Yaşamın içinden akıp giden insan hikayelerini anlatabilme becerisi okurda sahicilik duygusuyla birlikte yol alır çoğunlukla. Yazarın kendinden bir şeyler bekler hep okur. Onu dönüştürecek, başka bir yolculuğa çıkması adına zihinsel bir keşfe zorlayacak bir yazma eyleminden söz ediyoruz bu noktada. Ahmet Büke’nin yazma serüvenini de bu ön açıklamalar ışığında irdelemek mümkündür.

Yazarın kendi yarattığı izlek, öykü çatısı çerçevesinde belirlediği tüm kahramanların gözlem ve düş gücüyle yoğrulduğu da fark edilir Büke okuru tarafından. Gözlemin kurmaca bir gerçeklik kazandığı ön bilgisiyle Ahmet Büke öykülerini okuma serüveni de taşra-insan, hikaye ve gerçeklik ilişkisini daha tartışmaya açık kılan bir süreç olarak karşımıza çıkarmaktadır. Büke metinleri üzerine şekillenen yazımızda da öyküler boyunca her an hayatın içinde oluşları sonucu ete kemiğe bürünüp sayfalardan kopup geleceğini hissettiren tüm öykü kahramanları da “öykünün kısası iyidir” önermesiyle seslenir okura. Aslında öykünün tür olarak içtenlik, dil ustalığı ve kısalıkla bir derdi olduğu itirafı gibidir Ahmet Büke öyküleri bu anlamda. İnsan Kendine iyi Gelir, İzmir Postası’nın Adamları, Varamayan gibi öykü kitaplarının ortak derdi sayılabilecek “hakikat”ten ürkmeyen kurmaca evren inşa etme isteği, gündelik yaşamın içinden çıkıveren tarihsel, toplumsal dramlara da işaret etmektedir. Çocukluk, kadınlık halleri, yoksulluk, taşranın gündelik tarihi mekan ve insanlara dokunarak, iyilik ve kötülük algımızı vicdan kavramıyla ilişkilendirerek aktarmayı yeğler Büke buna bağlı olarak. Edebiyatın aslında hayatı değiştirebilir olduğu öngörüsüyle yola çıkan Büke, doğa-insan-hayat üçgenini taşra-kent gerilimleri ışığında da okura taşır çoğunlukla. Topluma ayar vermeye kalkmayan bir yazarca ustalıkla yapar bunu üstelik.

Hikaye hayat iyi olsun diye yazılmaz.” ifadesiyle yazma sürecini etik bir görev olarak algılamadığını da ifade eden Büke, ölümle derdi olan yazarın hayata anlamlı bir şey bırakma niyeti olduğunu da ortaya koyar öykülerinde. İyi yazmayı, hayatı becermek ve belki de ölümden bir gün çalmak gibi gören Büke öyküleri, iyi zeytin yetiştiren, iyi çocuklar büyüten, iyi esnaf olan kahramanlarından hayata dair bir şeyler öğrenmek olarak da görülebilir bu açıdan. Sadece hikaye yazmaz bu arada Büke, kahramanlarına ve hikayesine karışır ve karanlık bir örtünün içinden aydınlık ve iyimserlik yayıcısı bir izleği dokur adeta. “Hayat yazılmayacak kadar fena” iken kasabaya dönen ve bir anlamda kendi aslını arayan bir yazarın izinden ilerlediğimiz dikkatli bir okur tarafından kolaylıkla fark edebilir hatta. Öykü kahramanları açısından bir tespit yapmak gerekirse yoksulluk, işsizlik gibi kavramları kasabanın içindeki insan hikayeleriyle aktarır Büke çoğunlukla. Yazgıya boyun eğmiş kahramanın dünyayı ve hayatı değiştirme umudu gibi de görülebilir bu metinler bu açıdan da.Ülkede hayatın tüm kılcalları politikleşmişse eğer politik alanın sertliği kahramanın dramlarını daha görünür hale getirir buna bağlı olarak. Daha iyi yazmak da yazarın sorumluluk taşımasından öte hayata dürüstçe ve tüm yalınlığıyla dokunmasını başarabilmesinden geçer. Lafı gereksiz uzatmadan yapar yazar bunu hatta.

Kurcala yaşamın gizemli torbasını ekmeğin ve terin kardeşliğini kıskan sana toprağı ve aşkı öğretecek hayat denen anneye koş” ifadesinin yer aldığı İzmir Postası’nın Adamları’nda Arkadaş Özger’den yaptığı alıntıyla doğaya, hayata sıkıca tutunmuş yazarın, acıları anlatırken bile onun aşılabilirliğine dair güçlü bir umut beslediği kolaylıkla görülebilir. Varamayan’ın kitabın da başlığı olan öyküsünde terhis olmuş bir gencin evine dönemeyişi izleğindeki karamsarlık “yine de insanı sevmek gerek” önermesiyle çoğunlukla yer değiştirir hatta. Sait Faik’e bir ithaf gibidir aslında bu. Yaşamın karanlık sularında evrensel iyiliği bir biçimde bulma çabasıdır bir anlamda bu. Bu niyet öyküsel arayışları da peşi sıra getirmiştir kuşkusuz. Anlatıcıya dair arayışlarla karşılığını bulur bu durum.

Hayvanların, insanların, doğanın kişileştirildiği kimi öyküleri izinden yürüdüğümüzde de ‘Kara Erik Yazı” , “Peygamberdevesi Peynir Ekmek Yer “ gibi öykülerinde bu kişileştirmenin öykünün tüm çerçevesini belirlediği görülebilir. Ölümün kişileştirildiği ‘Kara Erik Yazı” ve çınar ağacının diliyle akan “Peygamberdevesi Ekmek Yer” öyküleri de bu açıdan irdelenmelidir. İnsan vicdanının izinden dilsel bir yolculuğa da ışık tutar bu durum. Karamsarlık yaşamın gerçeğiyken yazmanın gerçeği iyimserlik olarak çıkıverir sayfalar boyunca. Hayatın tepeden tırnağa politik olduğu önermesinden yola çıkan Büke, insanın umutsuzluğu kadar umudunu da taşır metinlerine.

Emile Zola gibi hayatın karanlık yüzüne işaret etmek isteyen bir yazarın izinde yürüdüğümüzün bilinciyle “Herkes Her Şeyleşiyordu…” adlı öykünün ilk bölümünün başlığı olan “ne fenayız hepimiz” laytmotifinin bir açıdan karanlık metinler sayılabilecek Büke metinlerinde bilincin derinlerine inme çabasını da görebilmekteyiz. “Çırak Aranıyor” öyküsünde olduğu gibi tüm metinler adeta ölüme işaret eder. Yaşamın içinden çıkan tüm kahramanlar ve anlatıcılar, ölüm, karamsarlık, cinayet, ülkedeki politik hezeyanlar, devlet aklının acımasız yüzü gibi birçok başlığın ve kavramsallaştırmanın izinde ölüm-yaşam karşıtlığında yaşama tutunmaya çalışır çoğunlukla. “Bak oğlum, dedi. İnsan dediğin yozdur. Hem de Kayacık kayasından daha karadır yüzü. İnsan ne işe yarar? Bir boka yaramaz. Ama karga dediğin mübarek…” Büke’nin Varamayan öyküsünden bu alıntı da temelde insanın kirli gerçekliği ve politik düzlemde yozlaşabileceği gerçeğine işaret ederken kendi yanıtlarını arayan kahramanın yolculuğuna da tanığızdır aslında. İnsanlığın yoldaşı olma durumu olarak da belirleyebileceğimiz bu öyküler, insanı değersizleştiren bütün sistemlere karşı yine insanı yücelten bir dili de inşa eder bu bağlamda.

İşçilerin gözleri göz olur işte o zaman. Koca koca, kara kara açılırlar. Demir kapılar, pencereler iner. Eğer şanslılarsa, barınağın tabanındaki deliklerden gaz verirler. Uykuda, serin serin ölür herkes.” cümlesinin de geçtiği ‘İnsan Kendine de İyi Gelir’ başlıklı kitabında olduğu gibi tüm Büke öykülerinde insanın bireysel açmazlarından, politik kıyımlara, savaşın acımasızlığına dek birçok insani durumun, adaletsizlik ve sömürü mekanizmasının teşhirinin sloganlaşmadan okurun zihninde bir tartışma alanına dönüşebildiği de fark edilebilir. Hayatın kaotik, eşitsiz hallerine karşı yazının tılsımlı dönüştürücülüğü çıkar karşımıza bu bağlamda. Hayat sefil olsa bile iyileştirecek insan ve insan öyküleridir, niyetiyle okunabilecek bu metinler iradenin iyimserliği adına somut örneklerdir aynı zamanda. Dünyaya ve hayata bir taraf olmak zorunda kalan yazarın kahramanın yolculuğu sırasında onlara dokunmanın en sahici yazar eylemi olduğunu görebilir bu doğrultuda. Yazarın ve hikayenin teslim alınamayışıyla birlikte yazar, topyekün bir özgürlük alanına sahiptir aslında.

Yazmanın da kendi başına bir özgürleştirme serüvenine dönüştüğünü Büke’nin tüm öyküleri ekseninde kolayca söyleyebiliriz bu doğrultuda. Ezcümle Büke’nin dil ve öykü yolculuğu yalını yakalamayı dert edinirken kalabalığın içindeki bireyin ve bireyi kuşatan çoğulun sesleriyle çıkar karşımıza. ‘Ben zihninde fotoğraflar, kokular, sesler, başkalarından dinlediğim ödünç anılar biriktiren birisiyim. Sonra onları önüme çekip öykü malzemesi haline getiriyorum.’ İfadesiyle yazma sürecinin insan odaklı olduğunu da vurgulayan Büke’nin yalın ve tekilin içinde bilcümle seslere, insan korosuna yer vermesi de bu bağlamda hiç şaşırtıcı değildir üstelik. Yazmanın insancıl bir eylem olduğu bilinciyle çıkılan bir yolculuktur bu anlamda Büke’nin dil yolculuğu. Kasabadan çıkan insanların evrensel travmaları ve dramları olarak karşımıza çıkar bu durum üstelik.