Siyahlara bürünmüş bir kadın, soğuk eylül gecelerine aldırmadan, karanlık çökmeye başlayınca her gün okulun yüz metre güneyinde kalan harabe evin bahçe duvarının dibine siniyordu. İçindeki derin acıyı dindirmek için duyduğu çığlıkları dinleyerek gözyaşı döküyordu.

Yine o siyahlara bürünmüş kadın; bir akşamüzeri söylene söylene, beddua ede ede, içten içe ağlaya ağlaya, o duvara doğru yürürken kapı komşusuyla karşılaşınca yolunu değiştirmek istediyse de başaramadı. Komşusu “Nereye gidiyorsun her akşam her akşam” diye sordu. Siyahlara bürünen kadın hıçkırıklarını gizleyemedi, “Okulun yakınındaki harabe evin bahçe duvarının dibine gidiyorum, sabaha kadar orada bekliyorum”, “Neden?” “Okuldan sesler geliyor, biliyorum kızım Saniye orada. Sesini tanıyorum, gece yarıları çığlıkları geliyor.” Daha fazla konuşamadı, gözlerinde pınar varmışcasına yaşlar süzülmeye başladı. Komşusu “Bekle” dedi, “üzerime bir şey alıp geliyorum”. Birkaç dakika sonra siyahlara bürünen iki kadın, kol kola sessizce yürüyerek, okula yüz metre mesafede yıkık dökük, nemli, çöp dolu duvarın dibine sindi. Soğuk eylül gecelerine aldırmadan, birbirine destek oldu, gecenin kör karanlığında gelen sesleri dinlemek için beklemeye koyuldu.

Karanlık iyice çöküp ortalık iyice sessizleşince, çığlıklar yükselmeye başladı. Bu kez çığlıklar erkekti.Sanki  vahşi bir hayvan bir bedeni parçalıyordu. Çığlıklar bir süre sonra inlemeye dönüştü ve giderek kesildi. Sonra başka bir erkek sesi ve daha sonra başka bir erkek sesi birbirini izledi. Arada küfürler, naralar yükseldi. Ardından kadın çığlıkları gelmeye başladı; derin, acılı, ıstıraplı çığlıkların yerini sonra inlemeler aldı. Siyahlar bürünmüş, duvar dibindeki kadınlar, kadın sesleri gelmeye başlayınca dikkat kesildi; “Bu benim kızım, ‘Anne’ dedi, ‘Anne’ dedi, ah yavrum annen ölsün”… Sessizce hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı komşusunun kulağına ağzını dayayarak. İki kadın kendi aralarında fısıldaşıp acılarını paylaştı, o pis, yıkık dökük duvarın dibinde yarı ölü iki beden sabahın ilk ışıklarına kadar öylece durdu.

İki kadının; okulun yüz metre güneyindeki harabe evin bahçe duvarının dibinde çığlıkları dinlediği ağızdan ağıza yayılmaya başladı. Şehrin dört bir yanından, dağ köylerinden çocuklarını arayan anneler siyahlara bürünen kadının evini mesken tutu. Soğuk sonbahar gecelerinin kör karanlığında hiçbir şeye aldırmadan, sadece çocuklarının nerede olduğunu bilmekti istedikleri, sanki onların sesini çığlıkla da olsa duymak bir nebze acılarını azaltacaktı.

Her şey yine soğuk bir eylül gecesinde başlamıştı. Gece yarısı aniden evlerin etrafını saran askerler, sual sorgu yapmadan kapılara dayanarak isimlerini önceden tespit ettikleri gencecik insanları birer ikişer toplayıp götürdü. Kadının biri avazı çıktığınca, “Benim kızım hiçbir şey yapmadı, yapmadı, beni de götürün, beni de götürün” diye haykırsa da kâr etmedi. Gencecik kızın ellerini kelepçeleyip, gözlerini bağlayıp bir arabanın içine atıp götürdüler. Çığlıklar, ağlamalar, ağıtlar arasında kimi askerin çocuk, kadın, yaşlı demeden insanları tekme tokat dövmesi bile o kadının haykırışını bastıramamıştı. Her şey bir saati geçmeyen bir sürede olmuştu. Aynı mahallede oturan, birbirini tanıyan onlarca genç, bir gecede askerlerce bir anda alınıp götürüldü.

Resim: Arya Su Aksoy

Her tarafta askerler vardı; sokakta, yolda, köşe başlarında, şehir içinde sürekli devriye gezen askeri araçlar vızıldayarak geçip gidiyordu. Daha önce böyle bir şey olmamıştı ve kimse de ne olduğunu anlamamıştı. İnsanların birbiriyle konuşması, işaretleşmesi bile yasaktı. Gece gündüz sokağa çıkmak, işe gitmek, işyerini açmak da yasaktı. Her şey yasaktı. Birkaç gün sonra kısa süreli de olsa sokağa çıkma yasağı kaldırılsa da çoğu insan evinde oturmayı tercih ediyordu. Halkı korku, telaş sarmıştı, askerlerin toplayıp götürdüğü gençlerin akıbetini öğrenmek isteyenler de tutuklanıyordu. Kulaktan kulağa yayılmaya başlamıştı, bazı gençler o zorbaların elinden kaçmıştı, herkes umarım benim çocuğum da kaçmıştır, kurtulmuştur umuduyla kendini avutuyordu. Askerlerin alıp götürdüğü gençlere işkence yaptığı da artık aşikârdı. Kadınlar çocukları için siyahlar giyiniyor, birbirinin evine gidip dakikalarca ağlayarak çocuklarının bu zulümden kurtulması için dua ediyordu.

Çocuklarının akıbetini öğrenmek isteyen insanlar gün içinde siyahlara bürünen kadının evini mesken edinmişti artık. Çaresizlikten, siyahlara bürünen kadını hiç tanımadıkları halde “Allah’ın aşkına benim çocuğumun sesini de duydun mu? O da orada mı?” “Benim oğlumun sesi incedir, tanırsın belki”, “Benim oğlumun sesi kalındır, çok bağırır, duydun mu? Okulda mı?” Zavallı siyahlara bürünen kadın, kızının yaşadığı acıları düşünüp ağlamaktan kimsenin derdine çare olamıyordu. Dağ köyünün birinden gelen, boynunda bin taneli tespih taşıyan kadın, “Ben de sizinle geleceğim, bu gece ben de geleceğim” dedikten sonra, diğer kadınlar da birer ikişer “bBen de, ben de, ben de” dedi. Kalabalık bir grup oluşmuştu. Hepsine yer vardı o duvarın dibinde.

Okul dedikleri şehrin en büyük ve en güzel lisesiydi. Büyük bir spor salonu vardı, spor salonunun ve tüm okulun bodrum katındaysa spor faaliyetleri için boks, tekvando, halter, masa tenisi bölümleri ve giyinme, soyunma odaları vardı. Saniye de o lisede okumuş, bitirmiş, başkentte tıp fakültesi kazanmış, tıp okuyordu. Siyahlara bürünmüş kadının gururu, umudu, her şeyiydi. Tıp okuyan gencecik bir kız ne suç işleyebilirdi ki; gece yarısı alıp götürdüler, hiç kimse nerede olduğunu bilmiyordu. Siyahlara bürünmüş kadın, gözbebeği gibi baktığı çocuğunu bulmak için her kapıya gitmiş, hiç kimse nerede olduğunu söylememişti. Okulun önünden geçerken tesadüfen insan sesleri, çığlıkları duyunca, oradan geçen birine sormuş, “Nereden geliyor bu sesler” diye, adam da “Okuldan geliyor, askerlerin aldığı gençler burada tutuluyor” diyence siyahlara bürünen kadın geceleri gidip işkence yapılan gençlerin seslerinden kızının orada olup olmadığını öğrenmeye çalışmıştı.

Bütün kadınlar aralarında sözleşti, topluca giderlerse dikkat çeker, askerler gelip onları da alabilirdi. Beşer- onar dakika arayla birer-ikişer kadın fark edilmeden harabe evin bahçe duvarının dibine pusu kuracaktı. Birkaç saat içinde tüm kadınlar bahçe duvarının dibinde yerlerini almıştı. Nefes alışları bile duyulmuyordu, arada sırada öksüren, aksıran olsa da ağızlarını sıkıca atkılarıyla kapatıp sesin sokağa yayılmasını önlüyorlardı.

Gecenin kör karanlığı yavaş yavaş yaklaşırken bir anda etrafta askeri araçlar, tanklar dolaşmaya başlamıştı ki; muhtemelen yolundan gitmeyen bir şeyler oluyordu. Zaman ilerliyor araç sesleri bir türlü kesilmiyordu. Bir süre sonra kadınlar aralarında fısıldaşarak, bahçe duvarlarını aşıp diğer sokaktan birer-ikişer çıkıp eve gitme kararı aldı. Sırayla, sessizce, birinci bahçeye, oradan ikinci bahçeye, oradan üçüncü bahçeye geçtiler, tam ilk grup üçüncü bahçenin sokağa açılan kapısından çıkarken askerlerin etraflarını sardıklarını gördüler. Kaçacak bir yer yoktu. Askerler bütün kadınları toplayıp üstü açık dev bir araca koyup götürdü.

Çocuklarını arayan anneler de kaybolmuştu, mahalle iyiden iyiye diken üstündeydi. Çare arıyorlardı, bir türlü işin içinden çıkamıyorlardı. Evi, okulu çaprazdan gören bir kadın, hiçbir şey yapamamaktansa okulu gözlemeye karar verdi. Odasının duvarından küçük bir delik açtı, eşinin dürbünüyle o delikten bütün gün okulun kapısını, girişleri çıkışları izlemeye başladı. Belki çocukları oradadır ya da çocuklarını arayan anneler oradadır umuduyla, saatlerce, günlerce o delikten dürbünle okulu izlemeye başladı. Gördüğü her şeyi komşularına anlattıkça kulaktan kulağa yayıldı, çocuklarını arayan aileler de dürbünlü kadının evinde soluğu aldı. Bir gece Ay ışığı parıldarken, evde en az otuz kişi varken ve çıt çıkmazken, kadın dürbünle okulu izlerken büyük bir aracın içine onlarca çıplak insanın doldurulup götürüldüğünü gördü. Çocuklar başka yere götürülüyordu, ama nereye? Nasıl bulacaklardı çocuklarını?

Ne kadar süre orada olduğunu bilmiyordu siyahlara bürümüş kadın ile dağ köyünden gelen ve boynunda bin taneli tespih olan kadın. Gözleri kapalıydı, ağızları bantlıydı, ne ses çıkarabiliyorlardı ne de kimseyi görebiliyorlardı. Belli bir zaman geçince, birer birer dışarı çıkarılıyor, ağızlarındaki bantlar çözülüyor, önlerine konulan soğuk zehir gibi ne olduğunu bilmedikleri bir yiyeceği yemeleri emrediliyordu. Çocuklarını bulmak  için yaşamaları gerekiyordu. Zehir de olsa yiyorlardı. Yemek yedikten bir zaman sonra yine kadınları birer birer götürüp sıkı bir dayaktan geçirip saçlarından sürüyerek geri getiriyorlardı. Sadece birbirlerinin inlemelerini duyabiliyorlardı, başka hiçbir şey yoktu, karanlık soğuk, zulüm çocuklarını arayan iki kadını esir almıştı. Dağ köyünden gelen boynunda bin taneli tespih olan kadını işkence odasına götürürken işkencecilerden biri kadını boynundaki tespihten yakalamış yerde sürüklerken ip kopmuş, boncuklar her yere dağılmıştı. O artık sadece dağ köyünden kadın olmuştu.

İki kadın uzunca süre o soğuk, karanlık ve zulüm dolu yerde kaldı. Ne kadar zamandır orada olduklarını ikisi de bilmiyordu. Kapı gıcırtıları, demir sesleri yankılandı, içeriye girenler onları yerden sürükleyerek götürdü. Bir süre sonra başka bir kapı açıldı, içeriye doğru hınçla fırlattılar ikisini, kapıyı kapatıp gittiler. Birileri iplerle sıkıca bağlanan ellerini çözmeye çalışırken, birileri gözlerindeki bandı ıslatarak açmaya çalışıyordu. Onlarca kadın vardı, yan yana, üst üste, tıka basa doluydu içerisi. “Yavaş” dedi biri “Gözünü açma bekle, bekle” dedi biri, diğerleri bileklerini ovuyordu, saçlarını düzeltiyordu. Kadınlarla dolu bir yere getirmişlerdi. Neden sonra gözlerini açtığında siyahlara bürünmüş kadın, “Saniye burada mı? Saniye” diyebildi, boğuk çıkan sessinden ötürü kimse ne dediğini anlayamadı. Dağ köyünden gelen kadın “Oğlum Cemal burada mı?” diye sorunca kadınlardan biri, “Erkekler başka yerde abla” dedi. Başka bir kadın “Bazen sorguya götürürlerken koridorda karşılaşıyoruz”.

Günler daha zor geçmeye başlaşmıştı her iki kadın için de, siyahlara bürünmüş kadının kızı Saniye kadınların yanında yoktu. Dağ köyünden gelen kadının oğlu Cemal’i görmek için, sorguya gitmeyi dört gözle bekliyordu. Dağ köyünden gelen kadın durmaksızın etrafındakilere fısıldayarak soruyordu “Bugün günlerden nedir, cuma mı?” Kadınlardan biri sorguya götürülürken işkencecilerden birinin “On Üç Şubat Bin Dokuz Yüz Seksen Bir” dediğini duymuştu. O da o tarih üzerine günleri sayıyordu. “Abla” dedi, “Bugün Yirmi Bir Şubat Bin Dokuz Yüz Seksen Bir”. Hiçbir şey anlamamıştı. “Hangi gün” dedi, “Bilmiyorum, hangi gün olduğunu bilmiyorum” dedi.

Zemheri soğukları öylesine sert ve acımasızdı ki; o hücrede kalan kadınların tamamı hastalanmış, kimi tir tir titriyor, kimi tamamen kendinden geçmiş, kimi ayakta atlatmaya çalışıyordu. Koridorlarda dolaşan askerlerden ilaç istediklerinde içeriye giren eli coplu bir işkenceci herkesi kafa göz dinlemeden “Alın size ilaç” diyerek copluyordu. Kendi aralarında konuşmamaları için günde bin defa uyarılıyorlardı, konuşanı gördükleri anda sorgu odasına götürüp iyice bir dayaktan geçiriyorlardı. Bu durumu fırsat bilen dağ köyünden gelen kadın, tam da asker oradan geçerken ağıt yakmaya başladı. Birkaç defa görmezden gelen asker, kadın sesini yükseltince işareti verir vermez içeriye iki işkenceci girip kadını yaka paça yerlerde sürükleyerek götürdü.

Dağ köyünden gelen kadın, sürüklenmesine aldırmıyordu, dayak yiyeceğine, işkence göreceğine de aldırmıyordu, oğlu  Cemal’i görmek için her şeye razıydı. Bir alt kata doğru merdivenlerden indirdiklerinde bağırmaya başladı “Ben Cemal’in annesiyim Cemal Çekme, Cemal Çekme” diye haykırınca, ağzı bantlandı, ama erkeklerin bulunduğu koğuşlardan birinden cevap geldi. “Korkma anne Cemal yanımızda, çok iyi”. Ardından Cemal’in sesi yankılandı, “Dayê, dayê-Anne anne” ve bir anda sesler tamamen kesildi.

Dağ köyünden gelen kadın, o güne kadar yaşadıklarının tamamını unutmuştu, oğlu oradaydı ve yaşıyordu. Elbet bir gün serbest kalacaktı. Saatler sonra sorgudan getirilen dağ köyünden gelen kadın yarı ölüydü. Cılız bir nabız, tükenmiş bir beden, her şeye rağmen oğlu için hayata tutunmaya çalışan bir can vardı koğuşta. Dudaklarına su damlatıyor, ölmemesi için canla başla çalışıyordu koğuş arkadaşları.

Gecenin karanlığında tekrar kapı gıcırtıları, demir sesleri birbiri ardına yankılandı; inleyen, gözleri, elleri bağlı bir kadını daha getirip, içeri atıp gittiler. Siyahlara bürünmüş kadın, yeni getirdikleri kadının kafasını dizine koydu, yüzüne baktı, yüzünü sildi, kucakladı öptü. “Bu benim kızım, Saniye, Saniyeeeee”…