Ana Sayfa Kritik Bir Değerlendirme: Bienal Biter, Şehir Sürer

Bir Değerlendirme: Bienal Biter, Şehir Sürer

Bir Değerlendirme: Bienal Biter, Şehir Sürer

Bu yazıda yer alan olumlu-olumsuz eleştiriler kurum ve şahıslar üzerine yazılmamıştır. Adı geçen kurum ve sanatçıların kişilikleriyle ilgili değildir, olamaz. Onları, etkinlik ve eserlerle buluşmak konusunda takdir eder ve yalnızca sanatsal bir deneyimin benzersiz vesileleri kabul eder, bunun başlı başına öneminin farkında olarak saygı duyar. Bu metin, sade bir bienal ve şehir izleyicisinin izlenimlerinden oluşan bir hafıza kaydından ibarettir.
16 Eylül’de başlamış olan 15. İstanbul Bienali 12 Kasım’da tüm hızıyla sona erdi. Bugün İstanbul’un en kapsamlı sanat etkinliklerinden biri üzerine yazmak, akılda kalan yansımalarına bakıp, onu şehrin metinsel hatırasına dönüştürmek amacı taşıyor.
1987 yılından bu yana iki yılda bir gerçekleşen bu çok geniş kapsamlı sanat etkinliği, sadece kendi geçmişiyle değil, mekanların, sokakların, tarihi yapıların, okul ve duvarların, bizzat şehrin tarihi izlerini kımıldatan, yenilerini bırakan, ayrıca müzelerin geçmiş haznelerinde, hafızanın tozunu alan bir esinti yaratmış olmalı.
Bienalin ana teması “iyi bir komşu” iken, onun nasıl birisi olduğunu sora sora gidilen mekanlar, yeni tanışılan sanatçılar, uluslararası bir etkinliğin İstanbul merkezinde toplanmıştı. Böylece komşuluk derken, evimizin kapı komşusundan, yaşadığımız ülkenin sınır komşularına, kültürel, politik ya da ekonomik komşuluk ilişkilerine uzanan çok geniş bir alanda “iyi bir komşu nasıl birisi?” demek mümkündü. Bienale özel hazırlanan afiş, kart, harita gibi materyallerde “İyi bir komşu sizinle aynı gazeteyi mi okur?” gibi sorular yer alıyordu. Bu metnin her bölümünün sonunda, soruları yeniden sorarak, yeniden düşünmek istendi.
2017 yılı bitmeden önce, böylesi bir “hafıza kaydı” önemlidir çünkü, bu yıl otuzuncu yaşına girmiş olan İstanbul Bienali, yaşamla bireyin temasının getirdiği olgunlaşma gibi, şehirle sanatın beraberliğine şahit olan izleyicilerin algısal gelişimi, beğeni kapasitesi, zevk alma becerisini de sorgulatarak büyüyecek gibi.

Bienalin ana altı mekanı, şehirdeki konumları, geçmiş, işlev ve yapısal özellikleri bakımından çeşitliydi: iki müze, bir apartman dairesi (atölye), bir okul, bir bina (bağımsız sanat kurumu), bir hamam.

 

Yoğunluk Atölyesi
Yoğunluk, 2013’te kurulan, sanat ve mimari kökenli İstanbullu bir sanatçı kolektifi.
Beyoğlu sokaklarında elinde bienal için hazırlanmış haritalarla yürüyenleri, Yoğunluk Atölye’sini ararken yakaladığınızı düşünebilirdiniz. Bulunduğu sokak, sıra sıra restoranların yer aldığı, güzel ve canlı karakterini muhafaza eden bir yer. Girişi, yan restoranla karıştıran liseli gençlerin, biraz önce adres sordukları yaşlı bir amca tarafından tatlılıkla azarlanmasına şahit olmak da mümkündü: “Orayı mı dedim ben size?! Tam yanı!”. Bienal, sohbetleri, iletişimi, karşılaşmalarıyla İstanbul sokaklarında keyifli bir gezintideydi.
Yoğunluk Atölyesi, Asmalı Mescit Mahallesi, Asmalı Mescit Sokak 23 numarada, bir apartmanın dördüncü katındaki dairede yer alıyor. Yoğunluk’un, “Ev” isimli enstalasyonu, deneyimin ses, aydınlatma, mekanın kendisi ile yönlendirildiği “izlenimci ve atmosferik” bir yapıda olmakla birlikte, aynı mekanda en fazla üç kişinin izleyebildiği bir eserdi.
Karanlık, eve girerken karşıladığı gibi, ziyaret süresince eşlik ediyordu. Bu sebeple, içeri girmeden önce kapıdaki bienal görevlisi, karanlıktan korkup korkmadığımızı sormuştu; bu soruyu karanlıktan daha ürkütücü bulmak da mümkündü. Ev’de nesnelere dokunmamıza izin veriliyor hatta teşvik ediliyordu. Bir şeyi algılayabilmek için beş duyumuz olduğunu, yalnızca birine bağlı olmadığımızı sevinçle hatırlayarak içeri adım atarken, göremediğine dokun, dokunamadığını dinle, duyamadığını izle formülleri, girişteki kalın siyah perdenin arasından içeri süzülerek önden buyur edildi.
Kapkaranlık evin içine girince, zayıf ışıkla, kısa aralıklarla gösterilen eşyalar, sonuna kadar açılmış gözbebeklerine doluyordu; zihnin sessizliğine dolan loş hatıralar gibi. Evin kişileri kayıp, anıları yerleşikti. Yemek masasından süzülen geçmiş sohbetlerin izleri, evde ahenkle gezinen müziğin nağmeleri, yaşamın mekanda bıraktığı izlerle, karanlığın izin verdiğince ve hayal edilenin netliği ölçüsünde görülebiliyordu. Belirip kaybolan nesnelere dokunma isteği, insanın özlemle hatırladıklarının silik güzelliğine ancak hayal ederek uzanılabileceğini düşündürürken, zamanın düş ve gerçek arasında sürekli düşürdüğü tuzaklara nasıl da gönüllü ve hatta muhtaç olduğumuzu somutlaştırır gibiydi.
“İyi bir komşu korkmadığımız bir yabancı mıdır?”

Küçük Mustafa Paşa Hamamı
Haliç’in karşı kıyısına geçerek, sahilde kısa bir yürüyüşün ardından ulaşılabilen hamam, yaklaşık altı yüzyıldır İstanbul sakini. Fatih Mahallesi’nde, Fatih Sultan Mehmet (1432-1481) döneminden kalma bu hamam, 15. yüzyıla (1477) tarihleniyor.
Bienalde hamamın iki bölümü de kullanılmış, üç kadın sanatçının işleri sergilenmişti. Eserler, hem kadınlar hem de erkekler bölümünde tüm mekana yayılmıştı.
Uzun yıllar hamam işlevini sürdürmesi, talep yetersizliğinden bir dönem kapalı kalıp, 2000’lerde restore edilip, kıyıda gelişen sanat mekanlarından birine dönüşen bu tarihi bina, mahalle sakinlerinin anılarını da içeriyor. Bienal vesilesiyle içeri girenlerden bazıları, duvardaki bir kabartma, taşlardaki bir deseni işaret edip, kendi geçmişlerinden hikayeleri hatırlayabiliyorlar.
Müstantik Sokak (müstantik kelimesi, hukukta, sorgu yargıcı anlamına gelmektedir) üzerinde hamamın erkekler bölümü girişi olan merdivenlerden inince, kapıdaki görevlilerin misafirlerle girdiği ilginç diyaloglara şahit olmak da mümkündü: içeri henüz giren bir hanım kararlı bir tonda: “Merhaba, kızımın gelin hamamını yapmak istiyorum; sular akıyor mu?” diye sordu. Bir yandan ziyaretçilerin QR kodlarını elindeki dijital aygıta okutmakla meşgul olan görevli, “hamam restore edildikten sonra sanat ve sergi mekanı olarak kullanılmaya başladı, bienal işlerini isterseniz görebilirsiniz” diyerek onu içeri davet etti. Bunun üzerine hamamın çeşmelerini kendisi kontrol etmek istedi. “Ben bir bakayım.” dedikten sonra mekanda hızlıca bir tur atıp, duvarları, kubbeyi gözleriyle tararken solunda ve sağında İtalyan sanatçı Monica Bonvicini’nin (1965) iki büyük boyutlu işinin arasındaydı. Solunda bıraktığı devasa boyutlu “Bu Yöne Doku” (2016) eseri, kadın bedeninin farklı bölgelerinin kuşe baskı dergilerden kesilmesiyle oluşturulmuş bir kolaj. Bütünlüğü ve “erotik çağrışımı” bacak, kollar ve çıplak deri yaratıyor. Pembe ten renginde bu iş, hamamın erkekler bölümü duvarlarını oluşturan pembe tuğlalarının içine buğu gibi rahatlıkla sinmiş. Kadın onu mekandan ayrı tutmamış gibi sakince geçip, sağında, kolajın tam karşısındaysa yine Bonvicini’ye ait, “mekanı ve izleyiciyi çarpılmış biçimde yansıtan”, “Suçluluk” (2017) isimli yapıta baktı, ardından hamam çeşmelerinin sıralanmasını umduğu alt kısımda göz gezdirdi. Günün ve mekanın yansımalarında oluşan çarpıklığı bünyesine katan işin karşısında kısa süre duran kadın, hızlıca arka kısma gitti. Orada yine aynı sanatçının, erkek kemerlerinden ürettiği “Bayıltılmış” (2017) isimli eseri ile kısa ve hızlı bir karşılaşma yaşamış olmalı. Bu sırada gözden kaybettiğim kadın, arka kısımdan geri geldi: “Peki, sular akmıyor, sergi bu kadar mı?” diyerek bienal görevlisinin mekanda görülecek işlerin arkada, kadınlar bölümünde de devam ettiğini söylemesini, sergiyi izlemesi için yönlendirmelerini dinleyip “Ona vakit yok!” diyerek az önce indiği merdivenlerden Müstantik’e çıktı.
Hamam, bienal metninde tanıtılırken, “Osmanlı dönemine ait temel geleneksel özellikleri ve toplumsal yapıları” gösteren bir mekan olarak anlatılıyor. Öyleyse, bienal vesilesiyle temel geleneksel etkinlikler ve toplumsal yapıların İstanbul sokaklarında kendine pek çok yeri merkez alabilen özel bir çeşitlilik gösterdiğini, üstelik bu durumun yüzyıllardır böyle olduğunu hatırlamak yerinde olacak.
“İyi bir komşu nadiren gördüğümüz birisi midir?”

Kalıcı olanın, hemen çekip gitmeyenin, tarihin, mimarinin ve bir şehrin karşısında, varoluşumuzdan bir parça bırakmanın sihirli yapısında yollarımızın sanatla kesişmesini dileyerek…

ARK Kültür
ARK Kültür, Beyoğlu’nda birbirinden güzel duvar resimlerinin, yer yer ağaçların, ufak kafelerin yer aldığı Cihangir’de bulunuyor. Sokaklarında renk renk kediler, Ekim’de birbirlerine geniş tepsilerde aşure taşıyan komşuların ayaklarına zevkle dolanmayı da ihmal etmiyorlardı, camdan cama muhabbette olanlarla da vardı. Denizin serinliğiyle birlikte Boğaz’dan yükselerek, binanın yanı başındaki meşhur “Cihangir merdivenlerini” tırmanan rüzgar mahallede özgürce eserken, İstanbul’da hala nefes alacak alanların olduğuna dair taşıdığı umudu soluyanlar, sanata, müzeye, bienale özlemle sokuluyordu.
2008’de Bauhaus yaklaşımıyla düzenlenmiş bir kültür sanat alanına dönüştürülmüş olan bu müstakil ev, Mısırlı sanatçı Mahmoud Khaled’in (1982) “Meçhul Ağlayan Adam Müze Evi İçin Tasarı” adlı kurgusal müzesiyle bienalde yer almıştı. Buradaki meçhul adam, sanatçının kurgusuna kaynaklık eden bir tarihi gerçeğe, gerçek bir kişiye dayanıyordu: Mısır’da 2001 yılında Nil Nehri’nde seyretmekte olan gay disko teknesi Queen Boat içerisinde elli kadar erkek tutuklanmış, zorlu, aşağılamalarla dolu bir süreç geçirmişlerdi. Mahkemeye çıkarıldıklarında yüzleri beyaz örtülerle gizlenmişti ancak, birinin yüzünün açık kalan kısmında ağladığı görüldü.
“Meçhul Ağlayan Adam”, tasarlanan müzeye yerleştirilen objelerle, yatak odası, ardına gizlendiği perdeleri, pürüzlü aynası, yazı masası, piyano ve yemek salonu gibi çok çeşitli eşyalarla toplumdan saklanan yalnız adamın hayatını, evinin içini gösteriyordu. Bu anlatımla aslında toplumda itibarsızlaştırılan, dışlanan ya da toplumdan kaçıp saklanmak zorunda kalan bireylerin yaşamı da ele alınıyordu.
Zevk sahibi kültürlü ve duyarlı “Meçhul Ağlayan Adam”, komşuları ile iletişimini kısıtlayan, toplumsal hayatın dışında ama evin içerisinde yarattığı özel hayatla varlığını bütünleyen böylece, mekan, aidiyet, komşuluk sorgularını içinde barındırarak hafızadaki yerini alıyordu; tıpkı müzelerin eşyalarla tuttuğu ve onlarla anlattığı hikayeyi muhafaza etmesi gibi.
İki katlı bu müstakil evin bodrum katına geldiğimizde, sesli rehberin uyarısı açıktı: “bu kısımda ziyaretçi aldığı riskten kendisi sorumludur”. Riskin çekici kıldığı merdivenlerden bodrum katına inenler olduğu gibi, basamakların başından ayrılanlar da vardı. Aşağıya inince, koyu bir karanlığın içine girerken, mekan ve diğerleri dışarıda kalıyordu. Yalnızlığın bedenleşmiş hali karanlığa saklanınca, yapayalnızlığın ne demek olduğu somut biçimiyle karşımızda duruyor, “farklı yaşamanın” toplumsal hayattaki iç karartan riskini hatırlatıyordu.
“İyi bir komşu sizi rahat bırakan biri midir?”

İstanbul Modern
Kuruluşunun ilk adımları, ortaya çıkışı ve sürekliliği bienallerle sıkı bir ilişkiyle gelişen İstanbul Modern, 15. İstanbul Bienali’nin ana mekanlarından biriydi.
Bilindiği gibi İstanbul Bienali ilk olarak 1. Uluslararası Çağdaş Sanat Sergileri kapsamında oluşmaya başlamıştı. İlki, 1987 yılında gerçekleştirilen bu etkinlik üzerine daimi bir modern sanat müzesi kurma fikri, müzenin de temeli oluyor. Farklı mekanlarda çağdaş sanat ve bienal etkinliklerine farklı mekanlarda destek verildikten sonra, müze, 2003 yılında bugünkü yerine -Tophane’ye- yerleşmiştir. Müzenin koleksiyonunda yer alan yerli ve yabancı sanatçıların eserleri, ev sahipliği yaptığı ulusal ve uluslararası etkinlikleriyle, 13. yüzyıldan beri liman işlevi gören kıyıdaki müzeyi, bugün de kendi sularında ve denizaşırı boyutlarda, sanatın hem zenginleştiği, hem sığındığı, uzun yolların kat edileceği güçlü bir sanat limanı olarak görmek mümkün.
Bienal süresince, İstanbul Modern’in bahçesinde ve zemin katında görülen eserler çeşitli, ilgi yoğundu.
Müzenin bahçesinde ilk olarak bir eşekle karşılaşmıştık. “Zemin” (2014/2017) isimli eser, Xiao Yu (1965), İç Moğolistan doğumlu, Çin’de yaşayan sanatçının süreli performansıydı, yalnızca bienalin ilk haftasında görülebildi. Kendi metninde konu, “doğa ile tarım arasındaki karşılıklı bağımlılık, evcilleştirilmiş hayvanlar ve onların insanla ilişkisinin yanı sıra emek ve teknolojik yayılma” olarak belirtilmişti. Bu yapıt, doğa ile insanın üstünlük ilişkisini irdelerken, hayvanın sanat nesnesi olarak kullanılması üzerine yeni soruları gündeme getirdi. Sanat, hayvan, insan ilişkilerinin de düşünülmesi gereken yanları ortaya çıkarken, müzenin içine girdiğimizde bizi sol tarafta karşılayan eser, Cezayir doğumlu sanatçı Adel Abdessemed’in (1971) “Feryat” (2013) isimli fildişinden yapıtıydı. Vietmanlı Amerikan fotoğrafçı Nick Ut’un (1951), 1972 yılında Güney Vietnam’ın, Kuzey Vietman’ı bombaladığı sırada çektiği, dünyanın görsel hafızasına kazınmış fotoğrafındaki kız çocuklarından birinin fildişi heykeliydi bu eser.
Heykelde kullanılan malzemenin kaynağı filler. Fillerin soyu tükenme tehlikesi altında. 1975’te yürürlüğe giren “Nesli Tehlike Altında Olan Yabani Hayvan ve Bitki Türlerinin Uluslararası Ticaretine İlişkin Sözleşme”‘ye göre 1989 yılından beri fil dişi ticareti yasak. Buna rağmen kaçak avcılıkla öldürülüyorlar ve son on yılda fillerin üçte biri yok oldu. Yılda 34 000 filin öldürüldüğü belirlenirken, artık fillerin doğum oranı, ölüm oranından düşük. Fillerin öldürülüp yok edilmesinin sebebi insan ve bir türün soyunu, para kazanmak adına tüketmek üzere.
Sanat yapıtı olarak hayvan, canlılarla insan ilişkileri, sanat yapıtının malzemesi olarak hayvanlar gibi konular, az önce eşek, şimdi filler üzerine düşünerek yeni sorular oluştururken, acı ve savaş gibi çok zor konulara dikkatle bakmak gerekiyordu. “Feryat” isimli fildişi heykel, İstanbul’da sergilenmeye başlamadan tam bir ay önce, Afrika’da fillerin dişleri için katledilmesine karşı mücadele veren aktivist “fillerin koruyucusu” Wayne Lotter (5 Aralık 1965- 16 Ağustos 2017) Tanzanya’da vurularak öldürülmüştü. Bileşenleri gittikçe zorlaşan heykelde, Vietman’da “statü sembolü” olarak görülen bir malzeme olan fildişi için öldürülen filler, Vietman Savaşı dehşetini gösteren bir çocuk, katledilen aktivist… Konuları heykeli “zor sanat yapıtlarından biri” haline dönüştürüyordu.
Bu heykelin kendi metninde, “evini, huzurunu, onurunu ve yaşamını yitirmenin ne demek olduğunu anlatır; acı ve şiddetin trajik zaman dışılığını gösterir” diye belirtilirken, acı ve şiddetin trajedisini zaman dışılığına değil, aksine bütünlük içinde, durağan ve sürekli olarak şimdi deneyimlenen zor bileşenlerine bağlıyorum.
Müzenin zemin katındaki bienal eserlerini görmek için biraz daha ilerleyince, beton bloklar, iş makinaları parçaları, duvar gibi çeşitli formlarda eserlerin sergilenişini görüyorduk. Bir üst katta müzenin yerleşik koleksiyonunu hatırlayınca, asansöre yöneldim. İçeriye doluşan on-on beş kişilik kalabalık, yavaşça yükseldiğimiz yolculukta paniğe kapılan bir kadının dikkatimi çekmesine engel olmadı. Belli ki klastrofobikti, durumunu önemseyip merak ettiğimden, gözümü üzerinden ayıramadım. Yüzünde korku ve gerginlik, yaşadığı boğulma hissini gözlerindeki kızarık ve parlak bakışlardan anlamak mümkündü, zor dayanıyordu, terlemeye başlamıştı. Onun tam karşısında, tanışmadıkları belli olan bir başkasıyla göz göze geldiler, adam hiç duraksamadan gülümseyerek: “Merak etmeyin, yalnızca bir kat çıkıyoruz, geldik bile, kapıyı açmak için yerleşiyor hepsi bu…” deyiverdi. Kıpırtısız bir panik yaşayan kadın, belli belirsiz gülümsemeye çalıştı ancak sıktığı ağzı ve yüz kasları buna izin vermedi. O sırada adamın dediği oldu ve saniyeler içinde asansörün kapısı açıldı, üst kata geldik. Asansörden çıkınca, uzun bir sohbete devam ediyormuşçasına konuşmaya başlayan kadın: “Siz aşağıdaki eserler hakkında ne düşünüyorsunuz? Sevdiniz mi? Yani betonlar…” diye sordu. Karşısındaki adam kurtarılması gereken bir şey için acele eder gibi: “Hemen burayı görmek gerek; solda Yüksel Arslan, sağ tarafta Aliye Berger var, onları görmeden çıkmayın lütfen, iyi günler dilerim!” diyerek zarif bir selamlamayla ayrıldı. Konuşmalarına şahit olmanın, etraftaki kalabalığı sildiği noktada adam, hızlı adımlarla müzeye girip, müze eserleri arasında, kalabalık içinde kayboldu. Kadın, başını şimdi su yüzüne çıkarmış, dalgaların arasında özlemle nefes alır biri gibiydi, yüzü gevşemiş, gözleri yumuşamıştı; az önceki paniğini ezen şaşkınlığı onu kendine getirdi. Bienal’in şehre, insanlara yayılan izleri en çok sanatın kendisine dokunurken, bu havayı onlarca kişi aynı anda soluyordu.
“İyi bir komşu ince zevkleri olan birisi midir?”

Pera Müzesi
Suna ve İnan Kıraç Vakfı’nın kurduğu Pera Müzesi 2005 yılında açılmış özel bir müze olup, Beyoğlu Asmalı Mescit Mahallesi’nde bulunan zarif binası 1893’e tarihlenir.
Bienal eserleri, müzenin ikinci katından beşinci katına, geniş bir alanda izlenebiliyordu.
Dördüncü katta kendine ait oda/alanda yer alan, “Yaşam Yolu” (2015) 3’34” süreli video, Gürcistan doğumlu, Berlin’de yaşayan Vajiko Chachkhiani’nin (1986) eseriydi. Duvarda, geniş görüntünün karşısına geçtiğinizde, pencereden dinginlikle izlenen seyrin ritmine ulaşıyordunuz. Yıpranmış beyaz çerçeveleri ile boş bir pencereyi izlerken, içeriden cama gelen bir adam, sakinlikle bize bakıyordu. İzlediğimizin manzarasına dönüşürken, kendi metninde ifade edilen “gözlem, etkinlik, entropi ve yaşlanmanın gergin diyalektiği” yapıtın odak noktası olarak işaret ediliyor. Videoda, eski bir pencereden, içeriden, derin ve telaşsız bakan adamın gördüğü biz izleyenlerdik. Bu durum, kendimiz hakkında, hayatta olmak, dışarıda olmak, görünür olmak, göz göze gelmek, karşılaşmak anlarının eş zamanlı metanetini yaşamsal bir yoğunluk olarak duyuruyordu. İzlenmenin anlayışlı seyrini, insani bir zevk ve iletişim olarak görmek de mümkündü.
Müzenin aynı katından bir diğer eser, Fransa doğumlu Berlin’de yaşayan sanatçı Aude Pariset’nin (1983) dikkat çekici yapıtıydı. Pariset’nin Toddler Promession (2016) isimli enstalasyonunda, bebek karyolası içine yerleştirdiği suni köpükten bir şilteyi yiyen kurtçukları kullanıyor, insanın içine kurt düşürüyordu. Tenebrio molitor (un kurdu) cinsi bu ufak canlılar, eserin kendi metninde belirttiğine göre, doğaya verdiği zararla bilinen bu maddeyi yiyerek onu doğada çözünür hale getiriyor, dönüştürüyor. İnsanın doğal ekolojiyle ilişkisinin yanı sıra eserinde, çocuk yetiştirme ve ev mekanı ile ilgisini de düşünüyormuş. Bu ifadelerin de etkisiyle eserle karşılaşınca etraflıca incelediğim ilk şeyin kurtların durumu olduğunu söylemek isterim. Kıpırtısız duruşları ve renklerinin bakıra dönmesi sebebiyle öldüklerini düşündüm. Ölmüşler miydi? Ekoloji ve insan ilişkisini daha düşünmeme fırsat kalmadan, sanat ve canlılar arası ilişkiyi, sergi mekanı ile kurtçukların ilgisini düşünmeye başladım. Böylece bu canlıyı yakından tanımak gerektiği ortaya çıktı: özellikle Çin’de besleyici bir yiyecek olarak tüketilirken, kuş ve balıkların ya da evcil hayvanların beslenmesi için de kullanılıyor. Tenebrio molitor ile insanların münasebetinde en ilginci, 1968’deki Sovyet Zond programı kapsamında Ay’a seyahat edip, Dünya’ya geri dönen Zond 5’in içinde, ilk kez uzaya çıkarılan bitki, kaplumbağa gibi diğer yaşam formlarının yanında tenebrio molitor de olması. 2015 yılında “öğütücü” yeteneği keşfedilen bu kurtlar, polyester gibi maddeleri, organik ürüne dönüştürebiliyorlar. Günlük 34-39 miligramlık organik maddeyi bu şekilde dönüştürdükleri düşünülürse, bienal süresince, bebek karyolasındaki “zararlı” şilteyi yiyerek kaç gram organik madde ürettiklerini hesaplamak mümkün, ancak hesaplamak gereken başka şeyler var gibi. Adı üstünde “un kurdu” olan bu yumuşak, kıvrak, minik canlıların neşeyle yaşadığı alan, fırınlar ve un değirmenleri, patates ve elmayı da çok sevmesiyle bilinir, hikayenin sevimli elma kurdu o olabilir. Neden “dönüşüm” bu minik canlıların sırtına yükleniyor da biz bu “doğaya zararlı” maddeleri üretmeye bir son vermiyoruz? İnsan ve ekoloji ilişkisini inceleyen eserde, sanatın canlılarla, sanatçının hayvanlarla, izleyicinin eserle etkileşimi, çok geniş bir duyarlılık alanında ele alınabilir. İnsan, üreme ile çoğalttığı dönüştürücü etkisini doğaya kıvrak zekasıyla yediren bir canlı olsa gerek; sindiremediği kadarının içinde kıvranarak…
Sanatla hayvanlar, şehir ve canlılar konuları eserler üzerinden farklı biçimlerde karşımıza çıkarken, doğrudan meseleye eğilen bir konuşmaya katılmak mümkündü: Bienalde “Kamusal Program” dahilinde, söyleşi, sanatçı konuşması, atölye, panel sempozyum gibi etkinliklerin pek çoğuna mekan olan Pera Müzesi oditoryumunda 3 Kasım’da Sezai Ozan Zeybek (1978) tarafından “Şehrin Hayvanları: Komşu mu, aile ferdi mi, geçmişin kalıntısı mı?” başlıklı bir sohbet gerçekleştirildi. O gün, yaşadığı apartmanda, merdivenlerde gezinip ara sıra dışarı çıkan, dairesinin önüne bıraktığı yemekleri yiyerek beslenen, kapı önünde biraz sevilip sonra yine kah apartmanda kah sokaklarda gezinmeye devam eden kedinin hikayesini dinlemiştim bir İstanbul sakininden: “İşte biz bu kediyi besliyor seviyoruz diye üst komşum gece geç saatte kapımı çaldı, rahatsız oluyorlarmış, eşi hayvanları sevmiyormuş… eve de girmiyor ki girse ben bakacağım ona!” umutsuz ve kırgındı anlatırken. Kapı komşusu, kapısına gelen şehirli komşusu kediyi istemiyordu, iyi bir komşu kimdi, neydi?
İlginç bir şekilde ikinci bir hikaye de, okuduğu gazete yazısına üzülen bir başka İstanbulludan geldi: “Yazısında ne dediğine inanamazsın! ‘Bırakın sokak hayvanlarını önce insan’ diyor! Evinin sokağında kedilere süt verip, köpeklere yemek bırakan kadınları eleştiriyor biliyor musun?” Canlıları hiyerarşi içerisine aldığımız alanların insanın yıkıcılığı ile sonuçlandığı perspektifini görmek gerek. Zeybek’in konuşması, yaşadığımız mekanı başka canlılarla paylaştığımıza dikkat çekerken, İstanbul’un sokak köpekleri üzerinden bizim haricimizdekilerin komşuluk ilişkilerini, onların aile ferdi edilmesini anlatıyordu, tıpkı apartmanda beslenen komşu kedi, sokakta yemeğini yiyen mahalleli köpekler gibi, her gün şahit olup karşılaştığımız durumlar, yabancısı olmadığımız canlılar.
Pera Müzesi’ndeki bu içerik ve konulara komşuluk ettiğini düşünebileceğimiz ve halihazırda bienalin komşu etkinliklerinden biri olan Aylaklar sergisi vardı. İKSV ile iş birliği içerisinde Institut Français’de gerçekleştirilen sergide İnci Furni’nin (1976) “Kendi ile Aynı” isimli eseri duruma yabancı değil. Genellikle İstanbul’un eski yapılarında rastlamış olduğu kuş evlerini güzellikle izlediğini anlatıyor Furni ve yapıtında hem mekana kuş evi yerleştirmek hem de hayvanlara açtığımız alan üzerine düşünmek için üretiyor eserini. Yapıta dair kısa yazısında asıl soruyu şöyle belirliyor: “hayvan ve insan ilişkisi vesilesi ile hayatımızda ötekine, yabancı olan şeye nasıl ve ne kadar boşluk açtığımız ya da açabileceğimiz.” Öyleyse, birlikte iyi ve güzel yaşamı ancak iyi bir komşunun kurabileceğini görebiliriz; önce yan kapı komşusunda değil, bizim komşuluğumuzdan başlayarak.
“İyi bir komşu evinde hayvan beslemeyen bir aile midir?”

Galata Özel Rum İlköğretim Okulu
Neo-klasik okul binasının yapımı 1853’e, okul ise 1885’e tarihleniyor. Kendi tanıtım metinlerinde yer verdikleri gibi, “okulun ve kentin tarihini, belleğini ve geleceğini araştırmaya ve güncel bir dil ile dönüştürmeyi amaçlayan nitelikli, deneysel ve özgür, her yaratıcı zihin ve projeye kapılarını açan” okul, pek çok etkinliğe mekan olmaya devam ediyor. Galata’da Rum Okulu’nun karşı komşusu Ermeni Ortodoks Kilisesi, Surp Krikor Lusavoriç, İstanbul’da bilinen en eski Ermeni kilisesi, 14. yüzyılda (1360) inşa edilmiş. Kilise ve Okul birbirleriyle yüz altmış dört yıldır komşuluk ilişkisinde.
Bienal eserleri, okulun sınıfları, koridorları, balo salonunda kat kat görülüp, çatı katında sona ererken, Okul’un özel terasında, bienal ve şehir temasını bütünleyen bir manzaraya yükseliyordu.
Okul’da eserler, oda oda yerleşmiş, kapı kapı gezilebilir haldeydi. Bienal süresince aynı binada ikamet etmiş bu kapı komşuları, çatı katının da tutulmasıyla benzersiz bir bütünlük yaratmıştı. On beş sanatçının tüm binaya yayılan işlerinden üçü şöyleydi:
İkinci katta penceresinden görülen karşı manzarasını Kilise’nin kubbesinin oluşturduğu sınıf/odada Amerikalı sanatçı Mark Dion’un (1961), “İstanbul’un Dirençli Deniz Yaşamı ve İstanbul’un İnatçı Otları” (2017) isimli eseri vardı. İki triptik yapının birinde, ahşaptan biçimlendirilmiş büyük bir balık, diğeri ise “Plantae” yazısını gösteriyordu. Bu dolap/pano kanatlarını/kapaklarını açtığımızda ise, kare kare bölünmüş çerçevelerin içerisinde İstanbul’da denizde yaşayan canlıların, diğerinde ise bu şehrin konumlandığı toprakta büyüyen otların suluboya resimleri sıralanmıştı. Eserden yayılan sempati ve özen hissi, bu canlılığa zarar gelmediği hissini duyumsatıyordu. Şehri sanatla sarıp sarmalayan, gözeten ve koruyan, hatıralarının bile hızla silindiği, yenilerinin oluşmasına kapalı bu şehirde, dinginlik ve renklilikle yaşayanlar: otlar ve deniz canlıları.
Bu eser bienal için hazırlanmıştı, estetik geleneğinden de faydalandığı bilinen sanatçı, İstanbul’da dalgıçlarla dalış yapmış, bitkileri incelemek üzere biyologlarla çalışmalarda bulunmuş, farklı sanatçıların boyadığı güzel yaşamı, Rönesans ve orta çağda daha sıklıkla gördüğümüz triptik türünde iki panoya yerleştirmişti. Kendisine ayrılan alanı, çalışma odasının her ayrıntısıyla biçimlendirerek oluşturmuştu, nasıl çalıştığını belgeleyecek şekilde, masa lambası, boyaları, kavanozlar, duvarda çizimler, araştırma kitapları ve araç gereçleriyle hazırlamıştı. Bilim adamı titizliğiyle oluşan bilinç, sanatçı duyarlılığıyla birleşince, eserin teması, İstanbul’un yaşamsal güzelliğinin belirlenip, sanatla korunması anlamına geliyordu belki de, hem de birlikte…
Aynı katta ve tam karşıda misafir olduğumuz bir diğer eser, Amerikalı iki sanatçı Jonah Freeman (1975) ve Justin Lowe’un (1976) karışık teknikle ürettiği büyük bir enstalasyondu. Mekanın kapıları gibi değildi girişi, ayrı bir yere doğru gittiğimizi baştan belirten, yeniden düzenlenmiş mavi bir kapısı vardı. Kapıdan girince, ayrı bir daireye giriyorduk. Bir evin oturma odasını düşündüren koltukları, duvarda asılı çerçeveli resimlerinin ardından, arka odalara gitmek için geçilen loş kısa koridorlarda, karmaşa yaratmayan bir karışıklık taşıyordu bizi. Kapısının biçiminden itibaren derinliklere doğru çeken bir kurgusu vardı sanki.
Enstalasyon ve filmden oluşan eserin bütününde, Herman Kahn’ın 1967 tarihli “2000 Yılı” adlı romanındaki kurgudan yola çıkılmış. “Gölgede Senaryo” (2015-2017) ile birlikte kendi kurguları olan Kaliforniyalı gençlik kültüründe sinemasal bir yaklaşım sunuyorlar. Kuzey Pasifik Okyanusu kıyı şehirlerinden San Diego ve San Francisco’nun birleşmesiyle oluşacak yeni bir yerden bahsediyor: “San San”. Arka oda, karanlık bir sinema odasıydı. Yer minderleri ya da rahat koltuklara yerleşince, karşıda tüm duvarı kaplayan videoda “San San Üçlüsü” vardı. Geniş duvarda, karanlık içinde, büyük imajlar, puslu bir müzik, parlak renkler, düşünülmesi gereken yaşam duyarlılığı ve bilincinin dönüşümlerini videoya kendimizi bırakmadan deneyimlemek zordu. Ama salona gömülünce, bir okurun hafızasını ele geçiren yazar zihni gibi, “kendini bana bırak”” diyen görüntüler, ödül olarak hayalindeki gerçeği sinema yoluyla yaşatıyordu.
Bu güzel binanın çatı katında ise bizi düşler, yanılsamalar içerisinde büyüten çocukluk rüyaları, kabuslar, algı karmaşalarına geri döndüren bir eser vardı. İtalya’da doğmuş Avusturyalı sanatçı Leander Shönweger (1986), “Ailemiz Kaybetti/ Kayboldu” (2017) isimli eserinde, büyüklü küçüklü kapıları ve geçişleriyle bir labirent yaratmıştı. Biraz Alice’in diyarını hatırlatan, ufacık kapıları, kaybolma hissini klastrofobik şekilde yaşatması mümkün olan geçişleriyle anlattığı durumun içine alarak, onu bizzat deneyimlememizi sağladı. Sığabildiğimiz boyuttaki kapılardan, eğilip doğrularak geçip içlere doğru ilerleyebiliyorduk. Ufak çocuklar, daha küçük kapılardan geçerek, eseri neşeli bir oyuna dönüştürmüştü. Ara ara tekrarlayan “tak! tak!” sesleri sanki bu kaybolduğumuz yerde olduğumuzu bilen biri varmış izlemini yaratıyordu, biri bizi mi arıyordu? Ya da bu sesler, hemen yanda bir diğer labirentte kaybolmuş kişinin yardım arayışı mıydı? Yan yana kaybolduğumuz labirentlerde, kimin kayıp, kimin aranan, kimin arayan olduğunu kestiremediğimiz ya da yalnızlık labirentlerinde kaybolduğumuz şehir ilişkilerini de hatırlatmıyor değildi. Dolayısıyla, evlerin içini, huzur, aidiyet, özlem duyguları içinden ele alan sanatçı, bu mekanların rüyalar kadar kabuslarla da dolu olabileceğini anlatıyordu. Eserinde yani labirentte, neşeyle koşturan çocuklar ve labirentin ortasında kaybolduğunu sanıp telaşa kapılan yetişkinleri izlemek eseri bütünleyen yeni izlenimlere açıktı: ev, aile olduğuna göre, ailesiz kalmak, evsiz kalmaktı. Böyle bir “ev”de çocuklar yine neşeyle koşturacak ancak, geçen zamanla, kimi yetişkinler, panikle çıkışı arayacaklardır belki de. Kaybolan, kendini saklayan da olabilirdi. Bazen, ailenin bir üyesi olmak ne hayatımızı ne de aile kavramını bütünlemiyor, labirentte kaybolanın döngüsü gibi. Bu döngü, sakinlik içinde kendini bulmakla, nefes alınacak bir çıkışa ulaşıyor.
“İyi bir komşu yanı başınızdaki evsiz adam mıdır?”

Şehir ve Sanata Dair
Hazır Galata Rum Okulu’nun çatısındayken, bu metni bitirmeden terasa çıkıp, bienalin bitip, şehrin sürdüğü İstanbul’a bakalım: hemen karşıda mavi denizden bir dalga gibi yükselen Tarihi Yarımada, bilindiği gibi şehrin İstanbul adını aldığı ilk yerleşim yeri. İleride görülen yapılar, varlıklarını göstermek üzere yarışır gibi, kubbeleri ve kulelerini gökyüzüne uzatıyor. Buradan bakınca İstanbul, zamanın ritmini tarihi binalarla çiziyor: Topkapı Sarayı (1478), Beyazıt Kulesi (1828), Süleymaniye Cami (1558)… Caminin sağ ilerisinde manzaranın içine gömülen bir yapı olarak az önce bienalde ziyaret ettiğimiz Küçük Mustafa Paşa Hamamı’nı (1477) hatırlayınca, Galata, tarihin ve bienalin merkezine yerleşiyor: buraya gelene kadar geçtiğimiz Osmanlı’dan kalma 19. yüzyılın çok kültürlü, renkli Beyoğlu sokakları, 13. yüzyıldaki liman, 14. yüzyıl kiliseleri, 15. yüzyılla şekillenen Haliç kıyısı… Şehrin ve sanatın ortasında, terasın ve seyrin içinde durup, manzarayı iki ucundan tutarsak, solda karşıda Aya Sofya, sağda hemen yanı başımızda tüm güzelliğiyle Galata Kulesi beliriyor.
Manzaranın içine gömülen Aya Sofya adını 5. yüzyıldan beri koruyor, anlamı “Kutsal Bilgelik”. Günümüz Aya Sofya’sını yaptıran İmparator Justinianos (482-565), yapının görkemini arttırmak üzere Kuzey Afrika’dan, Anadolu’dan, Suriye’den, farklı yerlerden özel taşlar, mermerler, antik kentlerden parçalar getirir. Belki de İstanbul’un taş taş üstüne yükselişinin bir yapıda sembolleşmesidir. Çünkü İstanbul, kültürün, tarihin, sanatın, taşların, insanların, eserlerin dünyanın dört bir yanından yorulmaksızın aktığı bir kenttir. Bilgeliğini koruyacak şey, birikimin, yığına dönüşmesini engelleyecek olan bilinçtir.
Yanı başımızda uzayan Galata Kulesi de, ilk olarak Justinianos’un 507-508 yıllarında inşa ettirdiği bir yapı. Günümüzdeki hali, geçen yüzyılların üst üste gelen tarihiyle şekillenir: savaşlarda hasar gören kule, 14. yüzyılda Cenevizliler tarafından onarılır. Yıllar içerisinde depremler ve yangınlarda zarar görüp restore edilir. 18. yüzyılda yangın kulesi olarak kullanılmış, çıkan bir yangında yarısından fazlası yanmıştır, belki de kule edindiği misyonu yanlış anlamıştır. Bu kırılgan, yanıcı ve nazlı kule, 20. yüzyılda, 1967’de biten onarım çalışmasıyla bugün Galata Rum Okulu’nun çatısından zevkle izlediğimiz halini almıştır. En güzel Galata sokaklarının kule merkezinde uzadığı İstanbul’da, şehrin güzelliğini seyretme mesafesi almadan, devam etmek zor. Galata Kulesi, terastan bakarken, sanatın yürüttüğü rotanın sonunda, seyrin ucunda duruyor: tarihin derinliklerinden bugünün hayallerine İstanbul’a saplanıp, yarısı gökyüzünde kalmış görülen bir kule.
İstanbul’da mekanlar, zamanın mekanlarıdır, yıktığınız her tarihi bina, geçmişten bir süreyi, anıyı, yaşanmışlığı yıkar, bir kenti öncesiz bırakır. Sanata mekan olan yapılar, şehrin zaman katmanlarını hafızaya alırken, onları anlamanın, kendi zamanımızı anlamlandıracak yegane unsur olduğunu gösterir. Bundan yoksun olmak, birikeni boğucu bir yığına dönüştürecektir. İnsanın bilinç ve duyarlılık birliği, güzeli mümkün kılıp, sanatın şehri bütünlemesine izin verecektir.
İstanbul’daki sanat kurumları yıllardır, sanata büyük bir çaba ile yer açıyor, mekan oluyor. Şehirde sanat, duyarsızlığın soluksuz bıraktığı her köşeye sızarak, yaşama yer açıyor. Hoşumuza gitmeyen ne varsa, dahil olup olmadıklarımız üzerinden sorgulanmayı hak ediyor. Hayatımızı yaşanır kılana yönelmek için birkaç adım yetiyor; katılım gösterilen her etkinlik, bizzat var ettiğimiz bir yapıda büyüyor. Şehir hayatı, yalnız güne dair olandan ibaret olmasa gerektir. Kalıcı olanın, hemen çekip gitmeyenin, tarihin, mimarinin ve bir şehrin karşısında, varoluşumuzdan bir parça bırakmanın sihirli yapısında yollarımızın sanatla kesişmesini dileyerek…

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl