Ana Sayfa Kritik AKADEMİYE SÖVGÜ

AKADEMİYE SÖVGÜ

AKADEMİYE SÖVGÜ

Yazıya başlamadan önce ne mazisiyle, ne kuruluş amaçları ve saikleriyle ilgili herhangi bir kafa karışıklığı bırakmamak adına Akademi üzerine kısa bir tarihçeyi gözler önüne sermemiz boynumuzun borcu. Akademi, Fransız Devrimiyle beraber sanatı bir disiplin haline getirme çabalarının bir devamı olarak kuruluyor, kurumsallaşıyor. Amacı, derdi, gayesi, sanatın kurallarını doktrine etmek ve sanatın nasıl yapılıp nasıl yapılmayacağıyla ilgili kesin kurallar koymak. Bunu yaparken sanatın Altın Çağı addettiği Antik Yunan’a referanslar veriyor, Aristotales’in Poetikasına dayalı bir tarih yazımını benimsiyor. Jacques Louis-David ve Francisco Goya arasındaki tartışmaya bakarsak, ilki devrimden sonra Neo-klasizmin saflarına, bizzat onları doktrine ederek geçerken (Yüksek üslup, alçak üslup vb.), ikincisi ise henüz Goethe ve Hegel tarafından felsefi temelleri ortaya serilmemiş Romantizmin saflarında kalarak atölye çalışmasına sadık kalıyor.

Bu ikiye ayrılma, bu bölünme, modern disiplin toplumlarında sanatın durumu için kronik diyebiliriz: bir tarafta Akademi’nin her zaman şerhi Yüksek üslup’tan, çizgisellikten ve rasyonaliteden yana koyan tavrı, öte yanda ise rengi ve deneyimi gözeten, halk nezdinde olup bitenlere duyargaları açık Romantizm. 20. yy’a geldiğimizde dengenin dönemin Romantikleri olan Sürrealistler lehine bozulduğunu görsek de, 21. Yy’ın ilk çeyreğini yaşadığımız şu sıralarda sanatın giderek daha fazla kurumsallaştığını, bürokratikleştiğini ve kariyer yönetimi odaklı hale geldiğini söyleyebiliriz. “Alternatif” kurumsallaşmalar (bienaller, müzeler, “workshop”lar) ise zaten hali hazırda bütün referanslarını yurt dışındaki ve yurt sathındaki Akademik göstergelerle ilişkilenerek kuruyor.

Bunda garipsenecek herhangi bir şey yok, nihayetinde denetim toplumlarının oturmaya başladığı dönemimizde yüksek güvenlikli müzeler ve onların son derece büyük bir dikkatle yazılmış metinleri ve argümanları, kendisini bir yandan Akademiye yaslayıp, bir yandan da Akademinin sınırlarını gözeten ve gecikmiş de olsa onların “yapamadıkları, giremedikleri” alanlara girerek “sanatı kamusallaştıran” iyi niyet elçileri olarak önümüzde duruyorlar. Bir anlamda bu görünürlük abideleri, Emile Fauget’nin “gerekli kötülük” dediği devlete karşı, Kant’ın iyicil irade (good will) dediği şeyin sivil taşıyıcıları (agency) olarak işlev görüyor.

Tabii bu aynalar odasında her şey her zaman istenildiği gibi gitmeyebiliyor. Akademiyle iltisaklı olsun veya olmasın, sivil veya sermaye odaklarının desteğindeki kurumlaşmalar, devlet aklı (raison d’etat) tarafından askıya alınabiliyor, geçersizleştirilebiliyor. Bu anlamda, bu kendini mali açıdan korumak için sık sık devletin “gerekli kötülüklerine” ihtiyaç duyan iyicil irade, kendi yarattığı canavarlara karşı kendisini savunmasız bulabiliyor. Hegel’in “Güzel Ruh” olarak ifade ettiği tinselliğin açmazlarını burada net bir şekilde görebiliriz: kendisi iyi ve güzeldir, ancak etrafında kötülük ve çirkinlikten başka bir şey görmez. Günümüz sanatçısından da beklenen de tam olarak bu: ne şekilde katkıda bulunduğunu sorgulamadan, etrafındaki tüm “kötülüklere” karşı güzel ruhun kalesini eserleriyle inşa etmek.

Türkiye’de Akademilerimiz açık toplumun bu kurallarına yeterince uyum sağlamış görünmüyor, ama gidişat bu yönde. Ancak içerisindeki anti-sosyal kötülük çekirdeğinden, kısacası Yüksek üsluplardan, Salon merakından kurtulamayan, kurtulabileceğe de benzemeyen Akademi için durum sanıldığı kadar kolay değil. Son kertede yatay ilişki kurmaya ön koşul olarak reddeden bu Akademik mülâgatanın sanat anlamında söyleyebileceği son söz, söylenebilecek her şeyin söylendiği yönünde olacaktır. Sanat tarihi çizgiseldir, durmadan ilerler ve ilerlemenin yönünü egemen sınıf tayin eder. Bize de sivil alanlarda, eğer hala yapabiliyorsak iyicil iradenin sözcülüğünü oynamak düşer. Güncel üretimden ve tartışmalardan tamamen kopmuş Türkiye Akademisi, topu siyasete ve ticarete atarak kurtulabilecek mi peki?

Bu Orta Çağ minyatürlerinden çıkmış sahnede ne bireylere, ne sanatçılara, ne de devrimcilere yer yok. Olması için bir sebep de yok, çünkü her şey fonksiyon odaklı bir denetim ağı tarafından tanımlanabildiği ölçüde, kısacası sayısallaştığı ölçüde değerleniyor. Bugün sanat yapmanın yegâne yolu, bu değer sistemine, kısacası sermayenin mantığına karşı çıkmaktan geçiyormuş gibi görünüyor.

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl