Ana Sayfa Kritik Aydın Aydemir’in “Nâzım” Kitabı Bir Âlem…

Aydın Aydemir’in “Nâzım” Kitabı Bir Âlem…

Aydın Aydemir’in “Nâzım” Kitabı Bir Âlem…

 

SÖZ “NÂZIM” KONULU KİTAPLARDAN AÇILMIŞKEN

Tek Parti Diktatörlüğü’nün faşist-militarist kanadının 1938’de üzerine kapattığı kapı, 1964-65’te aralanıp açılmaya başladıktan sonra; “Nâzım Hikmet tabusu”, “Nâzım Hikmet fetişi” ve “Nâzım Hikmet fanatizmi” de alıp başını gitti…

Koca koca adamlar ellerine kalemleri kâğıtları alıp; kim ne kadar daha orijinal Nâzım Hikmet kitabı yazacak diye adeta yarışa çıktı.

1960’ların ortasında; devrimci öğretmen hareketinin içinde ve örgütünün önünde de bulunmuş, rahmetli Aydın Aydemir de bunlardan biri.

Aydın Aydemir’in yazdığı “Nâzım”ın “Gözden geçirilmiş, ek yapılmış” 6’ncı baskısı elimde. Önceki baskılarını görmüştüm, edinip okuduğumu da anımsıyorum, ama unutup gitmişim ki, bunu baştan sona epeyce titizlenerek ele aldım.

Kısacık “Sunu”da: “Bu kitaptaki belgeleri vermekle yetinmeyip, yıllarca belleklerinde taşıdıkları anılarını da bana aktaran Nâzım’ın kız kardeşi Samiye Yaltırım’a, eniştesi Seyda Yaltırım’a gönül borcumu ve saygılarını yineliyorum” dediğine göre Aydın Aydemir’in bu kitabını yazarkenki en büyük kaynağı Samiye Hanım.

Elbette, birbirlerini çok seven ve sayan iki kardeşten birinin, ünü dünyayı tutmuş ağabeyi hakkındaki tanıklığı çok önemli. Yaşları birbirine yakın olduğundan; aşağı yukarı birlikte geçen çocukluk, büyüme ve yetişme dönemlerinin tanıklığı, ele alınan öznenin yaşamının yazımını zenginleştirebilir. Ancak bu kız kardeşin ya da ailenin diğer fertlerinin; Nâzım Hikmet’in Türkiye Komünist Partisi’nin saflarında yer almasından sonra, partinin, yeraltının çok ağır koşullarında yürüttüğü mücadelenin perde gerisinden, kardeşlerinin ya da oğullarının mücadele arkadaşlarından ve benzeri şeylerden hiçbir bilgisi olamaz.

Nitekim Samiye Hanım’ın ve ailenin öteki bireylerinin Nâzım Hikmet’in ne TKP’li oluşundan ne partinin Toparlanış Kongresi’nin KUTV delegesi olarak Sovyetler’den Türkiye’ye gelişinden ne de kongreden sonra o partinin üst yönetiminde görev aldığından haberleri var…

İşin doğrusu böyle iken, Nâzım Hikmet’in Partililiği, Komünistliği yüzünden uğradığı tevkifatlar, yargılamalar ve dava arkadaşları bahsinde de kız kardeşi Samiye Hanım’ın tanıklığına başvurulması içinden çıkılmaz hatalara neden olur.

Örneğin alalım şu tutuklama haberini:

1932 yılının son aylarına rastlayan genel tevkifat başlıyor. Nâzım’la birlikte bir çok kişiyi tutukluyorlar.” (S.218)

İki paragraf sonraki cümle de; “Bu tutuklamada Nâzım’ın…” şeklinde başlıyor.

Tutuklamanın Doğru Tarihi…

1932 yılının son ayları Kasım ve Aralık olduğuna göre, o sıralarda ne genel ne de tekil komünist tevkifatı var… Ancak 6 Şubat 1932’de, Haliç’te Halıcıoğlu semtinde yapılan TKP’nin 3’ncü Kongresi’nin hemen arkasından 12 Şubat’ta Edirne’de başlatılıp 6 Mart 1932’de Samsun’la tamamlanan genel bir tevkifat yapılıyor. Bu genel tevkifat İstanbul’u da kapsamasına rağmen, Nâzım Hikmet’e ilişilmiyor, çünkü Nâzım Hikmet TKP saflarından kovulmuş…

Nâzım Hikmet’in tutuklanması meselesinin doğrusu ise şöyle:

Nâzım Hikmet, 1932 yılının sonlarında yayımlanan “Gece Gelen Telgraf” kitabı yüzünden 5 Mart 1933’te takibata uğramıştı. Bu davası nedeniyle Adliye’ye gidip geldiği sıralarda 18 Mart 1933’te; lideri olduğu kendi grubuna, yani Muhalif TKP’ye yönelik bir kovuşturma nedeniyle tutuklanarak Bursa hapishanesine (eylem yeri Bursa olduğu için) gönderildi. Bu örgüt davasından 1934 yılının ağustosuna kadar orada yattı…

Rahmetli Aydın Aydemir, salt Samiye Hanım’ın hafızasına güveneceğine, küçük bir araştırma yapıp, en azından 1989 baskı tarihli, Atilla Coşkun’un “Siyasal Yaşamından Kesitlerle NÂZIM’IN DAVALARI” kitabına ulaşsaydı işin doğrusunu öğrenip yazabilirdi…

Nâzım”ın yazarı rahmetli Aydın Aydemir’in heyecanlı ve kaba komünist bir üslubu var. Nâzım Hikmet’in şimdi de 1930’lardaki Babıâli yıllarını anlatacak, bazı gazetelerde takma isimle fıkra yazdığı dönemlerini açacak… Bakın neler yazıyor:

Nâzım mapusaneden çıktı. (1934 Ağustosu’nda Bursa Cezaevi’nden tahliyesini kastediyor. E.K.) Çıktı ama özgürlüğüne kavuşamadı. İdamını isteyen para babaları, emirlerine kul olan çevrelerle işbirliği yaparak, onu bir kaşık suda boğmaya çalıştılar. Yoksulların kanına ekmek doğrayan, onların alın terinden kaşâneler kuran bu çevreler, Nâzım Hikmet ismine bütün devlet kapılarını kapadılar.(Altını ben çizdim. E.K.) Açlığa mahkûm ederek onu susturmak yollarını denediler…” (Nâzım, S.230)

Bu üslup böylece dizginsiz şekilde devam edip gidiyor…

Hem ana hem baba tarafından paşalar soyundan geldiğini kitabının ilk başlarında uzun uzun anlatan yazar, bu yazdıklarını unutarak, karşımıza sanki 10 çocukla mağarada kalmış, yer demir gök bakır durumunda proleter bir Nâzım Hikmet çıkarıyor.

Bir de 1921’den beri tam 13 yıllık hem örgütsel hem bağımsız komünist bir kıdemi ve kimliği olan; “Nâzım Hikmet ismine bütün devlet kapılarını kapadılar” yazıklanması bir ömür… T.C. Devleti’yle, onun yasalarıyla, yasa adamlarıyla, nezarethaneleriyle, tevkifhaneleriyle, hapishaneleriyle haşir neşir olduktan sonra, sanki Nâzım Hikmet’in İstanbul’a vali yapılması gerekiyor…

Ömer Deniz” Gerçekte Kim Allah Aşkına!

Şimdi gelelim 1938 Kara Harp Okulu Davası’na.

Rahmetli Aydın Aydemir’in de bütün öteki fanatik Nâzımcılar gibi gözü dönmüş… Samiye Hanım’dan duydukları ve o döneme kadarki doğru olarak bildikleriyle yetinecek, biz okuyucularına da kabul ettirecek bunları…

Bakın, ona göre, Harp Okulu Davası’nın “özet-öyküsü” nasılmış:

Kara Harp Okulu’nda Ömer Deniz adında bir öğrenci. Çoğu kimseler gibi Nâzım’ın şiirlerine hayran. Bir de bu şiirlerin yazarını yakından tanısa pek sevinecek. Bu özlemi arkadaşlarıyla da paylaşacak. Nâzım’ı yakından tanıdığı için de arkadaşları arasında bir ayrıcalığı olacak. Sanat tartışmalarına da rahatça katılabilecek…

Ömer Deniz İstanbul’a uğrar. Nâzım da zaten İstanbul’da. Hazır gelmişken buraya, Nâzım’ı görmek gerek. Başlar aramaya Nâzım’ı Ömer Deniz. Bulur da…

Bu sıralar Nâzım İpek Film’de çalışmaktadır.

(…)

-Merhaba üstat, der üniformalı genç. Ben sizin şiirlerinize hayranım. Arkadaşlarım da öyle. Adım Ömer Deniz. Harp Okulu öğrencisiyim. Arkadaşlarımın da saygılarını getirdim.

Nâzım bu resmî elbiseli genci tepeden tırnağa süzer… Konuşmayı uzatmaz. “Ha-hu” der. Acele işleri olduğunu söyler, savar başından. Savar ama, düşünür de.

(….)

Açar telefonu Emniyet’e:

-Vaz geçin böyle tuzaklardan. Şimdi de resmî asker elbisesi giyerek peşime takılıyorsunuz. Bu işyerimi de tedirgin edip ekmek paramla oynamaya hakkınız yoktur, der ve çat kapatır telefonu yüzlerine.

(…)

Bir gün işinden yorgun argın evine döner. Bakar ki aynı genç evinde oturuyor. Ömer Deniz’e hoş geldiniz bile demez. Ne istediğini sorar…” (S.260-261)

Rahmetli Aydın Aydemir; sizin bu yazdıklarınıza şöyle karşılıklar versek, sizi ve beni okuyan insanlar neye karar verirler acaba?

Nâzım Hikmet’in şiirlerine hayran olmanın ötesinde, çok cesur ve atak birisi olan Ömer Deniz; babası öğretmen Avni Bey’den aldığı sosyalist düşünce ve terbiyeyle, Harp Okulu’ndaki devrimci öğrenci grubunun doğal liderliğine yükselmiş, o toy ve romantik halleriyle bu ülkedeki komünist hareketin önderinin olsa olsa Nâzım Hikmet olabileceğine inanarak kendisiyle temasa geçmek için aramaya çıkmasın Nâzım Hikmet’i?..

Nâzım Hikmet’i İstanbul’da arayıp bulmak pek o kadar zor bir şey değil, çünkü dönemin “matbuatı”nın dedi-kodu sütunlarında, Nâzım Hikmet’in İpek Film Stüdyosu’nda çalıştığı, hangi gazetelerde yazdığı, hangi yayınevinden kitabının çıktığı, nerelere takıldığı, kimlerle konuşup ahbaplık ettiği her gün okunabiliyor… Onun için de uyanık ve atak bir kimse olan Ömer Deniz, Beyoğlu’nda İpek Film Stüdyosu’nda Nâzım Hikmet’i kolayca bulabiliyor.

Nâzım Hikmet’in, Ömer Deniz’i “Ha-hu” deyip başından savdığına inanıyor musunuz Allah aşkına! Ciddi bir şeyler konuşmuşa benziyorlar.

Hem sonra, yukarıda da dediğimiz gibi, bu kez, örgütsel ya da bireysel 16 yıllık kıdemli komünist Nâzım Hikmet, İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nün “Komünist Masası”nın telefonuna bu kadar rahat nasıl ulaşabiliyor?

Hoş Emniyet’e telefonu da; Ömer Deniz’le bu ilk görüşmesinden hemen sonra değil, aynı yılın, yani 1937’nin Aralık ayı başlarında, evindeki görüşmeden sonra, durumu yakın eşi dostuyla değerlendirdikten ve onların böyle bir şey yapmamasını ikaz etmelerinin ardından edecektir…

Peki İpek Film Stüdyosu’nun holündeki ilk görüşmelerinde Ömer Deniz soğuk karşılandı, yüz verilmedi ise, birkaç ay sonra Nâzım Hikmet’in Nişantaşı’ndaki evinin adresini nereden bulup da girebiliyor içeri? Bu kadar yüzsüz mü bu adam, ilk karşılaşmada bir hüsnü kabul, bir sevecenlik görmese niye kalkıp evine kadar gitsin ki?

Nâzım Hikmet İşin Doğrusunu Açıklıyor…

Siz Nâzımcılardan, Nâzımistlerden, yani hepinizden daha samimi, içten ve dürüst olan Nâzım Hikmet’in kendisinin Balaban’a şu söyledikleri işin doğrusu olmasın sakın (Altını ben çizdim. E.K.)

Nâzım Hikmet’in kendisi, 1948 ya da 1949’da Bursa Cezaevi’nde, bir gün rahmetli İbrahim Balaban’a şunları anlatıyor:

Sonra telefon edince bir çuval inciri berbat etmişiz ya zaten… Meğer, giden delikanlı sahiden polis değilmiş. Ben Müdüriyet’e telefonla: ‘Nedir bu sizden çektiğim! Sizin başka bir göreviniz yok mu? Hiç yakamı bırakmıyorsunuz? Durmadan peşime adam katıyorsunuz! Hiçbir memlekette görülmüş mü böylesi, polisin, izlediği adamın evine kadar girmesi?’ dedim. Bunları öfkeyle dizip dökerken müdür: ‘N’oldu üstat, n’oldu?’ diye soruyordu… ‘Daha ne olacak ki dedim, Harbiyeli üniforması giydirdiğiniz bir polisi evime kadar sokuyorsunuz! Oturup karşıma bir de sorular soruyor’ dedim.”

(…)

Evet evladım, telefon etmekle adamlara iş çıkarmışım meğer… ‘Harbiyeli kılığına giren polis görevlisi var mı?’ diye bir soruşturma yapılıyor Müdüriyet’te… Ne böyle bir kılığa giren ne de buna benzer görev alan bir polis çıkıyor… Hal böyle olunca; ‘İstikamet Harbiye okulu! Marş! Marş!’ O güne değin hiçbir polis Harbiyeli kılığına girmemişken, o günden sonra bir çokları Harbiyeli olmuş. Derken, bana gelen öğrencinin kim olduğu anlaşılmış. Benim şiir kitaplarımı okuyanlar mimlenmiş. Ve derken bu kitapları okuyan öğrenciler deliğe tıkılmışlar. Günün birinde beni de tıktılar deliğe…”

Evet işin doğrusu bu!..

Üstelik rahmetli Balaban’ın “Şair Baba ve Damdakiler”i, sizin Samiye Hanım ve çevresiyle tanışıp “Nâzım”ı yazma hazırlıklarına girişmenizden bir yıl sonra, 1968’de yayımlandı. Altı baskıdır bütün o yukarıdaki saçmaları tekrarlayacağınıza, o kitaptan işin doğrusuna vakıf olabilirdiniz.

Bir de geçerken A.Kadir’in kitabından alıntı yapıyorsunuz Sayfa 262’de, ama hem kitabın adı hem de yayım tarihi yanlış. A.Kadir’in kitabı 1964’te değil “1966da yayımlandı, adı da “1938 HARP OKULU OLAYLARI VE NÂZIM HİKMET” değil1938 HARP OKULU OLAYI VE NÂZIM HİKMET”.

Büfeci Hamdi”ye 18 Yıl Hapis Ha!..

Şimdi gelelim Aydın Aydemir’in “Nâzım”ındaki “Bahriye (ya da Donanma) Davası” bahsine…

Özet çıkarmayı çok seviyor Aydın Aydemir. Şimdi de “Bahriye Davası”nı özetleyiveriyor:

Adına ‘Bahriye Davası’ denen olayın özeti şöyle:

Harp Okulu’nda Nâzım ve öğrencilere oynanan oyunun baş rolüne çıkartılan Ömer Deniz’in yerini, burada, Hamdi Alevdaş adında bir başgedikli alıyor. Bu başgediklinin görevi Yavuz gemisindedir.

Hamdi Alevdaş, Nâzım’ın bir arkadaşıyla tanışırmış. Onun adı da Hamdi imiş. Büfe işletirmiş. Nâzım’ın şiirlerinin bir çoğunu ezbere bilirmiş. Nâzım’la sık sık görüşürmüş.” (S.278-279)

Özet sürüyor:

Yavuz gemisinde görevli başgedikli Hamdi Alevdaş, sivil Hamdi’yle güya dostluğu bir hayli ilerletmiş. (Yazar, başgedikli Hamdi ile sivil Hamdi’nin dost olabileceklerine bir türlü inanamıyor. E.K.) Ona iki de bir Nâzım’la kendisini tanıştırması için ricada bulunurmuş. ‘Peki’ demiş sivil Hamdi, başgedikli Hamdi’ye, tanıştırasıymış onları.” (Ne yapacağız şimdi: Yazar, sivil Hamdi’nin başgedikli Hamdi’yi Nâzım Hikmet’le tanıştırmış olmasını da kabullenemiyor! E.K.) (S.279)

Bundan sonrasını da ben özetleyeyim size isterseniz:

Kendisiyle tanıştırılan Hamdi Alevdaş’a Nâzım Hikmet; “Bahriyeliler cesur olur…”la başlayan bir nutuk çekmiş. Böylece örgütlenmişler (!). Hamdi Alevdaş da gidip bahriyeli öteki başgedikli arkadaşlarını örgütlemiş (!). Nâzım Hikmet’e, arkadaşı “Büfe İşleticisi” Hamdi’ye, öteki sivil ve asker kişilere bu örgütsel bağlantılar (!) nedeniyle verilmiş o ağır cezalar…

Yazının ilk başlarında söylediğimiz gibi; “Bahriye Davası”nın hikâyesini salt Nâzım Hikmet’in kız kardeşi Samiye Hanım’dan dinleyince, öncelikle, Türkiye Komünist Partisi’nin Merkez Komite üyesi, Politbüro’da Malî İşlerden sorumlu, 1929’dan itibaren Nâzım Hikmet’in Muhalif TKP’sinin önde gelen militanı Hamdi Alev Şamilof, karşımıza “Büfeci” ya da “Büfe İşleticisi” olarak çıkıveriyor.

Hayatı ve devrimci öğretmen hareketi içindeki yeri itibariyle rahmetli Aydın Aydemir’in; Türkiye’nin Tarihî Komünist Hareketi’ne yakın olmuş olacağı ön kabulünü gene de elden bırakmak istemiyorum.

1986 baskı tarihli “Nâzım Nâzım” adında, bir diğer çalışmasında konuştuğu kişilerden, Bahriye Davası mahkûmu “Seyfi Baba”dan (Tekdilek) da sorup öğrenebilirdi bu “Büfeci Hamdi”nin gerçekte kim olduğunu…

Gene yukarıda değindiğim, 1989 baskı tarihli, Atilla Coşkun’un “Siyasal Yaşamından Kesitlerle NÂZIM’IN DAVALARI” kitabından da öğrenebilirdi “Büfeci Hamdi”nin gerçek kimliğini…

Benim Aralık 2000 yılı baskılı, doğrudan Bahriye (ya da Donanma) Davası’nı konu edinen “Sintinenin Dibinde” kitabımdan da öğrenebilirdi “Büfeci Hamdi”yi…

Bir de “Nâzım”ın 280’nci sayfasında Aydın Aydemir, “Adı”, “Soyadı”, “Mesleği” ve “Verilen Ceza” başlıkları altında Bahriye Davası’nın Ceza Dökümü’nün tablosunu veriyor. “Mesleği” hanesinde Nâzım Hikmet “Yazar, şair” olarak gösterilirken “Hamdi Alev” “Büfeci” ve aldığı ceza “18 yıl”; Kemal Tahir Benerci “Yazar” iken, gene bir başka profesyonel devrimci (komünist) Hikmet Kıvılcımlı: “Doktor”…

Bu yaklaşımla, 80 küsur yıl sonra, Bahriye Davası’nın ne olup ne olmadığı anlaşılabilir mi?

Aydın Aydemir’in Samiye Hanım’dan duyduğu “Büfeci Hamdi”, aslında Hamdi Alev Şamilof’tur. Nâzım Hikmet’in 1922-1924 yıllarından Moskova’da KUTV’da (Doğu Emekçilerinin Komünist Üniversitesi) öğrenci iken tanıştığı, en samimi arkadaşlarından birisidir. Türkiye’ye dönüşlerinden sonra da, 1929’daki muhalif örgütlenmeye kadar Nâzım Hikmet’in ruh gibi ahbabı ve “yoldaşı”dır. 1929’da Pavli Adası’ndaki Muhalif TKP örgütlenmesinde de en yakın arkadaşlarından birisidir.

Büfeci Hamdi” Gerçekte Kim?..

Aydın Aydemir, bilir mi bilmem ama; profesyonel devrimcilik yapan komünistlerin hep görünürde bir işleri olur… Hamdi Alev Şamilof da; 1930’ların başında Pavli Adası’nın karşısında, Pendik’te, kır gazinosu-kahvehane karışımı bir yer işletmektedir. Yavuz zırhlısının Pendik-Kartal sahillerinde demirlediği zamanlarda karaya çıkan er ve erbaşlarıyla “gazino-kahvehane”sine gidiş gelişleri dolayısıyla tanışır. Bunların arasındaki Yavuz Başgediklisi Hamdi Alevdaş’la samimiyeti ilerletirler. Nâzım Hikmet’le Hamdi Alev Şamilof’un arkadaşlıkları, dostlukları, “yoldaşlıkları” ise su sızmadan devam etmektedir. Bahriye Davası’nda ortaya dökülen işte bu ilişkiler ağıdır.

Çizelgede, haydi diyelim ki, henüz daha birer sempatizan düzeyinde oldukları için Yavuz’un ve öteki savaş gemilerinin mensupları için, meslekleri belirtilirken “Başgedikli”, “Gedikli Üstçavuş” ve “Deniz eri” gibi sıfatların kullanılması normaldir.

Peki, o zamana kadar, mesleği olan “doktorluğu” hiçbir zaman icra edememiş profesyonel devrimci (komünist) Hikmet Kıvılcımlı’yı “doktor”; öteki mücadele arkadaşlarını, Kerim Korcan’ı, Fatma Nudiye Yalçı’yı, Emine Alev’i (Şamilof’un eşi TKP’li “Berber Emine”) “sivil” olarak tanımlamak ne derecede doğrudur?

Kimseler kusura bakmasın ama ben bu, rahmetli Aydın Aydemir’in “Nâzım” adlı biyografisini pek yeterli, doğru ve düzgün bir kitap olarak göremedim.

Ta en başlarda söylediğim gibi; kız kardeşi Samiye Hanım’la ve öteki kan bağı olan insanlarla yapılan konuşmalar, bazı gerçek belgeler ve tanıklıklarla da beslenerek, 463 sayfalık bir şişirme yerine, daha makul bir hacimde, naif bir Nâzım Hikmet biyografisi olsa daha fonksiyonel olurmuş gibi geliyor bana…

 

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl