lira ile Sivas’ta bir gazete çıkartıyor: ÜLKE! Bu gazeteyi çıkaranlar, güya bu sermayeyi kendileri koymuşlardır. Bu kadar büyük fedakârlıklarla çıkan bu gazetenin gayesi, Anadolu’da Cumhuriyet Halk Partisi’nin fikirlerini yaymaktır. Şimdi bu gazete bizden hesap soruyor: Zekeriya Sertel büyük bir gazetenin sahibidir, Moda’da güzel bir evi vardır. Bu parayı nereden bulmuştur? diyorlar. Evvela biz bu arkadaşlardan siz, 400.000 lirayı nereden buldunuz diye soruyoruz. Evvela onlar cevap versinler, sonra biz her türlü hesabı vermeğe hazırız.”

Aynı günkü Tan’daki köşesinde Sabiha Sertel de, “Bu Devrin İbret ve Meşveret Gazeteleri” başlıklı fıkrasında şunları yazıyordu:

Halk Partisi, kendi taraftarı gazetelere TAN ve VATAN gazetelerinin tenkitlerine cevap vermek vazifesini verdi. Fakat bu cevaplar hükümetin icraatını müdafaadan ziyade TAN ve VATAN gazetelerine ve sahiplerine savrulan bir çok iftiralar ve demagojilerle dolu hezeyanlardı. Bu hususta kendilerini mazur görüyoruz. Çünkü hükümetin müdafaa edilecek tarafı olmayınca ne yapsınlar?

Halk Partisi TAN ve VATAN gazetelerinin hürriyet ve demokrasi lehinde yaptığı neşriyatı hıyanet saydığı için bayilere, bu gazetelerin sattırılmaması, memurlara ve talebeye bu gazetelerin okunmaması hakkında bazen tahriri, bazen şifahi emirler verdi.

Bu TAN ve VATAN gazetelerinin muzır neşriyatı nelerdir?

Hürriyet ve demokrasinin müdafaası, Halk Partisi ve hükümetinin, halkın aleyhine yaptığı icraatının tenkidi, halkı bir sülük gibi emen, suiistimallerin, rüşvetlerin, hükümet icraatındaki aczin ortaya konması, memleketin yuvarlandığı ahlak bozukluğuna karşı mücadele yapılması…

Bu günkü hükümetin ve Halk Partisi’nin suç ve muzır saydığı neşriyat bunlardır.

Halk Partisi’nin bütün tedbirlerine rağmen TAN ve VATAN, İbret ve Meşveret gazeteleri gibi kâh gizli kâh aşikâr okunan, fakat halk tarafından benimsenen gazeteler olmuşlardır.”

Vatan gazetesinin sahip ve başyazarı Ahmet Emin Yalman ise, 3 Aralık günü yayımlanan, Ankara’dan telefonla yazdırdığı başyazısında (sanki bir gün sonra Tan’a yapılacak saldılardan haberdarmış gibi, bir yerlere “Bizi ayrı tutun” mesajı vermekteydi.) kendi gazetesi Vatan’la Tan’ın aynı kefeye konmasından şikayet etmekteydi.

1 Aralık 1945 günlü Tan gazetesinde, Sabiha Sertel’in TAN gazetesiyle gazetemiz arasındaki görüş birliğine dair yazısını hayretle okudum. Aynı tarihli VATAN gazetesinde yazdığımız fıkrada, aramızda hiçbir cephe birliği bulunmayacağı apaçık belirtilmiştir.”

Tan’ın Tahribine Doğru…

Aynı günkü, yani 3 Aralık 1945 tarihli Tan’da Sabiha Sertel “Muvafakatın Feryadı” başlıklı şu yazısını yayımladı:

Halk Partisi Meclis’te bir ekseriyet değil, ittifak partisidir. Ancak bu müttefiklerin arasından beş- on kişi muhalefete geçmiştir. Bu muhaliflerin sesi de millete neden sonra, Meclis müzakerelerinin gazetelerde neşri kabul edildikten sonra aksetmeye başladı. Gazetelerdeki muhalefet de öyle… Şimdiye kadar ‘kanun dairesinde serbest’ olan matbuatın, yine kanun dairesinde ağzına kilit takılmıştı. Matbuat Kanunu’nun zincirleri kafi gelmediği zaman Matbuat Umum Müdürlüğü’nün bir emirnamesi veya telefon muhaberesi bu kilidi sıkmaya kafi gelirdi. Şimdi Türk matbuatı içinde bir-iki gazete, hakiki manasıyla bir hürriyet ve demokrasinin tahakkuku, halkın mukadderatına hakim olması, suiistimallerin, ihtikârın önlenmesi, Türk milletinin bütün devlet mekanizmasını kontrol altına alması için muhalefete geçmiştir.

Kökü halkın içinde olan bu muhalefetin, mecliste ve matbuattaki mümessilleri kemiyet itibariyle mahdut olduğu halde, muvafakatin bunu boğmak için gösterdiği gayret hudutsuzdur. Meclis’te muhalifler mi konuşuyor, muvafakat derhal radyonun parazit düğmesine basıyor, ayak sesleri, kürsü kapakları, ıslıklar… Tıpkı harp senelerinde radyoların hakikati boğmak için, bil’iltizam yaptıkları parazit gibi…Muhalefete bahşedilen sıfat: İktidar mevkiini ele almak isteyen muhterisler… Matbuatta muhalif gazeteler hakikatleri medeni bir cesaret göstererek konuşuyor ha!… Memlekette hürriyet var, herkes istediğini konuşuyor ama, bu sesi boğmak için, radyonun parazit düğmesine basmak lazım. Söylenmeyen sözleri söylenmiş gibi göstererek hücum. Yazıları tahrif, tezvir, tahkir, en yüksek sesten birbirine uymaz sesler çıkaran bir davul ve zurna feryadı… İşte muvafakatin bugünkü taktiği… Bütün bunlar senelerce ihtikâr, suiistimal, tahakküm altında, dilini, şuurunu paslandıran halkı şaşırtmak içindir. Halkın muhalefetini boğmak için, muvafakatin feryadıdır.”

Kalkın Ey… Ehl-i Vatan!”

Aynı gün, yani 3 Aralık 1945 tarihli Tanin gazetesinde ise Hüseyin Cahit Yalçın’ın birinci sayfayı baştan başa kaplayan, büyük hurufatlarla dizilmiş bir yazısı çıktı. Başlığı: “Kalkın Ey…Ehli Vatan!” idi. Yazısının, yine büyük puntolarla dizilmiş ikinci bir başlığı daha vardı:

Bir Vatan Cephesine Lüzum Vardır.”

Şöyleydi Hüseyin Cahit Yalçın’ın yazısı:

Bu memleket, asırlardan beri, şimalden gelen hücumlara karşı koydu. Milletin varlığı, bu ızdıraplar ve felaketlerle yoğrulmuştu. Bu defa yine Anavatan topraklarından parçalar ve Türk istiklâlinin hatimesini teşkil edecek surette Boğazlar’dan üsler isteniyor.

Büyük vatanperver Namık Kemal’in sesi bugünün parolasıdır: Kalkın Ey… Ehli Vatan!… Mücadele başlıyor. Ve başlamak lazımdır. Çünkü en azgın ve insafsız bir propagandanın Türk vatandaşlarının ruhuna her gün en yıkıcı, yeis verici, ümit kırıcı bir propaganda zehirini dökmesine müsaade edemeyiz. Bir vatan sahibi olmak bu vatanın içinde hür ve müstakil yaşamak isteyen her Türk bu propagandaya karşı koymağa mecburdur.

Görüşler’i açıp da Bayan Sertel’in ‘Zincirli Hürriyet’ makalesini okuduğum zaman, sahifeyi süsleyen bu kıpkızıl demirlerle bize nasıl bir hürriyet hazırlamak istediklerini derhal anladım. Sertel, şöyle diyor: Hür insanlar cemiyetinin en büyük şiarı geniş kütlelerin menfaati için icap ederse, şahsi hürriyetini, menfaatini feda etmektir.

Komünist edebiyatı ile meşgul olmamış olanlar bu satırların altında gizlenen manayı gözden kaçırabilirler. Geniş halk kütlelerinin menfaati namına hürriyetlerin feda edildiği yer Rusya’dır. Geniş halk kütlelerinin menfati namına hürriyetini feda edebileceğini söylemesi, kurmak istedikleri işçi diktatoryasında yalnız kendilerinin hürriyeti olacağını ve bizim hürriyetimizin zincire vurulacağını gösteriyor. Çünkü komünist dilinde halk kütlesi, geniş kütle, yalnız ameleye şamildir. Tıpkı Rusya’da olduğu gibi. Orada hürriyet vardır. Fakat yalnız komünist şefleri ve ameleler için. 160 milyon halkın hürriyeti, işçilerin menfaati namına esarete vurulmuştur.

Bayan Sertel soruyor:

-Hangi demokraside Matbuat Kanunu ferdin söz, fikir ve vicdan hürriyetini men eder?

Cevabını verelim:

-Hayranı ve meddahı olduğunuz hakiki Rus demokrasisinde.

Bayan Sertel soruyor:

-Hangi demokraside Cemiyetler Kanunu siyasi parti kurulmasını men eder?

Cevabını verelim:

-Memleketimize getirmek istediğiniz hakiki Rus demokrasisinde.

Bayan Sertel soruyor:

-Hangi demokrasi, siyasi düşünceleri dolayısıyla vatandaşı polise teslim eder, ev masuniyetini ortadan kaldırır ve evini araştırmak selahiyetini verir?

Cevabını verelim:

-Sevgili Rus demokrasisinde.”

Hüseyin Cahit makalesinin sonunda şöyle diyordu:

Bunları susturmak için, cevap hükümete düşmez. Söz eli kalem tutan gazetecilerin ve hür vatandaşlarındır.”

Sertellerin En Son Yazıları…

Ertesi gün, yani 4 Aralık 1945 günü diğer bütün gazeteler gibi birbirleriyle kalem kavgalarının aracı olan Tan, Tanin, Vatan, Tasvir, Tasvir-i Efkâr, Vakit ve Cumhuriyet gazeteleri de basıldı, sabahın erken saatlerinden itibaren okuyucularının eline ulaştı.

O günkü Tan’da Sabiha Sertel, Hüseyin Cahit Yalçın’ın bir gün önceki yazısına cevap mahiyetinde “Gazeteden Değil, Umumi Efkârdan Korkmalı” başlıklı fıkrasını yayımlamıştı. Şöyle diyordu:

İstanbul Halk Partisi Reisi, hükümet gazetelerini davet ederek, bunlarla yaptığı bir içtimada, gazetecilere, muhalif gazetecilerle mücadele edilmesi tavsiyesinde bulunmuş. Bu hareket, iktidar mevkiinde bulunan bir partinin muhalefetten korkusunu ifade eder. Demokratik bir memlekette muhalefet, münakaşa, adi ahvaldendir. Sevildiğinden emin bir parti, buna karşı tedbir almağa lüzum görmez.

Neşriyat eğer halkın arzularını ifade ediyorsa, tesir yapar. Eğer halkın düşüncelerine ve menfaatlerine aykırı ise, kendi kendine erir gider. Mevcut muhalefet gazetelerine veya çıkacak olanlara karşı, partili gazetelerin koparacağı gürültüler ve kıyamet, halkı ne aldatmağa, ne de şaşırtmağa kafidir. Gazetelerden değil, umumi efkârdan korkmalıdır.”

Sabiha Sertel, yıllardan beri sürdürdüğü gazetecilik yaşamında bu yazının Türkiye’de yayımlanan en son yazısı olduğunun farkında değildi yazarken…

Aynı günkü Tan’da eşi Zekeriya Sertel de; “İbret Alınacak Bir Hadise” başlıklı başyazısını yayımlamıştı. O da bu yazısını kaleme alırken, herhalde farkında değildi Türkiye’de yayımlanan en son yazısı olacağının…

Aynı gün, yani 4 Aralık 1945 tarihli Tanin’de Hüseyin Cahit Yalçın’ın yayımlanan başyazısının başlığı; “Beşinci Kol Propagandası” idi.

Aynı gün, yani 4 Aralık 1945 tarihli Tasvir gazetesindeki “Bakışlar” sütununda Peyami Safa’nın “Türk Şuuru Uyanıktır” başlıklı fıkrası da Sertelleri eliştiriyordu…

4 Aralık 1945 günü, yani Hüseyin Cahit Yalçın’ın, “Tanin”deki o ünlü “Kalkın ey ehl-i vatan!” adlı başyazısının yayınlandığı gün, Cumhuriyet gazetesinin birinci sayfasında da şöyle bir haber yayımlanmıştı:

Bizim Yoldaşlar Nihayet Maskelerini Attılar

Dün bir okuyucumuz ‘Görüşler’ mecmuasıyla birlikte idarehanemize geldi. Mecmuayı masanın üzerine yaydı. Başlığını ters çevirerek parmağını üzerine bastı. O şekildeki başlıktan bir harf değil, bariz bir orak resmi kaldığını hayretle gördük. ‘Böyle (G) harfi olmaz, bu kasten böyle çizilmiştir’ dedikten sonra sordu: ‘Ya bunun çekici nerede?’. Sustuk. Cevabını gene kendisi verdi: ‘Okuyunca anladım, içinde imiş!’.”

Haber okuyucunun baş parmağı basılı “Görüşler” mecmuasının başlığıyla da desteklenmişti…

Tan” Gazetesi Yok Ediliyor…

O sabah İstanbul Üniversitesi bahçesinde toplanan 10-15 bin dolayındaki bir öğrenci kalabalığı, saat 09.30’da Beyazıt’tan yola çıkarak; “Kahrolsun Komünizm, Kahrolsun Serteller!” sloganları atarak Sirkeci, Ebussuud Caddesi’nin başındaki Tan gazetesinin önüne geliyorlardı. Bir saat içinde Tan gazetesi ve matbaası tümüyle tahrip ediliyordu…

Böylece 1945 Mayıs ayı başlarında; Tan gazetesi sahip ve yazarları Zekeriya Sertel- Sabiha Sertel çiftinin “demokrasi” konusundaki kalem kavgası, 4 Aralık 1945’te “Tan”ın yok edilmesiyle son buluyordu…

BU KAVGANIN YANKILARI…

Sabiha Sertel Anlatıyor

1945 yılı Mayıs ayı başlarından 4 Aralık 1945’e dek süren kalem kavgasının taraflarından Tan gazetesi köşe yazarı Sabiha Sertel, yıllar sonra anılarında şunları anlatacaktı:

4 Aralık sabahı Zekeriya bana:

-Sen bugün matbaaya gitme, ben de gitmeyeceğim. Bugün aleyhimize gösteri yapacaklarmış… Evde de oturma, dedi.

Ona bir akşam önce haber vermişler. O çıkıp gitti. Ben de Moda’da tanıdığım bir hanımın evine gittim. Hanımın kocası telefonda gösteri hakkında karısına bilgi veriyordu. Yollar açıldıktan sonra eve geleceğini, nümayişçilerin Sertellerin evine gitmesi ihtimali olduğunu söylemiş…

Böyle bir durumda başkalarını tehlikeye sokmamak için, orada kalmanın doğru olmadığını anladım. Moda’da Mektep Sokağı’nda oturan annemin evine gittim. Az sonra Zekeriya geldi. Annem 78 yaşında bir ihtiyardı. Bizi gündüz karşısında görünce şaşırdı:

-Hayır ola, siz bugün çalışmıyor musunuz?

-Hayır… Yazıları dün yazdık, bugün dinleneceğiz.

Annemin gösteriden haberi olmamasını istiyordum.

Evden çıkarken, evimizde çalışan İclal’e nereye gideceğimizi söylememiştik. Akşama kadar annemde kaldık. Hava iyice karardıktan sonra eve döndük. Az sonra Vâlâ Nurettin ile karısı Müzehher geldiler. Vâlâ gösteriyi anlatıyor, Necmettin Sadak’ın da müteessir olduğunu söylüyordu. (Vâlâ ‘Akşam’ gazetesinde çalışırdı) Güldüm… Vâlâ biraz sonra:

-Gösteri bittikten sonra, gençler eve gelmek üzere Kadıköy vapuruna binmişler. Fakat Vali Lütfi Kırdar bunu haber alınca, kaptana vapuru Kadıköy’e yanaştırmaması, Adalar’a götürmesi emrini vermiş, dedi.

Zekeriya bu haberi duyar duymaz yerinden fırladı. Vali Lütfi Kırdar’a telefon etti:

-Matbaaya bir saldırı yapılacağını haber almış, size bildirmiştim. ‘Merak etme, hiçbir şey olmayacak’ demiştiniz. Fakat matbaa yıkıldı, şimdi eve gelme teşebbüsünde olduklarını duydum. Hiç olmazsa bunu önleyin.

Vali kendisine şu cevabı vermiş:

-O tehlike geçti, ama, sen şimdi nereden telefon ediyorsun?

-Evden.

– Sakın evde durma!!!

Demek hâlâ güvenlik altında değildik. O zaman Vâlâ, Kalamış’taki evlerine beraber gitmeyi teklif etti. Yanımıza birer kat çamaşır alıp Vâlâ’nın evine gittik. Evden ayrılırken, İclal’e nerede olduğumuzu kimseye söylememesini tembih ettik. Üç gün üç gece orada kaldık. Gündüzleri oturmaktan sıkılıyordum, gece karanlıkta çıkıp Feneryolu’nda dolaşıyor, demokrasinin memlekette ne anormal yollarla geldiğini düşünüyordum.

Üç gün sonra eve döndük. Evin aşağı katı sokağa ve denize karşı idi. Oturduğumuz salonun etrafı çepeçevre camla çevrilmişti. Bahçeye bakan odanın balkonundan kolaylıkla içeri girilebilirdi. Bu sebeple yukarı katta oturuyorduk. Sabah uyandığımız zaman ilk ziyaretçi, yeğenim Osman Binzet oldu. Konuşuyorduk. Az uzaktan bir gürültü duyuldu. Ne olduğunu araştırmak üzere İclal’i görderdik. Bir türlü dönüp bir haber getirmedi.

Osman:

-Ne duruyorsunuz, dedi. Belki kızı da tutmuşlardır.

Hemen sabahlığımın üstüne bir pardösü geçirdim. Zekeriya ile beraber evin arka kapısından çıktık. Moda’da tanıdığımız bir ailenin apartmanına gittik. Gürültünün Fransız mektebi talebelerinin Moda Çayrı’nda top oynamalarından ileri geldiğini söyleyenler oldu. Bu öğrencilerin kasıtla bizi korkutmak için gönderildiğini söyleyenler oldu. Hangisi doğru bilmiyorum. Bu apartmanda da üç gün kaldık. Zekeriya bir iş için Tan gazetesinin avukatına telefon ediyordu. Avukat telefonda, “Sakın sokağa çıkmayın” demiş, nümayişçilerin matbaaya geldikleri gün büyük kırmızı mürekkep şişeleri getirdiklerini, Sabiha Sertel’i bulunca mürekkebe bulayıp ‘İşte komünist böyle olunur’ yaftasını göğsüme asarak, sokaklarda gezdireceklerini söylemiş.

O zaman bu tertibin ne kadar müthiş olduğunu anladım. Tartışma alanında yenemediklerini matbaalarını yıkmak, sahiplerini öldürmek suretiyle zafer sağlamak istiyorlardı. Bu, vaat ettikleri demokrasiye ne kadar uygundu? Bu faşist teröründen başka bir şey değildi.”

Zekeriya Sertel Anlatıyor…

Tan gazetesinin sahibi ve başyazarı M. Zekeriya Sertel, hasımlarıyla 1945 sonbaharında kızışan kalem kavgalarının akıbeti yıllar sonra şöyle yazacaktı:

1945 yılı sonunda ‘Görüşler’ adlı derginin ilk sayısı çıktı. ‘Görüşler’in çıkışı bir bomba gibi patladı. İlk sayısı kapışıldı. Bir gün içinde elimizde tek dergi kalmadı. Dergide ‘Zincirli Hürriyet’ başlığı altında tek şef ve tek parti sisteminin demokratik hak ve özgürlüklerimizi nasıl zincire vurduğu, kuvvetli yazılar ve resimlerle ortaya dökülüyordu. Birinci sayfada da Celal Bayar, Adnan Menderes ve Köprülü Fuat’ın yazılarını sağladığımızı ilan ediyorduk. ‘Görüşler’ halkın yıllardan beri baskı altında boğulan özgürlük ihtiyacına cevap verdiği için çok geniş bir ilgi uyandırdı. Halk, bu dergide söylemek isteyip de söyleyemediklerini bulmuştu. Fakat derginin çıkışı hükümeti, özellikle İnönü ile Saraçoğlu’nu kızdırmıştı. Derginin çıktığının ikinci ya da üçüncü günüydü. Tanıdık biri geldi. Ertesi gün bazı üniversiteli gençlerin matbaa önünde gösteri yapacaklarını haber verdi. Bazı taşkınlıklar olması ihtimaline karşı da tedbirli bulunmamızı salık verdi. Demek iktidar kanun yoluyla yapamadığı işi, gençleri kışkırtarak yapmak istiyordu.

Hemen Vali Lütfi Kırdar’a telefon açtım. Bu haberi verdim, hükümetçe tedbir alınmasını rica ettim.

Vali:

-Biliyorum ve gereken tedbirleri aldım, merak etme, dedi. Her vakit olan gösterilerden biri olacak diye ben de olaya fazla önem vermemiştim.

Ertesi sabah gazeteleri açtım. ‘Tanin’ gazetesinde Hüseyin Cahit Yalçın’ın ‘Kalkın Ey Ehli Vatan!’ başlığı ile halkı bize karşı kışkırtan bir yazısı vardı. ‘Tan’ gazetesini ve Tancıları komünistlikle suçluyor ve halkı matbaamızı yıkmaya çağırıyordu. Demek ki, bu sabah yapılacak gösteri önceden, hükümet tarafından hazırlanmıştı ve Hüseyin Cahit’e de böyle bir yazı yazması için emir verilmişti. Bu durum açık olmakla beraber, gözlerime inanamadım. Hüseyin Cahit beni sever ve beğenir görünürdü. Her karşılaşmamızda bana iltifat etmekten geri kalmazdı. Daha bir gece önce kendisiyle bir suarede buluşmuştuk. Bana türlü diller dökmüştü. Demek bana böylece güler yüz gösterdiği anda, halkı kışkırtan yazısını matbaaya vererek bu davete gelmişti. İkiyüzlülüğün ve ahlak düşkünlüğünün bu derecesine hâlâ şaşarım.

O sabah erkenden üniversiteli gençlerden biri evime telefon ederek, bir kısım gençlerin ‘Tan’ matbaasını basmaya hazırlandığını, matbaaya inmememi salık verdi.

Tekrar telefonla vilayete haber verdim, caliye, ne tedbir aldığını sordum:

-Merak etme, dedi. Matbaanın etrafını polis kuvvetleriyle kuşattım. Tehlike yok.

4 Aralık 1945 gününün sabahı üniversiteli faşist gençler, ellerinde önceden hazırladıkları baltalar, balyozlar ve kırmızı mürekkep şişeleriyle matbaaya saldırdılar. Orada bekleyen polisler olup bitene seyirci kaldılar. Göstericiler, baltalarla matbaa kapısını kırıp içeri girdiler. Makineleri balyozlarla kırdılar. Binanın camlarını indirdiler. İçindeki eşyayı kırıp döktüler. Ellerine ne geçtiyse yakıp yıktılar. Sonra ellerinde kırmızı boya şişeleriyle ‘Serteller nerede?’ nağralarıyla bizleri aramaya koyuldular. Amaçları, bizi çırıl çıplak soyup üzerimize kırmızı boya dökmek ve sonra önlerine katıp sokaklarda ‘İşte kızıllar!’ diye gezdirmekti. Bütün bunlar polisin gözü önünde oluyordu. Göstericiler bizleri bulamayınca vahşi nağralarla yollara düştüler. Beyoğlu yakasına geçtiler, orada Sabahattin Ali ile Cami Baykurt’un çıkardığı ‘La Turquie’ gazetesinin matbaasına gittiler. Orasını da kırıp döktükten sonra vapurla Kadıköy’e geçip bizi evimizde basmaya teşebbüs ettiler.

(……)

Ertesi gün Celal Bayar’la Adnan Menderes ‘Görüşler’ dergisiyle hiçbir ilgileri olmadığını gazetelerde ilan ettiler. Tevfik Rüştü Aras Ankara’dan telefon edip üzüntüsünü bildirdi.

Hükümet olaydan önce olduğu gibi, olaydan sonra da bu cinayeti işleyenlere karşı hiçbir harakette bulunmadı. Güpegündüz bir matbaayı yıkan bu faşist gençlerden hiç kimse tutuklanıp mahkemeye verilmedi. Bu işin İnönü’nün bilgisi içinde Saraçoğlu’nun verdiği emir üzerine polis tarafından tertiplenip yürütüldüğünden şüphe yoktu. Gösteri yapan ve matbaaya saldıran gençler arasında bir çok sivil polis vardı. Saldırıyı asıl bunlar yönetiyordu. Gösteriye katılan gençler ve yalnız üniversitedeki gerici ve faşist unsurlardı. O vakit üniversite gençleri iki kümeye ayrılmıştı. Bir yanda faşistler, öte yanda ilerici gençler toplanmıştı. Hükümet ve polis, bu işte gerici ve faşist gençleri bir alet olarak kullanmıştı.

Şu garip olaya bakın ki, bu 4 Aralık 1945 olayından birkaç ay sonra İstanbul’da eski kitaplar satan sahaflardan aldığım bir kitabın içinden şöyle bir kağıt çıktı. Bu bir mektup müsveddesiydi ve Başbakan Saraçoğlu’na hitaben yazılmıştı:

Beyefendi, emrinizi yerine getirdim, şimdi mükafatımı bekliyorum. İmza: Yaşar Çimen.”

Bu Yaşar Çimen, Babıâli’de İtalyan faşizminin propagandasını yapan bir tipti. O günkü gösterilerde elinde balyozla gençlerin önüne geçerek onları kışkırttığı görülmüştü. Demek ki, Başbakanın kullandığı adamlardan birisi oydu. Görevini yapmıştı, şimdi ödülünü istiyordu.

Kanun adına, hükümet adına, memleket adına yüz kızartıcı bir rezalet sayılabilecek olan bu 4 Aralık olayından ötürü sonunda kim tutuklandı, bilir misiniz? Biz. Yani ben, eşim Sabiha Sertel ve Cami Baykurt. Bu olayın sorumlusu ve suçlusu olarak biz hapse atıldık ve biz mahkemeye verildik.”

Tasvir” Gazetesinin İstihbarat Şefi Tekin Erer Anlatıyor

Sertellerle hasımları arasında kalem kavgaları sürüp giderken, tartışmanın akıbetine, o sıralarda Tasvir gazetesinin İstihbarat Şefliğini yapmakta iken tanık olan, gazeteci Tekin Erer şunları yazıyor:

CHP İstanbul İl Teşkilatı tarafından 3 Aralık 1945 Pazartesi akşamı talebe yurtlarına gerekli talimat verilmiş ve ertesi sabah Tan gazetesi aleyhinde büyük bir nümayiş yapılacağı bildirilmişti. O zaman ben Tasvir gazetesinde İstihbarat Şefliği yapıyordum. Yazı İşleri Müdürü rahmetli Necdet Baytok, ertesi sabah gazeteye erkenden gelmemi, komünist neşriyatı yapan gazeteler aleyhinde büyük bir nümayiş hazırlandığını duyduğunu, bu haberin bir balon da olabileceğini, binaenaleyh kimseye bir şey söylemememi tembih etmişti.

4 Aralık 1945 Salı sabahı erkenden üniversite bahçesine gittim. Ellerinde bayraklar olduğu halde talebeler yavaş yavaş toplanıyordu. Birçoklarının ellerinde Atatürk ve İnönü’nün çerçeveli fotoğrafları vardı. Kısa zamanda kalabalık 10-15 bin kişiyi buldu. Sabah saat 9.30’da kalabalık, bir sel gibi Beyazıt Meydanı’ndan Çarşıkapı istikametinde yürüyüşe geçti. Tan gazetesine giderken, Cağaloğlu Yokuşu’nun başında bulunan ve komünizme ait kitaplar satan ABC Kitabevi birkaç dakika içinde yok edildi. Bundan sonra Tan gazetesine girildi. Bir taraftan ‘Kahrolsun Komünizm, Kahrolsun Serteller, Yaşasın Türkiye Cumhuriyeti’ diye bağırılıyor, bir taraftan da gençler akın akın taşlarla, demirlerle pencereleri kapıları aşağı indiriyorlardı. Gazetenin birinci katında, o zaman Türkiye’nin hemen hemen en büyük rotatifi vardı. Oradaki demir parçaları ile bu rotatife hücum başlamıştı. Rotatifin kırılabilen bütün parçaları tuzla buz edildi.

İkinci katta linotip dizgi makineleri, hurufat ve mürettiphaneye ait malzemeler ve makineler mevcuttu. Bunların kırılması ve parçalanması çok daha kolay oldu. Ayrıca kapılar, pencereler, masalar, sandalyeler, yerden yere çarpılarak parçalanıyordu. Masaların gözlerindeki yazılar, evraklar, kitaplar lime lime ediliyordu. Diğer bir grup gazetenin rotatif dairesinin yanındaki kağıt deposundan bobinleri sokağa çıkararak Sirkeci’ye doğru yuvarlıyorlardı. Bazı gençler binayı ateşe vermek için tutuşturmak istedilerse de, kalabalığın çokluğundan bu mümkün olamıyordu.

Gazetenin içindeki personelden bir kısmı geceden hadiseyi haber aldıkları için matbaaya gelmemişlerdi. Gelenlerden bazıları da Beyazıt bahçesindeki toplantıyı haber alır almaz gazeteden uzaklaşmışlardı.

Gazetenin sahiplerinden Halil Lütfü Dördüncü, meşhur tutumluluğu dolayısıyla binanın yanından yegane uzaklaşmayan kimse olmuştu. Tan gazetesinin karşısındaki Hofer İlancılık Şirketi’nin penceresinden gazetesinin ve binasının nasıl tahrip edildiğini kalbi sızlayarak seyrediyordu. Tanin gazetesinin Yazı İşleri Müdürü Murat Sertoğlu da oradan durumu telefonla başmuharrir Hüseyin Cahit Yalçın’a bildiriyordu. Bir aralık Halil Lütfü dayanamamış, Murat Sertoğluna sert bir ifade ile:

-Hüseyin Cahid’e söyle, 31 Mart’ta kendi başına neler gelmişse, benim başıma da onlar geliyor, demişti. Murat Sertoğlu bu sözleri aynen nakletti. Bu muhavereden sonra telefon konuşması kesilmişti.

Saat 10.30’da Tan gazetesinin ve matbaasının tahribi tamamiyle bitmişti. Artık burada gazete çıkarılamayacağı, hiç olmazsa altı ay hiçbir neşriyat yapılamayacağı kanaati hasıl olduktan sonra gençler, Köprü’yü geçerek Beyoğlu’ndaki Rus Sefarethanesi’nin, Tünel’e bakan köşesindeki sokak içinde faaliyette bulunan Yeni Dünya gazetesine doğru yürüyüşe geçtiler. Burada Yeni Dünya’dan başka, La Turquie isimli Fransızca bir gazete daha yayımlanıyordu. Bunlar da Tan gazetesi neşriyatına muvazi olarak komünizmi benimseyen yazılar yayımlıyorlardı. Polis, Rus Sefarethanesi’ne bir tecavüz olur düşüncesiyle itfaiye vasıtalarıyla yolları iyiden iyiye tutmuştu. Bundan dolayı Yeni Dünya gazetesine hücum etmek teşebbüsü önce akamete uğruyordu. Fakat bir müddet sonra toplum heyecanı içinde kendinden geçen gençler, itfaiyecilerin üzerine su sıkmaya başladılar. Bunu fırsat bilen gençler Yeni Dünya matbaasına yürüdüler. Birkaç dakika içinde bu matbaa da yerle bir edilmişti. Bu arada Tünel’de sol neşriyata ait kitaplar satan Berrak Kitabevi de tahrip edilerek ticaret hayatından silinmişti.

O zaman bazı bakkaliye ve mağazaların isimleri Tan levhalarını taşıyorlardı. Bunlar Babıâli’deki hadiseyi duyar duymuz levhalarını indirmişler veya kazımışlardı. Karaköy’deki Tan mezecisi Petro, buna meydan bulamadığı için baştaki T harfinin üzerine yağlı boya ile C harfini yazmış böylece Tan mezecisi Can mezecisi olmuştu.

O tarihte saat 10.00 sıralarında intişar eden Akşam gazetesi:

Bu sabah yapılan nümayişler bazı esef verici neticeler verdi” diye yazdığı için Beyoğlu’ndan dönen gençler Akşam gazetesinin önüne gelerek bu gazeteyi de yerle bir etmek için harekete geçtiler. Fakat yazı heyeti müessif bir yanlışlığın vuku bulduğunu, şimdi ikinci baskı yapılarak bu hatanın tashih edileceğini bildirerek gençleri teskin ettiler.

Bir taraftan, ‘Kahrolsun Komünizim, Yaşasın İnönü!’ diye bağıran gençler, bir taraftan da tebeşirlerle duvarlara bu söylediklerini yazıyorlardı. Gençler daha sonra Tasvir gazetesine geldiler. Cihad Baban’ı, Ziyad Ebüzziya’yı, Orhan Seyfi Orhon’u ve Peyami Safa’yı istiyorlardı. Tesadüfen gazetede Mithat Perin’le benden başka kimse yoktu. Balkona çıktık. Mithat kısa bir iki cümle ile kendilerine, gösterdikleri yakın ilgiden ve tezahürattan dolayı teşekkür etti ve istedikleri yazarların şu anda gazetede bulunmadıklarını söyledi. Gençler buradan Tanin’e giderek Hüseyin Cahit’i istediler. Fakat Cahit Bey de gazetede bulunmuyordu. Gençler sabahleyin Tan’a doğru yürüyüşe geçtikleri zaman Vatan gazetesine de yürümek istemişlerdi. Fakat Emniyetin aldığı çok şiddetli muhafaza tertipleri dolayısıyla Vatan’ın sokaklarına dahi girmeğe muvaffak olamamışlardı.

Öğleden sonra saat 15.00’te tezahürat ve bu büyük miting tamamiyle bitmişti. Ertesi sabah yine bütün gazeteler aynı şekilde çıkacaklardı. Tan, Yeni Dünya ve La Turquie gibi üç gazete eksik kalacaktı. Tan’ın tahribi ile Mehmet Zekeriya Sertel ve Sabiha Sertel’in Türkiye’deki gazetecilik hayatları sona ermiş bulunuyordu…”