Ana Sayfa Kritik “Bilinç”, “anlam” ve sevginin beşeri-politiği: Seviyorsanız savaşın

“Bilinç”, “anlam” ve sevginin beşeri-politiği: Seviyorsanız savaşın

“Bilinç”, “anlam” ve sevginin beşeri-politiği: Seviyorsanız savaşın

Homo sapiens’in evriminin bir noktasında gerçekleşen “bilişsel sıçrama”dan itibaren, insanların doğayla ve kendi aralarındaki ilişkileri ve bu ilişkilerin yarattığı hislerin, değerlerin, kültürün ve fenomenlerin gelişim dinamiklerini, bu ilişkilerin diğer hayvanlarda olduğu gibi baskın biçimde üreme ve hayatta kalmada sağladığı avantajların yarattığı evrimsel mekanizmalarla açıklamak yetersizdir. İnsan, yalnızca biyolojik determinizmle veya salt “pragmatizm” çerçevesinde anlaşılamaz.

İnsan, homo sapiens sapiens -kendi bilincinin bilincinde olan varlık- olarak evrimleştiği süreçle beraber, canlı/cansız tüm varlıkların birbirleri arasında bir bağ ve ilişki olduğunu sezmiş, bu ilişki ve bağ onu heyecanlandırmış, onda merak uyandırmıştır. Dış dünyayla, yalnızca hayatta kalma ve soyunu devam ettirme gibi hayvansal güdü ve ihtiyaçlarla değil; zihni ve duyguları aracılığıyla, merak, keşfetme, öğrenme, dönüştürme ve nihai olarak parçası olduğu evrenle daha “aşkın” bir bütünleşme arzusuyla ilişkilenmiştir. Dünyayı ve kendini tanıyabilmesini, ona yönelik tasavvurlar yaratarak, bu tasavvurlar doğrultusunda dönüştürebilmesini sağlayan bilinç, evrimin insana en büyük ‘lütfu’dur. İnsanı “anlam” arayışına iten bu anlama ve ayırdında olma yeteneği, onun diğer varlıklarla arasındaki yine “anlam”a içkin bir başka temel farkı ortaya koyar: Canlıların yaşamında, cansızlara hükmeden doğal (fiziksel ve çoğunlukla “dışsal”) kanunların yanında kategorik olarak ayrıştırılabilecek başka kanunlar da (biyolojik, kısmen “içrek”) rol oynasa da, kendisi hariç hiçbir canlı, kendisine, başka bir varlığa ya da olguya anlam atfedebilecek veya -varoluşun kendi döngüsünün yarattığı doğal “erekler” hariç- herhangi bir “amaç” arayışına girecek güdüye ya da yetiye sahip değildir. İnsan hariç her şey “öylece var olup gider”. Bu sebeple diğer hayvanlar “kendinde varlık”ken, insan, “kendisi için varlık” olma şansına sahip tek canlıdır. Ancak bunu başarabilmek için gerekli anlamlar manzumesini ve amacı, ne yalnızca kendi zihninin içinde ne de yalıtılmış olarak başka bir varlığın bünyesinde bulabilir. “Anlam” varlıklara, olaylara ve olgulara doğal haliyle tamamen içrek (/’gömülü’) gözükse de insana öylece sunulmaz, epistemolojik bir sıyrılmaya, zihnin, “şeyleri” çeşitli bağlamlara, örüntülere yerleştirdiği ‘kurallı’ bir soyutlama pratiğine ihtiyaç duyar. “Anlam” bir ölçüde insan tarafından atfedilmek, yaratılmak zorundadır.

Bu yüzden dış dünyayla bilinçli bir şekilde ilişkilenmek, onu dönüştürmek gerekir. (Dış dünyaya dair pek çok şey belki ‘yalnızca gözlemlenerek’ de anlaşılabilir. Ancak, bilinçli bir gözlem aynı zamanda bir ölçüde müdahil olmak, ‘dönüştürmektir’. Kuantum çift yarık deneyinin yalnızca gözlemlemenin bile yaşanmakta olan olayı etkilediğini ortaya koyuşunu hatırlayalım). Felsefe, kültür, sanat ve bilim bu temel üzerine yükselmiş, insana dair özgünlüğü en belirgin hasletlerden biri olan ‘dil’ bu çerçevede yaratıcılık kazanmış ve tarihle, sosyal evrimle etkileşim içinde, aşkın bir “canlı” varlık olarak gelişmiştir. İnsan zihni, her ne kadar önemli ölçüde dış dünyanın etkisi ve belirlenimi altında olsa da, ona bu koşulları bir erek doğrultusunda bilinçli bir biçimde değiştirebilecek yetiyi, dolayısıyla özgürleşme ve özneleşme imkanını sunar. “Özgürlük zorunluluğun bilincinde olmaktır” sözü “özgürlük zorunluluğu ortadan kaldırabilmektir” şeklinde de okunabilir. İnsan, ancak onu koşullayan şartları anlayarak eğip bükebildiğinde, ona meydan okuduğunda insan olabilir. İnsan, bir ölçüde, harekete geçmiş hayal gücüdür.

Doğanın insana en büyük armağanı olan bilinç, aynı zamanda onun en büyük “laneti”dir de… Artık hayatta kalmak ve neslini devam ettirmek yeterli değildir. İnsan, insanlığının bilincinde oluşunun ölçüsünde “anlam”a muhtaçtır. Bu ihtiyaç ve arzu, insanın yetenekleri ve imkanlarına ya da kişisel/çevresel kısıtları ve imkansızlıklarına bağlı olarak, onda coşku, haz ve gönenci ya da endişe, korku ve huzursuzluğu veya bunların karışımı olarak melankoliyi baskın kılar. Örneğin, bilindiği gibi, ilk mitik öğeler, insanın kendini daha aşkın bir varlığa, bir “mutlak tin”e bağlı hissetme dürtüsünün yanında, doğa olayları karşısında düştüğü korku ve çaresizlik sonucunda, yanlış anlamlandırmalarla ortaya çıkarak ilk mitolojik anlatılara yol vermiş, insanlığın sosyal ve tarihsel evrimiyle birlikte ilk sınıflı toplumlarla beraber ideolojik bir içerik kazanıp kurumsal dinlere dönüşmüştür. Mitoloji, ilkel çağlarda çocuklara anlatılan epik masallar ya da insanın kadim korkularıyla başa çıktığı ve oluşturdukları kolektiflerin iç bağlarını geliştiren kültürel mîmler dağarcığı olmaktan böylece çıkmıştır. Çıkışı itibarıyla, insanın toplumsal ve bilimsel yetersizliklerinin ürünü olsa da sistematik bir kötülüğe yol açması zorunlu olmayan bir anlatılar bütünü, egemen sınıflar elinde önemli bir baskı aracına dönüşmüştür. Mitoloji, dine dönüşürken masumiyetini yitirmiştir. İş elbette burada kalmamıştır. İnsanın bireysel ve kolektif tüm zihinsel ürün ve tasarımları egemen sınıflar tarafından iğfal edilmeyi beklemektedir. Felsefe, sanat, bilimsel çabalar, insanlığın tüm ‘tinsel’ faaliyetleri, sınıf mücadelelerinin konusu ve türevi olmuş, egemen sınıflar bu çabaları egemenliğini pekiştirmek için kullanmıştır. Bilinç lanetlenmeye, karanlığın zincirlerine vurulmaya çalışılmış ve böylece mutsuzluğu pekiştiren bir unsur olmuştur. Ancak köleliğinin bilincinde olmayan bir köle karnının doymasıyla yetinerek tam bir mutluluğu tadabilir (”Imbécile heureux”)*. İnsanın kendini çok yönlü olarak geliştirebileceği eylemlerin tüm kaynağı doğada, kendi güç ve yetilerinde, diğer insanlarla ve doğayla kurabileceği ilişkilerde mevcutken; tüm bu kaynakların keyfi bir biçimde kullanılmak üzere iktidarı, egemen sınıfların elindedir.

Kafa ve kol emeği birbirinden ayrılmış, zihinsel tasarımlar sınıflı toplumların üretim ilişkilerinin yeniden üretilmesine katkı sunduğu oranda değer kazanmıştır. Hayaller ve arzular artık egemen sınıfların; firavunların, kralların ve padişahların ayrıcalığı olmuştur. “Sıradan” insan, ezilen halk, artık yalnızca bu hayallerin askeridir. Bunun farkında olmak -eğer değiştirme iradesi yoksa- insanın ancak ıstırabını pekiştirebilir. Bu noktadan itibaren özgürleşmek için, daha gelişkin, keyifli ve mutlu bir hayat için yalnızca doğayı anlamak, onunla ilişkilenip dönüştürmek yetmez. İçinde yaşanılan toplumsal ve tarihsel koşulları da anlamak, insanı zincire vuranlara karşı siyasal bir mücadeleye girişmek gereklidir. İki ayak üzerinde durup ellerini kullanabilmeyle beraber insanın en güçlü silahı olan zihni, ancak tüm insanlığın kurtuluşu yolundaki mücadeleye koşulduğunda onu özgürleştirebilir. Aksi takdirde, insanın tüm zihinsel faaliyeti, farkında olsun olmasın, egemen sınıflar tarafından soğrularak onun prangalarını daha da sıkılaştıracaktır. Neyse ki, insanlığın muhteris efendilerine karşı soylu mücadelesi, tarihteki pek çok kırılma anında zihnin kolektif eserleriyle, felsefeyle, sanatla, bilimle ve sınıfsız bir toplum düşüyle buluşmuş ve toplumların örgütlü mücadelesiyle insanlığı ileriye taşıyan devrimleri yaratmıştır.

Materyalistler somut dünyanın zihni belirlediğini bilirler. Ancak, insanın gündelik düşüncelerini, duygu durumunu, psikolojisini ve hatta daha geniş uzamda ideolojisini yaşadığı şartlar koşullasa da, aradaki ilişki kırılmalı, kesintili ve sıçramalıdır, asimetriktir. Hayaller yaşamın her zaman önündedir ve yalnızca efsunlayıp uyuşturmazlar, doğru ve kararlı bir düşünme süreci-tavır-eylemler silsilesini beraberinde getirdiğinde, insanı daha üst bir praksise taşıyarak ilerletirler. Maddi ve ‘tinsel’ dünyanın bu asimetrik ilişki dinamiği, toplumsal ve tarihsel düzlemlere uyarlandığında da böyledir. İnsanlığın ortak ufku, arzu ve düşleri, hülyaları da var olan dünyanın çok ilerisindedir elbette. Sınıfsız, sınırsız ve sömürüsüz bir dünyaya, yoksulluğun tam olarak silindiği ve gerçek anlamda sevginin hüküm sürdüğü bir yeryüzüne kavuşabilmek için gerekli olan doğal kaynaklar ve teknoloji fazlasıyla yeterliyken, bunu gerçekleştirebilme doğrultusundaki kolektif bilişsel, zihinsel/’tinsel’ birikim daha da korkunç bir boyutta ileridedir.

Mesele insanlığın gelişkin zihinsel çabalarını ortak bir çabayla örgüleştirmek, doğrultu vermek, siyasal ve ideolojik bir çerçeve kazandırarak devrimci bir stratejiye bağlamak, bu çabaların hayatı ve mücadeleyi daha da derinleştirmesini ve zenginleştirmesini sağlayacak yollar açmaktır. Milyonlarca parlak zihin, tohumundan fışkırmak için çırpınan muazzam bir sanatsal yaratım gücü ve bilime yönelik heves, dünyayı gerçek anlamda bir cennet kılmak için mücadelenin bu kadim nehriyle buluşmayı beklemektedir. İnsanlığın barındırdığı -topyekûn içinde bulunduğu insanlık dışı koşullarla büyük bir çelişki halinde olan- muazzam potansiyele yapılacak vurgu, mücadelenin bu ‘aşkın’ yönünün de (zira mücadelenin ilk ve en önemli hedefi, insanlığı açlıktan, savaşlardan, yoksulluktan ve hastalıktan kurtarmak olsa da komünizm aynı zamanda büyük bir özgürleşme ve ‘kendini aşma’ kavgasıdır) giderek daha fazla insan tarafından kavranmasını sağlayacak ve onları bu mücadeleye daha teşne hale getirecektir.

Şimdi yazıyı biraz dağıtıp savurmak pahasına, “bilinç” ve “anlam” fenomenlerini farklı bir düzleme, insan ilişkilerine doğru serimleyelim. İnsanın, bilincin ona verdiği “yükümlülük” ve yetiyle, hayatta bütünsel bir anlam arayışı ve yaratma çabasında olduğunu söylemiştik. Bu arayışa, yaşanan toplumsal-tarihsel koşulların ve mücadelenin türevi olan çeşitli ideolojiler (din de dünyevi öğretiler de ya da new-age inanışlar da bunun içerisindedir) damgasını vurmaya çalışır. İnsanın, diğer bireylerle tekil olarak veya toplumla, hatta ailesiyle ilişkileri de bu anlam arayışı ve yaratma çabasıyla karşılıklı ve derin bir ilişki içerisindedir. İnsanlarla ve toplumla bu arayışa uyumlu oldukları ölçüde bağ kurarsınız, zaman zaman bağ kurduğunuz insanlarla hayata atfettiğiniz anlam ya da arayış iç içe geçer. Çevreniz bu yönüyle tamamen karanlık olduğunda yalnızlaşmayı da seçebilirsiniz, ki bir bütün olarak “anlam”a ve insanlar arasındaki bağa saldıran kapitalizm, bugün çoğunlukla bu yalnızlaşmayı dayatmaktadır -tercihen gelişen ilkinin yararlı olabildiği durumların aksine ikincisinin sonuçları çoğunlukla ölümcüldür. Düzen -ve düzenin ideolojik kodlarından sıyrılmamışsa aileniz de- çocukluğunuzdan itibaren kişisel fayda ve çıkarları merkeze koyduğunuz, dar pragmatist bir ilişkiler ağı kurmanızı salık verir. İleride kazanacağınız ideolojide, sınıfsal aidiyetinizin yanında sınıf atlama güdüsüyle kurduğunuz bu ilişkilerin de önemli bir yeri olacaktır. Böylelikle, yetişkinliğe doğru ve sonrasında temas kurduğunuz insanların statüleri ve ilişki ağları üzerinden size sunacağı olanaklar daha da önem kazanır.

Kapitalist meta toplumunun çizdiği bu yoldan “sapmazsanız”, emekçi bir aileden gelseniz de, kapitalizmin bir sanrı olarak zerk ettiği sınıf atlama güdüsüyle liberal ya da faşist olmanız muhtemeldir. Artık ilişkilerinizi belirleyen çoğunlukla yalnızca bireysel ve ekonomik çıkarlardır, insana, topluma ve dünyaya bakışınızdaki kıstaslar/değerler de bireysel çıkarlar ve kurduğunuz bu ilişkiler üzerine yükselir. Ancak, hangi toplumsal düzende ya da dar çevrede yetişirse yetişsin, hemen hemen her insan küçük yaşlardan itibaren insanın ve insan ilişkilerinin böylesine yoz değerlere ve bu kadar dar bir ufka, çerçeveye sıkıştırılamayacağını, insanda güçlü bir “bütüne meyletme, kendi öz varlığını daha geniş bir kamusallığa, dünyaya akıtma, evrenle bütünleşme” dürtüsü/arzusu olduğunu duyumsar. (Bu yüzden en çıkarcı olarak bilinenlerin dahi, ilişkileri salt çıkara dayanmayan hakiki birkaç arkadaşı olur). Hangi tutumun galip ya da baskın geleceğini, içinde yaşanılan toplumsal mücadelelerin seyri ve kişisel özellikler, tercihler ve çaba belirler.

Arkadaşlık, dostluk ve sevgililik ilişkisi de yine aynı dinamikler üzerinde filizlenir. Arkadaşlıkta yalnızca karşı tarafın statik olarak kişisel özellikleri veya aşk ilişkisinde evrimsel süreçten miras kalan fenotipe bağlı cinsel çekim (simetri, orantılılık, yüz hatları, geniş omuzlar, boy, doğurganlık göstergesi olarak algılanan geniş kalçalar vb.. cinsler için dış görünüşe dair çekici kabul edilen ne varsa) her zaman tek başına belirleyici değildir. ‘Sıradan’ arkadaşlıklar, doğalıyla daha pragmatik ve ‘rahat’/’yüksüzken’ (bu tür arkadaşlıkların ‘değersiz’ olduğunu savlamıyorum elbette); daha ileri boyutlu arkadaşlıklar, dostluklar ve gönül ilişkileri hayata atfedilen ve üzerine katmaya çabalanan o bütüncül “anlam”la iç içe gelişir. Atfettiğiniz veya yaratma çabasında olduğunuz anlamın yalnızca aynılığı, hatta benzerliği de değildir burada söz konusu olan. Elbette değerler, ortak ilgi alanları, fikirler vs önemlidir ancak ilgi ve sevgiye kaynaklık eden çoğunlukla karşıdaki insanın anlam yaratma mücadelesinin biçimi, ‘estetiğidir’, hayata yönelik genel tutumudur. Biraz da bu yüzden çok fazla ortak yönü olmayan, pek çok konuda farklı fikirlere sahip, hatta birbirinin kimi özelliklerini itici bulan insanlar da arkadaşlık veya sevgililik ilişkisi kurabilmektedir. Ki, sevginin kendisi de “yalnızca bir kişiye duyulan bağlılığın değil, genel olarak dünyaya karşı sergilenen tutumun ifadesidir” (Marx’ın sevgiye dair ünlü pasajını hatırlayalım).

Örneğin bu nedenledir ki, mizah anlayışı, dünyaya karşı takınılan tutumun gelişkinliğinin, inceliğinin ve kıvraklığının ifadesi olarak kişisel ilişkilerde (arkadaş gruplarında ‘inside joke’ların rolü buna örnek olabilir) ve toplumsal kültürde önemli bir yer tutar. Yine, örneğin insanları bağ kurma konusunda çeken zekânın önemli yönü, ‘niceliğinden’ çok kullanılış biçimidir. (“Zekâ” yerine -Türkçe’de tek kelimeyle tam karşılığının olup olmadığını bilmediğim- kıvrak, hazır cevap ve nüktedan bir zekâyı tek kelimeyle imleyen İngilizce “wit” sözcüğü buraya daha denk düşer sanırım). Toplumsal boyutta bir ölçüde “modası geçmiş”, piyasa toplumunun pespaye kullanımı ve ilişkileriyle içi boşaltılarak çiğleşmiş, piçleşmiş ve istihzai biçimde kullanılır hale gelmiş olsa da, “aşk” da bu ilişki çerçevesine bir ölçüde dahildir. Aşk, insanın, dünyayla olan karmaşık ve dolayımlı bağının başka bir insanla birlikte derin ve özgün bir biçimde yeniden ve yeniden yaratılmasıdır. Dünyayla kurulan bağın, insanı en heyecanlandıran dolayımı, bir birey olarak tarihin akışındaki rolünü kavrayıp insanlığın mücadelesinde saf tutmaksa; aşk rahatlıkla ikinci sıraya yazılabilir. Yaşamın yarattığı bütün yoğun ve karmaşık duygular âşık olunan insanda cisimleştirilir (“Aşk Jenny’dir, Jenny de aşkın adı”). Bu sebeple âşık insanın duyguları ve karşı tarafa yüklediği anlam bir ölçüde mistifiye edilmiş olsa da, ondan ayrı düştüğünde yaşadığı acı ve yıkım son derece hakikidir. Aşk ne yalnızca orta çağ romanslarına münhasır şövalye ve soylulara özgü bir fantezidir, ne -onu metalaştıran- kapitalizmin yarattığı bir delüzyon, ne de bütünüyle insana has bir zaaf veya patolojik bir vakıa… Fakat hayatın, sanatın ve popüler kültürün her yerine sinmiş bu ‘biricik’ fenomen, bugün tam da bu tariflere hapsedilmek üzere ağır bir saldırı altındadır. İnsan herhangi bir tarife uydurulacak bir biçimde âşık olmak ya da ona özel bir anlam atfetmek zorunda değildir elbette, onsuz da yaşayabilir hatta tercih etmeyebilir ama bu soylu duygunun kendisi savunulmalıdır.

Ortaya çıkışından beri kendi toplumsal yansıması olan üretim ilişkilerini yaygınlaştıran ve derinleştiren kapitalizmin, maddi hayata ve dolayısıyla (onun ‘tinsel’ yansıması olarak önemli bir yer tutan ve bu yazıda birbiriyle ilişkisi içinde ele alınmaya çalışılan) “bilinç”, ”anlam” ve “sevgi” fenomenlerine saldırısı şiddetlenmiş ve yeni bir nitelik kazanmıştır. Kapitalizm topluma ve insana saldırırken, hayatı kompartımanlaştırmakta, parçalamaktadır. Anlamlı bir hayat yaratma uğraşı kendi içinde inişleri ve çıkışları, kopuşlarıyla birlikte bütünlük ve süreğenlik ister. Bununla birlikte insanın kendini ve hayatı derinleştirecek uğraşlar için, gerekli maddi koşulların yanında, yeterli ve nitelikli boş zamana ihtiyacı vardır. Kapitalizm, “boş zamana”, fiziksel gereksinimler haricindeki en insanî ihtiyaçlar olan dinlenme ve eğlence üzerinden saldırır. Kimi zaman 16 saate kadar varabilen ezici çalışma koşullarında yaşayan emekçi yığınlar, işten arta kalan kısıtlı zamanlarında, doğal bir eğilim olarak, istikrarlı ve uzun süreli uğraş gerektiren faaliyetler yerine, anında ulaşılabilen, kolayca tüketilip hazmedilen, “kafa yormayan” metalara yönelmektedir. Gelişen teknoloji ve kapitalizmle bu alana sayısız farklı ürün/meta boca edilmektedir. Sosyalleşmek için paranız, zamanınız veya enerjiniz olmadığında ayaklarınızı uzatıp bir tuşa basmak ya da telefonu elinize almak yeterlidir. Sinema, seyir, oyun, sosyal medya, porno, alkol, uyuşturucu, endüstrileri/bağımlılıkları; Netflix’i, Amazon’u, Disney’i, Warner Bros’u, HBO’su, Holywood’u, Google’ı, Rockstar Games’i, EA Sports’u ve sosyal medya devleriyle, dijital dünyanın dijital medium ve tekelleri, bireyin yaşamıyla simbiyotik bir ilişki kuracak ölçüde hayata nüfuz etmiştir.

Hayatın temposu aralıksız biçimde dolu dizgin yükselmekte, ritmiyse sürekli bozulmaktadır. Zihinsel olarak tutarlı ve sağlıklı bir özne olabilmek için düzgün işleyen bir bellek gerekliyken, müstakil ve anlamlı bir yaşam için de kişisel bir “tarihe”/hikâyeye” ihtiyaç vardır. İnsan, gün içerisinde yatağından kalktığı andan uykuya dalana kadar “sürekli bir şeylerle meşgul”dür. Ancak neredeyse kesintisiz bir biçimde birbirini izleyen “an”lar, gün aşırı bakıldığında bir bağlama/bütüne oturmaya direnmekte, hayatın akışında daha süreğen halde yaratılmaya çalışılan bütünlüklü dizgelere (işlere/eylemlere/“hikayelere”) karşı galebe çalmaktadır. Bu durum, insanın emek gücüyle yarattığı sayısız parça metanın, kendini yaratan bütünsel emek gücünü vampir gibi emerek yok ettiği ilişkinin farklı bir soyutlama düzeyinde/hayatın zamansal uzamında gerçekleşmesidir. Cümleler bazen ardı ardına dizilmekte, zaman zaman epizotlar ortaya çıkmaktadır, ama hikâyenin kendisi bu epizotlar içinde yitip gitmektedir. Shakespeare’e atıfla “tüm dünya bir sahne”yse buradan dört başı mamur bir oyun değil; ancak, her sekansı kopuk, vasat ve komik olmayan bir absürt güldürü çıkabilir. Bugün insan hayatındaki tek süreğen uğraş ve ilişki mesleğidir. Kapitalist üretim ilişkileri içinde güvencesiz ve ağır çalışma koşulları, insanı kendine daha da yabancılaştırır, hayata anlam katmak bir yana, insanın yaşamını bütünüyle çürütür ve tüketir.

Yaşam bu kadar parçalanmışken, ideolojik olarak hiçbir şey vaat etmeyen post-modernizm, söylemsel düzeyde kaybetse de, kapitalist ilişkilerin derinleşmesi yoluyla gündelik hayata hâkim olmuştur. Yaşam, içinde anlam kazandığı tarihsellikten vakumlanırken, tüm büyük anlatıların çöktüğünü ilan eden kapitalizm, ideolojileri ve felsefeyi her şeyden yalıtık bir “birey”in yörüngesine oturtur. Kapitalizm, varoluş sancısı içindeki bireyin önüne yaşam felsefesi olarak aynı madalyonun iki yüzü olan narsisizm ve nihilizmi koyar. Birey, ya tüm dünyanın kendi etrafında döndüğünü düşünüp tüm metaların onun tarafından sahiplenilmeyi beklediği sanrısıyla bencil bir hırs içinde yanıp tutuşmaya ya da kendi yarattığı metalar dünyası karşısında tamamen güçsüz ve çaresiz olduğu düşüncesiyle ölüme kadar yaşama tahammül etmeye mahkûm edilir. Tüm bu tablo içerisinde, yoksulluk ve yoksunluğu Demokles’in Kılıcı gibi insanlığın tepesinde sürekli sallandıran kapitalizm, böylelikle, ona başkaldırılmadıkça manevi olarak da anlamlı bir yaşam ihtimalini ortadan kaldırır.

Kapitalizmin toplum ve birey için yarattığı iklim, sürdüğü toprak budur. “Anlam”ın yeryüzünden bütünüyle çekilmekte olduğu bu koşullarda, hakiki bir sevginin filizlenip ayakta kalabilmesi ancak istisnai veya geçici durumlara mahsustur. Sevginin yalnızca var olabileceği koşullar değil, bizzat mefhum olarak kendisi de kapitalizmin gazabından kaçamaz. “Aşk”, kapitalizm tarafından pazarlanabilir yönleriyle vıcık vıcık bir romantizm sosuna bandırılarak piyasaya sürülür, arta kalan tarafları karikatürleştirilerek gülünç veya dramatik unsurlarıyla bir posa halinde popüler kültüre kusulur. Kitlesel iletişim araçlarının sunduğu çok fazla insanla temas kurabilme imkânı, (insanlar arası ilişkilerde ağırlığı azalan anlam ve değerler karşısında pragmatizm ve kolaycılık yükselirken) insanların kolaylıkla gözden çıkarılabilir birer seçeneğe indirgenmesi olarak geri dönmektedir. Bu “seçenek” bolluğu ve hayatın hızlı akışı, en basit ilişkileri dahi sert bir rekabetin konusu haline getirmekte, sonuç olarak insanlar birbirlerine daha hoyrat ve acımasız davranmaktadır. Daha doygun, uzun erimli, derin bir his olan tutku (“passion”) yerini, “thrill”e (ani ve geçici heyecan) ve geçici bir şehvete bırakmıştır. Aşkınızın ilk katili kapitalizmdir.

Tüm bu ahval ve şerait içinde kapitalizmin keyfi yerindedir. Sermaye birikim süreci ne “bilinç”i, ne “anlam”ı, ne de “sevgi”yi umursar. Hatta onlara düşmandır. Zihinsel faaliyetleriniz, kapitalizmin yeniden üretilebilmesi için gerekli olduğu kadarıyla yeterlidir. Bilinç, kapitalizm için fazlalıktır. Piyasa toplumunun sunduğu plastik ideolojiler ve plastik duygularla yetinmeniz beklenir. Bunun için basit bir sürüngen beyni (“lizard brain”; beynin en eski ve ilk evrimleşen, basit yaşamsal güdüleri -”kaç” ya da “savaş” gibi- tetikleyen kısmı) ve bunun üzerine -insanlara değil- metalara karşı duyarlı olabilmek için anlık, geçici, basit duyguları algılayabilecek reseptörler yeterlidir. Kapitalizm insanı tüm ‘tinsel’ veçhelerinden soyarak onu yalnızca biyolojik bir varlığa indirgeme yönünde zorlar, bireyi et ve kemik yığını haline getirir. Burada da durmaz. İnsanın doğasındaki hayvanî güdüler dahi denetlenmeye, kısıtlanmaya, manipülasyona ve metalaşma süreçlerine tâbidir. Humanoidlerin (yarı insan yarı robot) icadını beklemeye gerek yoktur; kapitalizm aşılmadığı sürece, insan, varlığının yegâne amacı kendini şarj edebilmek olan yeni bir android türüne doğru evrilecektir.

Kapitalizm, insanın yaşama kıvancına dair her şeyi çalarken, bu şartlarda var olan bir yaşamı sevmemek olağan bir durumdur. Ancak meselenin daha korkunç ve tehlikeli yanıyla, kapitalizm toplumun hayata dair bütün hayallerini tüketmekte, insanlar giderek yaşamayı güzel ve anlamlı bir hayatı tahayyül edip onu kurabilmek için çabalayacak kadar bile sevemez hale gelmektedir. Yoksulluk, açlık ve çaresizliği intihar vakaları için “yeterli” görmeyip psikolojik nedenler arayan kapitalizmin arsız savunucuları bir buhran arıyorsa, buraya bakmalıdır. Varlık-yokluk kavgasının içine düşmek için yoksulluğun en dip sınırında olmak şart değildir. Bütün emekçilerin yaşamı bizzat bu kavganın kendisidir.** Yoksulluk ve savaş derinleşir, doğa ve yaşam tüm yönleriyle talan edilirken kapitalizm ve insanlığın elleri birbirinin boğazındadır. Yalnızca bir taraf hayatta kalabilir. Yaşama ve insanlığa yönelik sevgi ve anlamlı bir hayat, daha önce hiç olmadığı kadar, sermaye düzenine karşı başkaldırıya muhtaçtır. Bugün insanlığın anlam yaratma çabasının ve sevgi arayışının en yüce ifadesi kapitalizme karşı savaştır. Sentire aude!

Köse

*Imbécile heureux: Fransızca’da “mutlu embesil” anlamına gelen, “Ignorance is bliss” – “Cahillik lütuftur (/mutluluktur)” vecizine muadil sayılabilecek söz öbeği.

**Aytek Soner Alpan’ın, 2017’de işçi intiharları üzerine yazdığı köşe yazısında rast geldiğim, intihar eden emekçi ve komünist Michele Valentini’nin oldukça vurucu ve üzücü mektubu bu cendereyi tüm çıplaklığıyla ortaya koyuyor: “…Varlığımı ortaya koyamıyorum, dolayısıyla geriye yokluğumu ortaya koymak kalıyor. Mutlak hiçlik, kaderinizi gerçekleştirirken mutlu olamadığınız bir varoluştan her daim daha iyidir…”

Mektubun büyük bir kısmına yazıdan ulaşabilirsiniz: https://haber.sol.org.tr/blog/serbest-kursu/aytek-soner-alpan/ali-ve-michelenin-intihari-uzerine-185647

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl