2001 yılı ilginç bir yıl, Negri ve Hardt’ın İmparatorluk kitabı yayınlandığı tarih ve aylarda Türkiye’de büyük bir ekonomik kriz patlak verdi. O tarihlerde aydınlar, Marksizmin açıklayıcılık gücünü yitirdiğini düşünerek yeni bir “açıklayıcı” teoriyi büyük bir ilgiyle karşıladılar. İlginç olan tam da Türkiye’de 2001 krizine denk bir anda sermaye sınıfının saldırısının yeni bir uğrağında İmparatorluk ve Çokluk yazarlarının sınıf mücadelesi ve sınıflar mücadelesinin çağının geçtiğini iddia etmesiydi. Bu konuyu Teori ve Eylem Dergisi’nde yazar ve yazı kurulu üyesi, Negri, Sınıf ve Çokluk: Postmodern Özne Arayışının Eleştirisi, Maddi Olmayan Emek Teorisi: Kuramsal Bir Eleştiri (Derleme) isimli kitapları bulunan ve doktorasını çalışma ekonomisi alanında tamamlayan Arif Koşar ile konuştuk.

Negri, Sınıf ve Çokluk isimli kitabınız ve yayına hazırladığınız içinde sizin de yazınızın olduğu çeşitli akademisyenlerin katkı sunduğu Maddi Olmayan Emek Teorisi isimli çalışmanız hakkında başlarsak, ilişkisi çok yakın, aynı zemini paylaşan bu iki çalışmanızdan bize bahseder misiniz?

İki kitap da; günümüz dünyasında yeni iş ve çalışma biçimlerine referansla “maddi olmayan” postmodern döneme girildiği, dolayısıyla kapitalizm ve emperyalizme dair bilindik Marksist analizin yetersiz olduğu iddialarına yanıt vermeyi amaçlıyor. Sınıflar ve sınıf mücadelesinin çağı geçti mi? Yeni iş ve çalışma biçimleri Marksist sınıf analizini geçersiz kılıyor mu? Önerdikleri “özyönetim” projesi kapitalizmin ötesine geçebiliyor mu? İki çalışma ele aldığı konular bir ölçüde farklı olmakla birlikte, bu gibi sorulara, yani günümüz dünyasına yönelik postkapitalist iddiaların kuramsal ve yer yer ampirik eleştirisine odaklanıyor. Marksist analizin günümüz dünyasının gerçek ilişkilerini anlamada, otonomcu, kimlikçi, “radikal demokrat” teorilerden çok da güçlü bir zemin ve kavramsal alet çantası sunduğunu ileri sürüyor.

 İmparatorluk ve Çokluk, kapitalist yeni saldırının yüceltimi olarak okunabilir mi? Soruyu daha somut hale getirirsek Post “komünist manifesto” denilebilir mi?

İkili bir yönü vardı. Bir yandan küreselleşme dalgası denilen emperyalist yayılmacılığın temel unsurlarını ilerici görüp destekliyor, diğer yandan bazı sonuçlarına karşı çıkıyor. Genel olarak 1990’ların sonu ve 2000’lerin başında yükselen “alternatif küreselleşme” hareketlerinin teorik ifadesi olarak görülebilir. İleri sürdüğü taleplerin tamamı, bırakalım kapitalizmle çelişmeyi, neoliberalizmle bile köklü bir karşıtlığa sahip değil. Bu açıdan, içerdiği -liberal- muhalif unsurlara, yer yer “özyönetim” gibi “sol” vurgulara, sözcüsü olmaya çalıştıkları hareketlerin radikal ve çatışmacı eylemciliğine rağmen kapitalizm, hatta neoliberalizm içi bir platforma sahip oldukları söylenebilir. Manifesto demesek de, kapitalist saldırı dalgasının ‘sol’dan ve utangaç destekçisi diyebiliriz. Örneğin Negri, 2005 yılında Fransa ve çeşitli ülkelerde referandumla reddedilen ve liberal bir içerik taşıyan “AB Anayasası” referandumunda ısrarla “evet” çağrısı yapmıştı.

2001 yılı ilginç bir yıl, İmparatorluk’un yayınlandığı tarih ve aylarda Türkiye’de büyük bir ekonomik kriz patlak verdi ama o tarihlerde aydınlar Marksizm açıklayıcılık gücünü yitirdiğini ve yeni bir “açıklayıcı” teori aradılar ve imparatorluk yayınlandığında büyük bir ilgiyle karşılaştı. Bu ilgiyi nasıl açıklarsanız?

Hardt ve Negri İmparatorluk’u yayınladıklarında sadece Türkiye’de değil tüm dünyada yoğun bir ilgi gördüğü söylenebilir.

Çünkü, bu kitapta, ilkin, içinde yaşadığımız dönem, liberal küreselleşme propagandasına uygun bir biçimde tanımlanıyordu. Buna göre artık baskıcı ulus devletler yok olmakta, sınırlar aşılmakta, küresel bir demokrasinin olanağı tarihte ilk kez ortaya çıkmaktaydı. İkiliye göre küreselleşme kesinlikle geçmişe nostaljiyi gerektirmeyen ilerici bir aşamaydı. Sınıflar çözülmekte, yerini farklı kimliklerin tekilliklerini korudukları (ve aştıkları) çokluk almaktaydı. Dolayısıyla bilinen anlamda sınıf mücadelesi, sınıf iktidarı gibi Marksist iddiaların miadı dolmuştu. Bu içerik İmparatorluk’un sağ ve sol liberalizmden gördüğü desteği açıklar. İkincisi ve bununla birlikte İmparatorluk, toplumu -Foucault’ya referansla- biyo-iktidarın denetimi ve baskısı altında inleyen bir organizma olarak tahayyül ediyor, çokluğun eylemine dayanan hiyerarşisiz demokratik yaşam/özyönetim alanları öneriyordu. Böylece bir yandan kapitalizm içi niteliğiyle ana akım burjuva düşünürlere, diğer yandan anti-iktidar, özyönetim ve yatay örgütlenme söylemleriyle muhaliflere göz kırpıyordu. Bahsettiğiniz ilginin iki ana yönü bu olsa gerek.

Yeni küresel “sınıf” olarak Çokluk nasıl bir sosyo-ekonomik temele sahip ve yazarları tarafından nasıl açıklanıyor?

Hardt ve Negri, üretimin ve dolayısıyla toplumun postmodernleştiğini ileri sürüyor. Buradaki temel vurguları, “maddi olmayan” ürün üretiminin toplumsal yaşamın temelini oluşturduğudur: Bilgi, teknoloji, medya içeriği, iletişim, yazılım, hizmet, eğlence, oyun vb. Böylece bu “maddi olmayan” ürünleri üretenleri “maddi olmayan emek”, bunun tüm toplumu sarmasını da yeni bir sınıf oluşumu olarak görüyorlar. Onlara göre ekonomik sınıflar arasındaki çizgiler silikleşirken, kimliklere dayalı hareketlerin “maddi olmayan” üretimin bir unsuru haline gelmesiyle (yani “toplumsal hayatı üretmesiyle”) yeni bir sentez ortaya çıkıyor: herkesin kimliğine saygı duyulan çokluk. Bu açıdan, açıkça ifade edilmese de bu post-otonomcu yaklaşımının karşılığını Türkiye’de de görmek mümkün: liberal solun –yer yer “sosyalist” solu da kapsayan- demokrasi anlayışındaki kültürel çoğulculukla sınırlılık, PKK lideri Abdullah Öcalan’ın “iktidarsız” ama sermayeli “demokratik konfederalizm” projesi; Gezi direnişinde kimi aktivistlerin ileri sürdüğü 19. yüzyıl ütopizminin sınırlarını bile aşamayan sınıflar üstü bir birlik/komün arayışı; sol kooperatifçilik vb… Bunların tamamının muhaliflik düzeyleri değişen sol-liberal bir aile oluşturduğunu söyleyebiliriz. Hepsinin temel zaafı, tüm iddialarına rağmen kapitalizmi aşacak bir ufka sahip olmamaları.

Zaaf dediniz; ama soruyu daha da ilerletirsek bu bir zaaf mı yoksa saf belirleme mi?

Zaaf. Çünkü, kapitalizmi aşma gibi bir söylemleri var. Birbiriyle bağlantılı iki iddiaları var: Bir; tarihsel deneyimlerle görüldü ki, üretim ve dağıtım araçlarının toplumsallaştırılması olarak sosyalizm başarısız oldu, bürokratik ve baskıcı bir rejim kuruldu ve böyle olmak zorundaydı. Bu iddia doğru değil. Sosyalizmle insanlık tarihinin en ileri kazanımları elde edildiği gibi diğer kapitalist toplumlarda da temel hakların kazanılmasına zemin hazırladı. Sonradan bürokratikleşip yozlaştığı doğru ama tarihsel deneyimlerden yararlanarak bu sefer buna izin vermeyecek önlemleri almak da imkansız değil. İkinci iddiaları; halk hareketlerinin iktidar olmadan, mevcut kapitalist devlet aygıtına dokunmadan, yerel -özyönetimsel- kurtarılmış yaşam alanları yaratarak kapitalizmin aşılacağı. Buradaki atlanan kritik soru şudur: kapitalizmin üzerinde yükseldiği üretim araçlarındaki özel mülkiyet kaldırılacak mıdır, egemen sınıfların iktidarı yıkılacak mıdır? Bu soruların cevabı evetse; üretim araçlarını herhangi bir kimlik grubu değil ancak onları kullananlar el koyup kontrol edebilir, yani kapitalizm ancak bir sınıf hareketi ve ittifakı (tüm ezilen toplumsal gruplarla) ile aşılabilir. Egemen sınıfın iktidarı yıkılacaksa ve yeni toplum kendisini koruyacaksa, anarşistlerle 150 yıllık tartışmaya referansla; yeni tipte “savunmacı” ve kurucu, ama emekçilerin bizzat yönettiği demokratik bir geçici “devlet” -devlet olmayan devlet- iradi isteklerimizden bağımsız olarak zorunludur. İşte, bahsi geçen hareketler, bu iki ana olguyu göz ardı ettiklerinde kapitalizmi aşmak bir yana kapitalizm içi bir platformda sağdan sola, soldan sağa sürükleniyorlar. Özetle bu; liberalizmin sınırları içindeki “radikal solculuk”tu.

Peki “maddi olmayan” ürün üretiminin toplumsal yaşamın temelini oluşturduğu tezinin teorik ve ampirik açıdan kanıtları nelerdir? Gerçekten de “maddi olmayan” ürün üretiminin kapitalizmde yeni bir dönemin hakim biçimi mi?

Maddi olmayan ürün üretimi ile eğitim, sağlık, bakım vb. hizmetler; pazarlama, yazılım, AR-GE, finans, sigortacılık, hatta abartarak yardımlaşma, konuşma, tartışma sonucunda elle tutulabilir bir meta üretilmeyen tüm faaliyetleri kastediyorlar. Yazılım, AR-GE, bilgi üretimine referansla maddi olmayan üretimi sağlayan emeğin entelektüel, yaratıcı, iletişimsel, duygulanımsal olduğunu ileri sürüyorlar. Böylece artık üretimle birlikte emeğin de postmodernleştiğini savunuyorlar. Kuramsal kanıtları bu. Ampirik kanıtları ise yok gibi. Bütün kitapları içerisinde görebildiğim tek örnek, Çokluk’ta verdikleri yarım sayfalık bir istatistik. Buna göre yardımcı sağlık elemanı, doktor sekreteri, sosyal hizmet görevlisi, fizyoterapi yardımcısı, bilgisayar yazılım mühendisi vb. maddi olmayan işler giderek artış gösteriyor. Uzun ve önemli bir tartışma ama burada uzatma şansımız olmadığı için buna karşı dört dayanak sunmakla yetineceğim:

Bir; bütün bu analiz elle tutulabilir-elle tutulamayan ürün ayrımı gibi yanlış bir yöntemsel kabule dayanıyor. Endüstriyel üretim, hizmet üretimi, bunlarla bağlantılı bilgi üretimini kapitalist üretim ilişkilerinin bütünselliği içerisinde ele alma becerisini gösteremiyor. Bütünselliği gözden kaçınıp, onu kapitalist bağlantılarından koparıyor, hatta komünal ve özgürleşimci bir özerklik atfediyor. Kapitalizmin analizi açısından mevcut toplumsal ilişkileri doğru bir biçimde kavramayı engelleyen bir bakış açısı bu.

İkincisi; daha felsefi bir tartışma gibi. “Maddi” ve “maddi olmayanı” “fiziksel” ve “fiziksel olmayana” indirgeyerek, bütün bu süreçlerdeki emeğin gayet “maddi” süreçlerini göz ardı ediyor. Örneğin pazarlamacının, herhangi bir işçi gibi zihinsel ve bedensel olarak harcadığı emeğin kapitalist niteliğinden çok, oldukça abarttığı entelektüel niteliğini öne çıkarıyor. Mekanik bir düalizme sürükleniyor.

Bilgisayara veri girişi yapan vasıfsız bir işçiye “veri giriş uzmanı”, temizlikçiye “hijyen operatörü” deyince ya da altında hiçbir personel olmayan birisini departman müdürü yapınca, herkese bol keseden unvan dağıtınca maalesef işin vasfı otomatik olarak yükselmiyor.

Üç; bahsi geçen işler Hardt ve Negri’ye göre yaratıcı, entelektüel “maddi olmayan” işler. Oysa kanıt olarak sunduğu istatiktiklerdeki işlerin önemli bir kısmı vasıfsız, niteliksiz, tekrara dayalı. Kapitalizmin işleri vasıfsızlaştırıcı yönünü göz ardı ederek yeni bir emek çağına girdiğimizi ileri sürüyor. Oysa çelişkili bir süreç işliyor; bir yandan yaratıcı işgücüne ihtiyaç artıyor, diğer yandan “maddi olmayan” işlerin önemli bir kısmı vasıfsızlaşıyor.

Dört; kapitalist rekabet bilgi üretimi ihtiyacını arttırdı. Doğru. Ancak günümüz kapitalizmi, burada açamayacağımız bir çok olgudan görülebileceği gibi toplumun çok büyük bir kısmını proleterleştirdi ve toplum bu emekçilerin ürettiği artı-değere çeşitli mekanizmalarla el koyulması temelinde işliyor. Bütün işler, Negri ve Hardt’ın ikincilleştirdiği kapitalist artı-değer sömürüsü zeminde şekilleniyor. Dolayısıyla ortaya çıkan yeni işler, kapitalizmin yeni bir aşamasını değil, toplumsal yaşamın tüm alanlarında yoğun bir metalaşmaya ve proleterleşmeye işaret ediyor.

Ampirik açıdan kanıtları “yok gibi” dediniz; emek, değer, sınıf gibi kavramların rafa kalktığı iddia ediliyorsa bu tezleri destekleyecek ampirik kanıtlar neden yok?

İtalyan operaist geleneği, resmi (Avro)komünist partinin uzlaşmacılığı ve dogmatizmini eleştirirken bir tür dogmatik “yeni” arayışına girdi. Kimi olgu ve eğilimleri, toplumsal gerçeklikten koparak son noktasına kadar götürdü. Örneğin çeşitli toplumsal hareketleri, “toplumsal fabrika”daki sermaye egemenliğine karşı olan işçi sınıfının yeni bileşimi olarak tanımladı. Böylece feministler, çevreciler, gençler herkes otomatik olarak işçi sınıfına dahil edildi. “İşçi sınıfı mücadele içinde oluşur” gibi genel bir doğrudan “öyleyse sermayeye karşı mücadele eden herkes işçidir” sonucunu türetti. Bu kolaycı türetmeler, klasik/“düz” mantık içerisinde doğru gibi gözükse de işçi sınıfının bu biçimde tanımlanması, onun kapitalist ilişkiler içindeki şekillenişini göz ardı ediyordu. Bu yöntemsel türetmecilik, teknolojik ütopyacılık ve dogmatik bir yenilik arayışı, bazı olgulardan hızla yeni kavramlar geliştirmeye zemin hazırladı. Türetmecilik ampirik kanıtlara ve gerçek toplumsal olgulara bakmayı giderek gereksizleştirdi.

Bir karşılaştırmaya gitmek istiyorum çünkü kitabınızda Hardt ve Negri’nin postmodern içerikli maddi olmayan emek’i ile Marx’ın ifade ettiği maddi olmayan üretim ve emek tartışmasının arasında bir ilişki olmadığını söylüyorsunuz hal böyleyken aradaki tanım ve farklar nelerdir?

Hardt ve Negri, maddi olmayan emek ile postmodern çağda entelektüel ve yaratıcı emeğin hegemonik hale geldiğini, bu açıdan emeğin postmodernleştiğini ileri sürüyor. Marx’ta ise maddi olmayan emek kavramı, hegemonik bir biçim olmak bir yana sadece betimleyici bir içerikte ve yer yer farklı anlamlar yüklenerek geçiyor. Dolayısıyla gerçekten de maddi olmayan emeğin işaret ettiği banka çalışanı, tezgahtar, yazılımcı vb. emekçiler var. Hardt ve Negri’de bunlar işçi sınıfından ayrı, hatta ona karşıt, yeni, entelektüel, hegemonik, postmodern ve enformatik bir toplumun kurucu unsuru olan bir “sınıf”. Marx’ta ise ayrı bir kavramsallaştırma değil, işçi sınıfı bütünselliği içinde bir grup emekçiye işaret eden betimleyici ve araçsal bir kavram. Tabi Marx’ın bu kavramı daha rahat kullandığı, bu açıdan emek olarak bile görülemeyecek kullanımları başka bir konu.

Proleteryayı sadece üretken emekle tanımlayan arı bir “işçici” tanımından, işçi sınıfının terki ile sonuçlanacak post-operaismo tanımına nasıl gelindi? Emeği sadece fiziksel emekle işçiyi de sanayi işçisi olarak yorumlayan geçmişteki indirgeyici bakış bu sefer post-operaismo da aynı indirgeyici bakışla ama “eleştirel” olarak terk edilmiş. Nasıl yorumluyorsunuz?

Aslında gerçek bir ihtiyaca cevap verme arayışı vardı. Bu, 1968 isyanı sonrası yükselen toplumsal hareketleri kapsama, onları açıklama ihtiyacıydı. İşçi sınıfını sadece sanayi işçileri ile açıklamak, onu toplumun küçük bir azınlığına indirgemek, dolayısıyla da toplumu bir orta sınıf toplumu olarak tanımlamak anlamına geliyordu. Operasitler, bunu kabul etmedi. İşçi sınıfının öncüsü olacak bir bölüğünü aramaya koyuldular. Negri ise “toplumsal işçi” -daha sonra “çokluk”- kavramı ile tüm toplumsal hareketleri işçi sınıfının kapsamına dahil etmek istedi. Ancak artık işçi sınıfı, kapitalist üretim ilişkileri ile şekillenen değil iktidar dışında kalan tüm toplumdu, “çokluk”tu. Bu anarşizmin “halk”ına, yeni toplumsal hareketler teorisinin “kimlikler” toplamına, postmodern kuramcıların şekilsiz, amorf, akışkan “yığın”ına, hatta liberalizmin “sivil toplumu”na çok uzak değildi. Hepsi sınıftan kaçış kampanyasının özgün tarihsel biçimleri olarak karşımıza çıktı.

Kitabınızda “unvan eflasyonu”ndan bahsediyorsunuz buna karşın “bilgi ekonomisi” tezlerini dile getirenler bu durumu, vasıflaşma, yaratıcılık, “entelektüel işçi” olarak değerlendirmekte. Öne sürülen bu tezler hakkında sizin görüşünüz nelerdir?

Bilgisayara veri girişi yapan vasıfsız bir işçiye “veri giriş uzmanı”, temizlikçiye “hijyen operatörü” deyince ya da altında hiçbir personel olmayan birisini departman müdürü yapınca, herkese bol keseden unvan dağıtınca maalesef işin vasfı otomatik olarak yükselmiyor. Kapitalizmin daha fazla yaratıcı işçiye ihtiyaç duyduğu doğru. Ama genel olarak işlerin büyük bir kısmını vasıfsızlaştırdığı da doğru. Yaratıcılığa ihtiyaç duyduğu kadar denetime de ihtiyaç duyuyor ve bu yaratıcılığı engelliyor. Yani kapitalizm çelişkilerle ilerliyor. Ancak şurası açık ki, genel eğitim düzeyi yükselmekle birlikte işçi sınıfının tamamını kapsayan bir “entelektüel” ya da “yaratıcı” özellikten bahsetmek mümkün değil. İşçi sınıfının hala çok küçük bir bölümü özel vasıf ya da yaratıcılığa sahip. Kapitalizmin ihtiyacı olanı da bu kadarı, belki biraz daha fazlası. Çok fazla “yaratıcı” işçi eğitip bu alandaki ücretleri düşürmek istese de bunlar “yaratıcı” işlerde çalışamıyor. Ancak literatürdeki “herkes çok yaratıcı olmalı” ısrarın altındaki gerçek neden, postkapitalist bir “bilgi” ya da “enformasyon” toplumunda yaşadığımız iddiasını, kavramsal olarak doğrulamak. Ama gerçek hayat buna uymuyor. Bilgisayara standart verileri giren işçinin unvanı ne olursa olsun, işi değişmiyor.

Sizce Hardt ve Negri’yi motive eden şey ne? İmaparatorluk ve Çokluk kime hitap ediyor? Bazı yazarların ifade ettiği gibi “ Sermayenin ileri sektörlerinde çalışan ayrıcalıklı işçilerin deneyimlerini anlamlandırma ve genelleştirme ihtiyacına bağlanabilir mi?”

Sonuç olarak, Batılı, “beyaz” ve “yüksek vasıflı” ve bu açılardan ayrıcalıklı işçilerin deneyimlerini dünya işçi sınıfının gerçeğiymiş gibi tüm olgulara boca ettikleri doğru. Kendi ifade ettikleri motivasyonları “yeni postmodern” toplumun yeni iktidar ve “sınıf” yapısını anlama çabası. Bana göre; özellikle İmparatorluk, Çokluk ve Ortak Zenginlik’teki gerçek motivasyonları ise birincisi sosyalizmin yenilgisinden sonra -ben bunu 1956’dan itibaren başlayan bir süreç olarak görüyorum- işçi sınıfının varlığını da reddeden postmodern dalgaya uygun bir muhalefet çizgisini kuramsallaştırmaktı. Bu motivasyonun diğer yüzü ise şu idi: o kadar ileri gitti ki, İmparatorluk’la bildiğimiz liberal küreselleşmecileri bile fazla rahatsız etmeyecek bir hat belirlendi. Tam da bu nedenle Negri, İmparatorluk’ta otonomcu geleneğin kavram setinden yararlanırken, ona hiçbir referans vermemeyi başardı. Çünkü günümüz “postmodern” dünyası, çok da rahatsız edilmemeliydi!

Arif Koşar Teori ve Eylem Dergisi’nde yazar ve yazı kurulu üyesidir. Doktorasını çalışma ekonomisi alanında tamamlamıştır. İlgi alanları arasında Marksizm, sınıf analizi, yeni iş ve çalışma biçimleri, metodoloji bulunmaktadır. Kitap çalışmaları: Negri, Sınıf ve Çokluk: Postmodern Özne Arayışının Eleştirisi, Maddi Olmayan Emek Teorisi: Kuramsal Bir Eleştiri (Derleme), Türkiye’de Esnek Çalışma: Kapitalist Üretim İlişkilerinde ‘Yeniden’ Esnekleşme (Derleme, Özgür Müftüoğlu ile birlikte).

Arif Koşar : Maddi Olmayan Emek Teorisi: Kuramsal Bir Eleştiri – Kor Kitap

Negri, Sınıf ve Çokluk: Postmodern Özne Arayışının Eleştirisi – Kor Kitap