Albayrak 2000’ler şiirini okumaya başladığında ister istemez “şiir böyle okunmaz” demek zorunda kalıyorum. Şiirin teorik olarak okunmasının birden fazla yolu olduğunu biliyoruz.

B. Sadık Albayrak’ın EK Dergi’de yayımlanan ve 2000’ler şiirini Cenk Gündoğdu’nun hazırladığı 2000’ler Şiiri Antolojisi üzerinden okumaya çalıştığı yazısı şu anda dolaşımda ve gündemde. Tepkiler “eleştiriye hasret kalışımız, aldığı tepkilerden belli” ile “şiir böyle okunmaz” arasında salınıyor.

Albayrak yazıya “İki binler şiiri, birbirini besleyen iki korkunun ürünüdür. Birincisi ve asıl olanı, tekelci düzenin yaşamın her alanında kurduğu baskının ürettiği korkudur. Bu korku yalnızca devletin şiddet araçları eliyle işlenen infaz, işkence, hapishane korkusuyla sınırlı değildir, işsizlik korkusu, yoksulluk, kredi kartı borçlarını ödeyememe korkusu, işe yetişememe, patrondan azar yeme korkusu, üniversiteyi kazanamama vb. yaşamın bütün ayrıntılarına sinmiş korkular karmaşasından oluşur.” tespiti ile başlıyor.

Bu korku 2000’lerde ve şu anda da hayatta olan ve hayatta kalmaya çalışan tüm insanların ortak korkusu. Şair de uzaydan gelmediği, para kazanmak ve hayatta kalmak için yazı ve şiir dışında başka işlerle uğraşması gerektiği için elbette bu korkunun tam içinde yaşıyor ve bu yüzden de bu korku şiirini hem besliyor hem de onu tüketmeye çalışıyor. Şair “Biz ekmek paramız için direniş yapıyoruz, aman aramıza siyasiler karışmasın” diyen, 12 Eylül’ün ve daha sonra gelen Özal Dönemi’nin elimizde kalmış sonuçlarından biri olan otomotiv işçilerinin yaşadığı bir dünyada şiir yazıyor. Korkudan beslenmesi, yazılan şiiri suçlamak için geçerli bir sebep midir ya da korkuyla yazılan şiiri kötü diye nitelemenin dayanağı nedir, yazıda cevabı olmayan sorular. Yazının ilk bölümünden Albayrak’ın ne demek istediği anlaşılmıyor ama yazının devamında düşüncelerine ulaşabiliyorsunuz.

Malumun ilamı yazıya giriş için kullanılmak zorunda olduğundan Sadık Albayrak’a söylenecek başka bir şey, şu aşamada yok. Ama bundan sonrasında işler açık bir biçimde sarpa sarıyor.

Albayrak 2000’ler şiirini okumaya başladığında ister istemez “şiir böyle okunmaz” demek zorunda kalıyorum. Şiirin teorik olarak okunmasının birden fazla yolu olduğunu biliyoruz. Yapısalcı eleştiri ya da psikanalitik eleştiri bu şiir okuma yöntemlerinden yalnızca ikisi. Pratiğe, yani Okur’un şiirin karşısında konumlandığı ve okuma eylemine başladığı ana döndüğümüzde ise şiiri sonsuz bir okuma ve anlamlandırma yolu bizi bekliyor. Milyarlarca göz ve onun yarısı kadar da zihin.

Şiir yanlış bir okuma ile okunabilir. Parçalara ayrılıp parçalardan bütünsel ya da paramparça bir anlam çıkarılabilir. Serbest çağrışımlarla yazılmış bir şiir ile karşı karşıya olduğumuzda ise çağrışımları izler ve kendimize anlamlar çıkarmaya çalışırız. “Bülbülü eti için öldürmek” istemediğini söyleyen başkaları ise anlamı boş verip kendini sözcüklerin akışına kaptırabilir. Çağrışım psikanalizin de yoğun olarak yararlandığı bir alan. Anlamlı cümleler kurduğunuzda bunu planlı olarak yapabilirsiniz ama çağrışımlarda kendinizi ele vermeniz çok daha kolaydır. Ama Albayrak bunları ya istemsizce yapamıyor ya da yapmak istemiyor. Şiirde masif bir anlam arayışı içinde kayboluyor.

Albayrak şiiri okuyamamaya Hüseyin Kıran’ın Madde Kara şiiri ile başlıyor. Söz konusu antolojiye 5 bölümü birden alınmış şiire Albayrak 3. bölümden başlıyor. Şiirin öncesinde şehrin üst üste bindirilmiş, birbirine karıştırılmış maddelerden nasıl kurulduğu, sonra şehrin nasıl tek başına kaotik bir maddeye evrildiği ve orada, o kaosun içinde neler yaşandığı anlatılıyor.

İnsan korkar vardır gerçekte” dizesinde Albayrak “üç” felsefi kavramdan bahsederken korku’yu bu kavramların ya da felsefenin dışında bırakıyor. Oysa kendi eleştirisinde de ana izlek “korku” kavramı. Albayrak’ın hiçbir anlam veremediği dize kolay bir biçimde “insan korkar, vardır gerçekte” biçiminde okunabiliyor. Şiirsel söyleyişi bu denli gömmek sanırım bir miktar eski kafalı olmak ile ilgili. Albayrak şiirden alıntı yapmaya ve sanki kasıtlı bir biçimde anlamamaya devam ediyor:

insan korkar vardır gerçekte

korktum korkacağım kadar seyrek

ben maddenin hır hali hırçın hali

korkuyorum suda yürümek oldum ama

bir körün dinmez kuşkusuyla doluyum

korkumdan giderek iri bir nesne mi olsam

dürbünlü bu tüfekle gecenin leşine varsam

Hüseyin Kıran, s.71

İlk iki dizeyi birlikte okuduğumuzda da bütünlüklü bir anlam oluşturamıyoruz. Yedi dizenin dördünde korku ve beşincisinde de onu besleyen kuşku kavramı var. “İnsan korkar” gibi bir genellemeyle yola çıkıp “korktum korkacağım kadar seyrek” demekle ne anlatıyor. Mantıksal olarak “çok”la bitecek dizeyi “seyrek”le bitirerek kelime oyunu yapmak için mi yazıyor? “Korkuyorum suda yürümek oldum ama” ne demek?”

Korkuyorum suda yürümek oldum ama” çok basit bir biçimde İsa’nın öyküsü ile ilişkilendirilebilecek bir dize. “Korkuyorum, İsa oldum ama” diye de yazılabilirdi. Elbette Hüseyin Kıran bunu amaçlamamış olabilir; ama illa ki anlam arayan biri için bu çıkarımı yapmak da çok zor olmamalı. “İlk iki dizeyi birlikte okuduğumuzda da bütünlüklü bir anlam oluşturamıyoruz.” yargısı ise çoğul eki ile bildirildiği için, doğal olarak, Albayrak anlam çıkaramayınca bizim de çıkaramamış olduğumuzu anlıyoruz. (Yazılarını “biz” kullanarak yazan insanlardan her zaman korkmuşumdur. “Siz” kimsiniz, bu yazıyı başkalarının onayını da alarak mı yazdınız, diğerleri kimler, imzaları nerede, bu yazıyla hemfikir olduklarını söyleyen bu cemaat nerede yaşıyor?)

Oysa “insan korkar vardır gerçekte/korktum korkacağım kadar seyrek” dizeleri üzerine birkaç saniye düşünmek bile ortada korkan bir öznenin gerçeklikte var olduğu ve korkacağı kadar seyrek korktuğunu düşündürüyor. Yani aslında neyse onu anlatıyor. Kapalı bir şiir bile değil Kıran’ın şiiri, yalnızca dili bozarak kullanan bir şiir ki bunu eleştirmek şiirden yüzlerce yıl öteye savrulmakla eşdeğer. Albayrak yazısının içine serpiştirdiği gelenek, miras ve “nerede o eski şiirler” vurguları ile aslında buna özlem duyduğunu da belli ediyor. Ama özlem duyduğu şey de yalnızca sezilebiliyor.

Şiiri parçalamaya devam eden Albayrak, sıradaki paragrafta şiirden neredeyse bir anlam çıkarıyor ve “korkunun somutlaşmış hali”nden söz ediyor. Neredeyse anlayacakmış dediğim noktada yine “körün dinmeyen kuşkusu”ndan bir anlam çıkaramayan Albayrak’a şaşırmaya devam ediyorum. Çünkü kör olmayan, yalnızca gözlerini kapatıp yürümeye çalışan her insan, bu kuşkunun karanlığın içinde yaşamaktan ve o karanlığın içinde herhangi bir şeyden zarar görme tedirginliğinden kaynaklandığını anlayabilir ya da hissedebilir. Bu anlam da bizi içinde körleşmişçesine ve körlemesine yaşadığımız çağa atabilir. Yani, gerçekten bir şeyleri anlamaya niyetiniz varsa… Albayrak’ta ise “hiçbir imaj oluşmuyor.” Aslında körlük halini düşündüğünüzde bir imaj oluşmaması da şiiri destekler nitelikte ama Albayrak’ın böyle bir pozitif düşünceye hiç niyeti yok.

Albayrak ilginç bir biçimde “TOPLUMSALLIKTAN KAÇAN ŞİİR” başlığı ile devam ediyor ama Kıran’ın şiirinin yazıya alınmayan bir bölümü “et obur şehir/kınımdan sıyrılma vakti gelmiştir/çelik kasaların eridiği bir yangın gerek sana” dizeleri ile devam ediyor. Yalnızca üç dizede et yiyen vahşi bir şehre karşı bıçağın kınından çıkması ve kapitalizmin en sağlam simgelerinden çelik kasaların erimesinden söz ediliyor. Bu dizelerin suya sabuna dokunmaktan korkan şair tarafından yazıldığını ima etmek kasıtlı bir görmezlikten gelmeyi akla getiriyor. Ya da Albayrak’ın istediği Türkiye’de yazılan şiiri epeyce köreltmiş olan Slogancı Dönem’e geri dönmek. Elbette, hep birlikte karar verirsek çivi yazısına kadar da dönebiliriz. Ya da biraz daha geriye gidip mağara duvarlarına piktogramlar çizebiliriz.

Şairin Görevleri

Zamanın ruhuna müdahale etmek her birimize verilmiş ve uymak zorunda olduğumuz bir görev olmasa da ilerlemenin biraz da böyle sağlandığını ben de düşünüyorum. Yani ben birtakım sorumlulukları olduğunu düşünen ama bunu başkalarına dayatamayacağını söyleyen bir düşünceden geliyorum. Ortada bir suçlu olmasa da artık iktidarını tamamen kaybetmiş bir özne olduğunu söylemek mümkün. Ama zamanın ruhundan bu kadar uzak bir şiir eleştirisi ile ne yapabiliriz, bunu bilemiyorum.

2000’ler şiirinin toplumsal olmadığını söylemek 2. Yeni’nin toplumsal olmadığını söylemeye benziyor. Belki de Toplumsal’la Siyasi’nin ayırımını yapmamız gerekiyor: Şiir, öznenin sıkışmışlığından, korkularından, gelecek kaygılarından bahsettiğinde toplumsal şiir olur. Çünkü bireyin içine düştüğü, çıkmak için boğuştuğu her durum bireysel olduğu kadar toplumsaldır da. Siyasi şiir ise bir çözümle gelir. Onun altında yatan bir doktrinler bütünü vardır. O teorik olarak inşa edilmiş bir iktisat dünyasına ulaşmayı amaçlar. İkisini birbirine yanlış okumalarla düşman etmek ise sadece elimizdeki, artık çok zayıflamış silahlardan olan şiire bir kurşun daha sıkar. Oysa intiharlar çoktan ertelendi, “toparlanın; kalıyoruz” denildi ve zayıf da olsa bir çözüm arayışı halen devam ediyor. (Günümüzde önümüze çözümlerle gelen bir şiirin nasıl bir geçmiş zaman parodisi olacağı ve bu parodinin nasıl aşılacağı ise benim için büyük bir muamma.)

Okuduğu şiirlerde biraz fazla anlam arayan bir okur olarak yine de ben 2000’lerde yazılan ve şu anda da yazılmaya devam edilen şiiri bir çözüm arayışı olarak düşünmekten yanayım. Ancak bunu yaparken Anlam’ın benim dünyaya verdiğim anlam olmadığını bilecek kadar da çok yaşadım. En basit cümlenin bile birçok anlama geldiği, iletişimin neredeyse tümden yanlış anlamalar yoluyla kurulduğu bir çağda yaşayan ve yazan bir şair olarak da daha fazlasını isteyemem. Ancak kapitalizmin şizofrenik dilinin şair tarafından reddedilmesi ya da sahiplenilmesi mi gerektiği sorusu tartışılabilir. Yine de bunun yazılmış şiirlerin içinde cımbızlama yöntemi ile yapılamayacağını düşünüyorum. Bu ikilem sadece şairin kişisel olarak sorup cevaplayabileceği bir soru. Çünkü ham da olsa olgun da olsa manifestolar çağını çoktan geride bıraktık. Belki de şairi bir kurtarıcı ya da kurtarılmanın bir parçası olarak görmek yerine geleceğe şiirsel belgeler bırakan birisi olarak görmek çok daha kolay olabilir.

Benjamin’in de yazdığı gibi, cennetten esen bir fırtına Melek’in kanatlarına dolanmıştır ve bu fırtına öylesine güçlüdür ki artık kanatlarını kapatamaz. Fırtına onu sürekli olarak sırtını dönmüş olduğu geleceğe doğru sürükler; önündeki yıkıntı yığını ise göğe doğru yükselmektedir. Bizim ilerleme olarak anlandırdığımız, işte bu fırtınadır.

Güncel şiir de gözün gözü görmediği bu fırtınada bir şeyleri seçmeye çalışan şair tarafından yazılmaya çalışılmaktadır. Ben kendi adıma şişman kadın sahneye çıkmadan şovun bitmeyeceğine inanmaya devam ediyorum. O durumda bile şişman kadına şiir yazan birileri mutlaka çıkacaktır. Sonuçta bir enkaz raporu da istenildiği takdirde şiirsel olabilir.