Vecdi Çıracıoğlu’nun Serseri Standartları Sempozyumu adlı kitabında işlediği Bilge Serseri kavramına dair, 2008 yılında Frankfurt Kitap Fuarı’nda Onur Konuğu Türkiye adına okuma metnidir.

Yetmişli yılların başında üniversite eğitimi için geldiğim İstanbul Boğaziçi’nin Asya ile Avrupa’nın en dar yerindeki şirin köy Urumelihisarı’na yerleştiğimde, oranın yerlileri, “Artık bu Köy’ün acı çeşmesinden su içtin, buradan ayrılamazsın!” uyarısında bulunmuşlardı.

Söylenen gibi oldu. Üniversite bitti. Köyümden bir türlü ayrılamadım. Hayata atılıp, yaşlı kentin iki kutbunda da çalıştım. Akşamları her iş dönüşü Köyüme uğramaktan, kıyıdan ayaklarımı Delisu Boğaz’ın soğuk suyuna sokmaktan, yunus balıklarının çoşkularını seyretmek için Hoyratdeniz Karadeniz’e açılmaktan, güneşi ötegeçenin arka yamaçlarına düşürmekten, dolunayı doğurtmaktan, yazları ateşböcekleri pırıltıları altında, kışları karların bir gelinlik gibi örtülediği Aşiyan’da Şair Orhan Veli’nin mezarı yanı başında içkimi yudumlayarak şiirlerini okumaktan kendimi bir türlü alamıyordum. Afyonlanmış(Opium değil! Madde dışında ilişkisi olmadan açıklanmalı) ve efsunlanmış gibiydim. Saatlerce, akan Delisu’ya bakarak, kâh suyunun rengini değiştiriyor, kâh geçmiş zamanlara dalarak karşı tepelerde oraya kadar gelme cesaretini gösteren ortaçağ cengâverlerini düşünerek hayaller kuruyordum.

Bu aşk, Anadolu’nun çeşitli kentlerinde çalıştığım zamanlarda da sürdü. Denizi nerede görürsem göreyim, diyelim ki bir filmde ya da bir televizyon programında, aklıma hep Köy’üm ve hülyalarım geldi. Bütün bunların öykülerini yazacağım, romanlaştırıp kitaplar haline getireceğim, o zamanlar aklıma hiç gelmezdi.

Boğaz Köyleri’nde, insanların birbirlerine “Nereye gidiyorsun?” diye sorduklarında: “Şehre” ya da “Köye” derlerdi; pet şişelerin peydahlanmadığı, deniz insanlarının plastik yerine keten urgan kullandığı ve Boğaziçi suyunda yetmiş tür balığın yaşadığı zamanlarda tanıdım o insanları. O insanlar Bilge Serserilerdi…

Sürekli içki içen, çalışmaz gibi, aylakmış gibi, lodos kedileri gibi denize bakan, elleri belleri arkasında kavuşmuş iki cami arasında sürekli volta atan, arada bir durarak dikkatle denize bakan bu insanları, Bilge Serserileri o zamanlar tanıdım.

Denizde oynak(Denizde büyük balıkların küçük balıkları sıkıştırıp yemlendiklerinde suyun yüzeyinde meydana gelen çırpıntı.) gözlediklerini, denizin yeşilimsi mavi rengini kendi zevklerine göre değiştirdiklerini, deniz suyundan tirşeleşmiş saçlarının arasından esen özgür rüzgârların seslerini dinlediklerini, kara tutsaklıklarından ancak denizin enginliklerinde kurtulacaklarını ve yaşadığım çağda insanların bir tek denizin üzerinde eşit olduğunu onlardan öğrendim.

Tek, itaatsiz, özgürdüler. Biri öldüğünde, birbirlerine “Haydi sıra sende, Aşiyan çift çağırır!..” diyerek, peşisıra tek kişilik kulübelerinde öldüler.

Peşisıraydılar… Çokpaltoluydular. Karnıbahargülleriydiler. Çünkü onlar, uzun yolda yürüyenlerdi. Sürekli yoldaydılar. Seribaşı… başıhoş… sarsari ve hoşserlerdi. Bilge Serseriydiler.

Bilge Serseri…

Günümüzde toplum tarafından kısa yoldan serseri (seribaşı, başıhoş, önde giden) olarak tanımlanan bu insanların; modern kentlerin asla bir felsefesi olmayan ve ürettiği her türlü yıkıcılık içinde her ne olursa olsun ayakta kalmaya çalışan ve toplumun zorla ürettiği, kendi iç dinamiğiyle üreyemeyen sahte sahne oyuncularıyla karıştırılmaması gerekir.

Gerçek Bilge Serseriler, tahta kılıçlı modern kahramanlardan değillerdir. Onlar, bireysel kahramanlardır. Çünkü Bilge Serserilik zor zanaattır. Anlık değildir ve tatlısuyu(Tatlısu, birebir değil. Sahte, emitasyon. Eğer süsswassez olarak direkt kullanılırsa açıklanmalı) hiç kabul etmez! Akıl, mantık, matematik, süreç ve deniz ister. Bu zor zanaat, hele hele serde bir de bilgelik varsa, daha da zordur.

Üretim ilişkileri dışına çıkmış serseri yaşam biçimi kendi adabını da beraberinde oluşturur. Para, mal, unvan, dünya malı ve işinde Bilge Serseri’nin gözü yoktur.

Bilge Serseri’nin, o anki durumun felsefesini yapan gündelik serseriden en büyük farkı, üreterek bir eser meydana getirmesidir. Onun için üretim, bir eser yaratma doğrultusunda, en güzel ütopyası olarak, Yok Ülke’ olarak adlandırılabilir. Diğer farksa, yarattığına değer vermeyerek dağıtması ve üleşimdir. Bu olgular onda rahatlamaya neden olur.

Rahatlanma, titizlikle, maddi dünya nimetlerine karşı savaşın bütünlük silsilesidir. (Metin içinde çokça var. Tarihten güncelliğe gelen anlamında, zincirleme anlamında.) Rahatlama: kâğıt üzerinde sıralamada, her ne kadar en altta görülse de, bu bilge Serseri’nin yaşama bakış açısı bakımından kesinlikle bir kademe düşüşü olarak algılanmamalıdır. Onun için rahatlama, değiştirmeye çalıştığı dünyaya adadığı çalışmaların tersten başlangıcıdır. O, solak bir bateristtir. Bilge Serseri’nin dünya nimetlerine karşı gelmesi demek, yaratmaması demek değildir. Bilge Serseri, eserini yaratır, yarattığı eserin hiçbir zaman bitmediğine, süreçte devinim içinde olduğuna inanır. Ona göre yaratılan eser süregelendir.

Bilge Serseri, eserini yaratma yolunda yürürken yalnızdır. Onun bu yalnızlığı belki de, kendi kuyusunun içine dalışı ve oradan dünyaya bakışıdır. Bu bakışın doğruluğunu, kuyunun altında mı, yoksa üstünde mi olacağını kim bilebilir? Bilge Serseri’nin yalnızlığı, bir eser yaratmadaki sonsuzluktan kaynaklanmaktadır. Onun yaratmak istediği en büyük eser, yeni bir dünya düşüyle kendi çekirdeğini kırmaktır. Bu, onun için, yaşadığı zamanın tarif aralığında, en güzel ütopyası ve neşe kaynağıdır. Normal insanlar dışarıdan baktıklarında, bu kendi içine dalış olan yalnızlığı göremezler. Bilge Serseri’nin bir eser yaratmadaki yalnızlığı, kendi yalnızlığından daha ağırdır. Ve bu ağırlığı, yaşadığı sürece kambur niyetine zorunlu taşır. Kambur, normal bir insanın sırtındaysa, onun kamburu olan bir eser yaratmadaki yalnızlığı, onun yalnızlığının sürekli önünde, göğsünün hemen bir adım önünde gider. O, bu kovalamacada eser tarafından devamlı geriye itelense de, takibe devam eder. Bilge Serseri ve onun yarattığı eseri, yaşam pistinde ayrı kulvarlarda koşmazlar. Aynı kulvarda koşarlar ve bu koşuda eser daima önde, yaratıcısı arkadadır. Bu koşuda eserin bitmesini isteyen Bilge Serseri için, eserin bitmesi kendinin de bitmesi demektir. O, çok iyi bilir ki, eserine ‘tamam artık bitti’ denmesi, eserinin ve kendinin dramatik sonunun hazırlanması demektir. O, bu noktada komiktir. Çünkü, eseri durağan değildir ve onun kalbi olan bir sıfır noktası, bir merkezi vardır. Bu merkez noktası doğrultusunda çemberinin içinde sürekli bir hareketlilik izlenir. Bilge Serseri bilir ki, cam nasıl viskozitesi ‘0’ olan bir sıvıysa, eserini barındıran çemberinin içinde de bir yaşam ve hareketlilik vardır. Bu hareketlilik, çekirdeğini kırıp çemberinin içinden taştığında, Bilge Serseri arkasından onu kovalayacaktır. O, eserini her daim takiptedir. Normal insanlar, zamanı geldiğinde, onun eserinin devinim halindeki akışkanlığını ve plastiseliğini şimdiye kadar keşfedilmemiş bir elektro mikroskop sayesinde anlayabilirler. Bu elektro mikroskopu, belki de yaratıcı normal bir sanatçı, bütün bu anlatılanların dışında ve akabinde neler olabileceğini bilmeden keşfedebilir. Yaratıcı normal sanatçı; yarattığını okur, dokunur, bakar. Sonra onu tamamladığını sanarak noktayı koyar. Büyük yanılgının nereden kaynaklandığını anlamadan acıyla yaşayarak, ölümünden sonra anlaşılacağını sayıklayıp durur. O, eserini yaratırken hayatın iç tesirlerinden fazlasıyla etkilenmiştir.

İşte bu durum, eserini önüne katıp, onu devamlı kurcalayan Bilge Serseri için geçerli değildir. Kurcalamadan kaynaklanan eserini, devinim halindeki bu dünyada bazı zamanlarda düzeltir. Ve yoluna kararlılıkla devam eder. O, hayat dışı tesirlerden etkilenir ve bitmeyen bulanık yatırımlarıyla (tıpkı, bu bildirinin tamamında olduğu gibi) bir yerlere hafif hafif dokunarak ve arada bir de dürterek birtakım sesler duymak ister. Mikelanj’ın ünlü Musa heykeline, çekicini fırlatmasını, “Bu kadar da güzel olur mu?” sorusuna mı, yoksa kendine göre eserinin bitmemesine mi bağlamamız gerekir? Normal gündelik yaşamda, normal insanlara göre Bilge anlamda Serserilik, ‘zor zanaat’ olup da nasıl bitmezse, onun yaratmak istediği yapıtların sürekliliği de, önce çemberinin içinde, daha sonra da dışında bitmez.

Değerli dinleyiciler…

Bilge Serseri’nin sonu ne olacak? Bilge Serseri, çemberinin dışına çıkarken adımını çeperin dışına attığında, yaratmaya çalıştığı iyi huylu başka bir dünyaya neşe içinde, dramdan komediye gülücüklerle merhaba diyen, kendinin şen neferi olacak. Bu dünya için yaratılmış olan yeni bir insan tipine dönüşecek. Kademeleri ve piramitleri, onları inşa edenlerle beraber reddedecek. Sınırları yok etmeye çalışacak. İşte Nietzsche’ye göre bu şen dönüş, onun çemberinden çıkışıdır.

Unutulmamalıdır ki, kampçı (Scamp=serseri) ve uzun yolda durmadan yürüyen Şen Bilge Serseri için bilgelik, bundan sonra ne yapacağını bilmek; yapmaksa erdemdir.

Kısacası, insanın onuruna duyduğum inanç, onun dünya üzerindeki en büyük serseri olmasına dayanıyor. İnsan onurunun itaatkâr, disiplinli ve yola sokulmuş bir apoletli ideasına değil de, bir serseri ideasına bağlanması gerekliliğini savunmamın nedeni işte budur. Bu kavramlaştırmaya göre en sıradan insan tipi apoletli iken, en görkemli tipi de muhtemelen Bilge Serseri’dir.

Sorunlar her zaman göründüğü kadar basit değildir. Demokrasi ve bireysel özgürlüğe yönelik tehdidin çağı olan günümüzde, muhtemelen sadece Bilge Serseri ve onun ruhu; bizi disiplinli, itaatkâr, yola sokulmuş ve tek tip elbise giydirilmiş sürüler içinde seri numaralandırılmış birimler halinde yitip gitmekten kurtaracak ve diktatörlüğün son heybetli düşmanı olacaktır. O, insan onuru ve bireysek özgürlüğün şampiyonudur ve zaptedilecek en son insandır.

Değerli dinleyiciler…

Muhtemelen yaratıcı, bu dünya üzerinde insanı yarattığında bir serseri, muhteşem bir Bilge Serseri yarattığını da çok iyi biliyordu. Evet, her şeye rağmen bir bilge Serseri…

İnsanın serseri nitelikleri, her şeyin ötesinde onun en umut verici nitelikleridir.

Yaratıcının, bu yarattığı, kuşkusuz genç bir insandı. O, yine kendini gerçekte olduğundan daha büyük ve daha akıllı sana ipe sapa gelmez rahatsız edici bir gençtir. Ve, hâlâ haylazlık, münasebetsizlik ve her şeye yönelik sevgiyle dolu serseridir. Bir babanın umutlarını parlak ama yanlışlarla dolu yirmi yaşındaki oğluna bağlaması gibi, onda, yaratıcının umutlarını hâlâ bağlayacağı kadar da çok iyilik vardır. Yaratıcı bir gün emekli olmayı ve bu evrenin idaresini bu hatalı oğluna bırakmayı istiyor olabilir mi? Merak ediyorum.

Otuzdan fazla medeniyet görmüş bir Anadolu insanı olarak konuşursam; insanın, bilgenin bilgeliğinden deliliğin bilgeliğine ilerlemedikçe; önce yaşamın trajedisini ve daha sonra komedisini hissederek gülen bir filozof haline gelmedikçe, serseri bilge olunabileceğini düşünmüyorum. Çünkü gülmeden önce ağlamamızın gerektiğini düşünen biriyim.

Modern uygarlık, serseriliğin bilgeliği üzerine dayanmaktadır…