Ana Sayfa Litera BİR FİKİR SERÜVENCİSİ: JULES VERNE VE MEDENİYET

BİR FİKİR SERÜVENCİSİ: JULES VERNE VE MEDENİYET

BİR FİKİR SERÜVENCİSİ: JULES VERNE VE MEDENİYET

Robinson Crusoe’yu yeniden yazma meselesini mübalağalı bir yakıştırma olarak görenlerin yüreğine su serpip, Verne’i kendi eserleri içinde dolaştırmak, belki bizi daha güvenilir limanlara çıkarabilir. Mesela Kaptan Nemo…

Bilimkurgu üzerine irili ufaklı çok tanım yapıldı bugüne değin, lakin en şaşırtıcı içeriğe sahip olanı hiç kuşkusuz Baurdrilard’ınki… Diyor ki kışkırtmaya pek meraklı düşünür: “gerçeğe bir büyüteçle yaklaşan ve onu birtakım sayılarla abartarak gözümüzün içine sokan” türdür bilimkurgu… Ne diyorsunuz, doğru mu?

Kabul; bir cümleyi (yargıyı) bağlamlarından kopararak kullanmak, cümlenin kuruluş amacından ötelere taşıyabileceği gibi bizi, o cümleyi kuranı da çiğnememizi gerektirebilir. Halbuki karşımızdaki kişi (Baurdrilard), alelade biri değil; vaktiyle Alman Dili ve Edebiyatı eğitimi almış, Brecht ve Peter Weiss çevirmiş, eserlerinde sık sık Kafka ile, Kirkegaard ile, Borges ile kavgalar etmiş, “Sanat Komplosu” adlı çalışmasıyla yerleşik çoğu fikri ya yıkmış ya da onları yeniden tanımlamış biri. Dolayısıyla eğer o, bilimkurguyu tanımlarken, daha çok polisiyeye yakışan bir enstrümanı (yani büyüteci) kullanmayı tercih ediyorsa, şapkayı önümüze koyup düşünmek gerek.

Bilimkurgu ve büyüteç birleşince aklıma hemen Jules Verne’nin oylumlu kitabı, “Kaptan Hatteras’ın Maceraları” geliyor; ülkemizde iki cilt halinde yayımlanan, yaklaşık 800 sayfa hacmindeki o muazzam “meçhul”e methiyesi… Hani Richard Shandor ve Dr. Clawbonny’nin hiç bilmedikleri birinden aldıkları mektupla, hedefi meçhul bir keşif gezisine çıktıkları… Bizzat yaptıkları geminin kaptanı bile meçhulken üstelik…

Kaptanın varlığını sorguladıkları anda kendilerini buzdağının ortasında bulurlar. Bu sürecin takibinde Dr. Clawbonny akıl eder büyüteç yapmayı… İşte o vakit öğreniriz buz parçası ile ateşin nasıl yakılacağını…

Verne bunu kahramanı aracılığıyla öğretir elbette. Ve bu öğrettiği, diğer buluşlarının gölgesinde kalan, çok da şaşılası, hayran olunası bir “buluş” değildir. Öyle ya, herkesin aklına gelebilir bir balta yardımıyla saydam bir buz parçasını kesmek, onu bir konveks yakınsak mercek haline getirmek ve güneş ışınlarını yoğunlaştırarak -48 C derecede kavı tutuşturmak…

Çok yazanlar, sık tekrara düşerler, aynı sakızı üç beş kere çiğnerler mi demeli, Verne’in büyüteç kullanımından hareketle, yoksa başka bir “kulp” mu bulmalı? Zira yalnız “Kaptan Hatteras’ın Maceraları” ile sınırlı değildir yazarın bu alete (büyüteç) duyduğu ilgi… “Esrarlı Ada” da şıppadak çıkar karşımıza… Romandaki kahramanlar (bir bilim adamı [Cyrus Smith, İngilizce edisyonlarda Cyrus Harding], bir uşak [Nebukadnazar, özgün metinde  Nebuchadnezzar], bir muhabir [Gedéon Spilett, İngilizce edisyonlarda Gideon Spilet], bir denizci [Pencroff] ve onun üvey oğlu [Harbert Brown, bazı kaynaklarda Herbert]), bir balon kazası neticesinde ıssız bir adaya düşerler; burada bombeli iki saat camı arasına su koyup kenarlarını kille kaplarlar; olur size bir yakınsak mercek, nam-ı diğer büyüteç…

Keza “Arzın Merkezine Seyahat”ta da misafir sanatçıdır, ışığın kırılma özelliklerinden yararlanan bu cisim:

“Dayım gözlüklerini çıkarttı. Kuvvetlice bir büyüteç aldı. Kitabın ilk sayfalarını dikkatle gözden geçirdi. İkinci sayfanın arkasında, başlığın altında mürekkep lekesine benzeyen incecik, silik bir yazı keşfetti.”

Medeniyet: Fikirlerin Serüveni

“Esrarlı Ada”nın diğer iki kitaba göre tuhaf sayılabilecek bir iddiası vardır: “Robinson Crusoe”yu yeniden yazmak; daha detaylı, daha gerçekçi, daha ideolojik… Atlasta yerini bulmakta güçlük çektikleri adada bir medeniyet çabası böyle okunabilir sanki… Medeniyet bağlamında ele alınan “çatışma” + “diyalog” + “ittifak” üçgeni, adaya talihsiz bir kaza sonucu düşen kişiler tarafından temize çekilmektedir adeta: Her bir varlık, diğer varlıkların varlığına ve varoluşuna göbekten bağlıdır!

Bu sav bize uzaktan uzağa Alfred North Whitehead’in “medeniyet” teorisini fısıldar kulağımıza. Zira ona göre medeniyet, insanlığın en büyük tecrübesidir. Bu tecrübenin temel taşı da insan fikridir. Fikirlerin serüveni medeniyetin temelini oluşturur. Elbette burada “serüven”i bir mükemmellik arayışı olarak yorumlamak gerekir.

Whitehead, batılı medeniyet anlayışını sorgulama taraftarıdır; serüvenin medeniyeti koruma ve yükseltme adına mühim olduğunu düşünür. Ve şu sonuca ulaşır: İlişkililik ilkesi çerçevesinde geçmiş-şimdi-gelecek ve insan tecrübesinin içerdiği tüm alanlar bir “bütün(cül)”dür.

Whitehead’in savunduğu “medeniyet”, bir tür tecrübeler toplamı… Ancak bu medeniyetin yürürlükte, faal olabilmesi için “ezeli objeler” diye tanımladığı şeylere ihtiyaç vardır. Nedir bunlar? Hemen söyleyeyim: Doğruluk (Truth), Güzellik (Beauty), Serüven (Adventure), Sanat (Art) ve Barış (Peace)… Bu objeler (nitelikler) birbirini var eden niteliklerdir ona göre. Bunlardan birinin olmaması durumunda “medeniyet”in inşası mümkün değildir.

Wheitehead nezdinde söz konusu ezeli objelerden Doğruluk ve Güzellik, tecrübenin düzenleyici nitelikleridir; tecrübe (yani hayat) verisini betimler. Verilerinin somutlaşma süreci ise Sanat ve Serüven ile ifade alanı bulur. Tecrübenin ideal doyumu ise adına Barış dediğimiz süreçtir.

O halde, hayli eksik, lakin iyi niyetli bir dünya tasarımıdır “Esrarlı Ada”, hedef bazında ütopyanın anlam alanına girip girip çıkan…

Kaptan Nemo ve İmkânsıza Yolculuk…

Robinson Crusoe’yu yeniden yazma meselesini mübalağalı bir yakıştırma olarak görenlerin yüreğine su serpip, Verne’i kendi eserleri içinde dolaştırmak, belki bizi daha güvenilir limanlara çıkarabilir. Mesela Kaptan Nemo…

Dakar Prensi bu zat Jules Verne romanlarında tam üç kez karşımıza çıkar (düzeltiyorum: okuduğum romanlar içinde üç kez; zira üretken yazarın tüm eserlerini okumam türlü sebeplerle mümkün olmadı): “Denizler Altında 20 Bin Fersah”, “Esrarlı Ada” ve bilebildiğim kadarıyla henüz Türkçe’ye çevrilmemiş olan, benim Almancasından okuduğum “Reise durch das Unmöghiche” (Voyage à travers l’impossible)… Mealen “İmkânsıza Yolculuk” yahut “İmkânsızlık Aracılığıyla Yolculuk” diye çevirebileceğimiz bu eser, müziklerini  Oscar de Lagoanère’in yaptığı, ilk kez 25 Kasım 1882’de Paris’te sahnelenen bir tiyatro oyunudur aslında.

Biz “Esrarlı Ada” üzerinden ilerleyelim yine de… Kaptan Nemo, baskın bir karakter değildir; lakin mühim bir rol oynar. Şöyle ki, bir gün adaya korsanlar gelir ve Ayrton’ı kaçırırlar. Bu yetmezmiş gibi bir de adayı yakarlar. Takibinde kahramanlarımıza bir not ulaşır. Böylelikle Ayrton’ı bir kulübede bulurlar. Ne ki onu kaçıran korsanlar ölüdür. Nasıl öldüklerine kimse akıl sır erdiremez. Bir sabah dağın zirvesinden beyaz mı beyaz bir dumanın kıvrıla kıvrıla yükseldiği görülür. Yanardağ faaliyete geçecek sanılır. İçlerinden biri (mühendis olan: Smith) teller yardımıyla bir telgraf yapar ve “Çabuk çiftliğe gelin!” diye mesaj yollar. Çağrı karşılıksız kalmaz, çiftliğe kazasız belasız dönülür. Devasa bir mağaranın içine girilir. Kayığa binip bir gemiye yaklaşırlar. Mühendis tüm korkularına, çekincelerine rağmen gemiye girmeye cesaret eder. Ve şöyle bir diyalog gerçekleşir:

– Kaptan Nemo! Bizi çağırmıştınız işte geldik.

– Demek adımı biliyorsun.

– Sadece bu kadar da değil. Geminizin adı da Nautilus.

Kaptan Nemo sinsi bir hastalığın pençesi altındadır; ıkına sıkıla öyküsünü anlatır ve sonra “Eee!.. Şimdi söyleyin bakalım benim hakkımda ne düşünüyorsunuz?” diye sorar ve akabinde de ölür.

Mühendis mağaradan dışarı çıktığında arkadaşlarına yanardağın faaliyete geçeceğini söyler. Ertesi gün yanardağda büyük bir patlama olur. Tam patlama sırasında Ayrton, Duncan gemisini görür. Duncan gemisi Kaptan Grant’ın oğlu Robert’ın yönetimindedir. Kaptan Robert, Kaptan Nemo’nun büyük bir fedakârlık yaparak bıraktığı mesaj üzerine adaya gelmiştir; kahramanlarımızı aldığı gibi Amerika’ya götürür.

Dahası: Roman kişileri Amerika’da da birbirlerinden ayrılmazlar; geniş bir çiftlik satın alarak burada çalışırlar. Muhabir de “Yeni Lincoln Postası” adıyla gazete çıkarmaya başlar.

Başarısızlığın Doğurduğu İlgi…

İki husus dikkat çekicidir: a. Kaptan Grant, b. Nautilus…

Kaptan Grant, daha sonraları “Kaptan Grant’ın Çocukları”nda tekrar karşımıza çıkacaktır. Burada siluet bir karakter olarak vardır ancak.

Nautilus, hayal ürünü bir denizaltıdır ve “Esrarlı Ada” dışında “Denizler Altında 20 Bin Fersah”ta da karşımıza çıkacaktır.

Jules Verne, çoğu kere kendi hayal gücüne güvenir, nadiren de pırıl pırıl parlayan kimi zihinlere… Robert Fulton bu nadirlerden biridir. Bu, ilk buharlı savaş gemisini yapan İngiliz mühendis, 1797’de Paris’te bulunur bir süre… Burada, sualtında kol gücüyle çevrilen bir uskur (pervane) yardımıyla ilerleyen, torpil dahi fırlatabilecek kapasitede bir denizaltı tasarlar. Ne ki, Fransızlar ve İngilizler için ayrı ayrı yaptığı iki deneme başarısızlığa uğrayınca buluşuna kimse ilgi göstermez. Verne dışında…

O 1801’de Fransa’dayken tanıştığı Amerikan büyükelçisi Robert R. Livingston sayesinde buharlı gemi yapımına öncelik verse de, Verne alacağını almıştır çoktan.

Nautilus, “Esrarlı Ada”da, eski bir Hint Prensi (Prens Dakar) ve mühendisi olan Kaptan Nemo tarafından tasarlanır; parçaları Londra, Paris, New York, Liverpool gibi farklı yerlerde üretilse de, adada birleştirilir. Verne, hızı saatte 50 deniz mili olan denizaltının (ve elbette tayfasının) ihtiyaç duyduğu her şeyin (tüm hammadde ve gıda) kaynağı olarak denizi işaret eder.

Gerçi Nautilus’u mahmuzlu pruvasıyla su seviyesinin altına kalarak gemilere saldırabilen, hatta onları batırabilen bir “denizaltı” olarak tanımlasak da, romanda, bilhassa başlarda o bir deniz canavarıdır (“Esrarlı Ada”).

“Denizler Altında 20 Bin Fersah”ta, romanın sonuna doğru Nautilus, talihsiz bir şekilde Maelström’e, yani Kuzey Buz Denizi’ndeki Morkanaes ile Mosken adaları arasındaki güçlü gelgit akıntılarından kaynaklanan anafora kapılır ve denizin derinliklerinde kaybolur.

Gel gör ki aynı Nautilus, “Esrarlı Ada”da tekrar karşımıza çıkar, Maelström’den kurtulmuş vaziyette… Ada, volkanik bir patlama sebebiyle henüz yok olmamışken, Kaptan Nemo buraya defnedilir ve muhteşem denizaltımız, içinde gizlendiği mağarada batar.

Yeni, Vaktiyle Sahip Oldukları Eski…

“Denizler Altında 20 Bin Fersah” romanı, her ne kadar direnç sergilesek de, bizi yine “medeniyet” yahut “yeni dünya tasarımı” kavramlarına götürür. Hani 1868’de denizcilerin korkulu rüyasına dönüşen Nautilus’u üreten Kaptan Nemo var ya, işte o aslında yalnızca soylu, yalnızca asalet sahibi biri değildir. O döneme göre rahatlıkla “aydın”, “münevver” diyemesek de, pekâlâ “kültürlü” görebileceğimiz biridir. Kendine göre “doğru”ları, uğruna “mücadele” verdiği bir amacı vardır. Edindiği “tecrübe”ler onu kaygılı kılmaktadır. Hindistan gibi sınıfsal ayrımın hayli katı olduğu (kast sistemi) bir ülkenin prensi olarak “özgürlük” talep etmekle kalmayıp bunu uygulama derdindedir zira. Ve Nautilus, bu pratik için uygun bir mekândır. Lakin medeniyet dediğimiz şey, kişinin kendi özgürlüğü ve bu özgürlük içinde eyledikleriyle örtüşmez. Öncelikle adına “toplum” yahut “ulus” diyebileceğin kişiler bütünlüğüne ihtiyaç vardır. Belki de Kaptan Nemo bu sebeple, Nautilus adını koyduğu “özgürlük ülkesi”ne, kendi gibi düşünen kişileri alır. Bir ütopyanın aynaya düşen aksi gibidir bu sanki…

Romanda özgürlüklerini tehdit eden her şey, insan yahut nesne, üçüncü şahısların deniz canavarı olarak gördüğü “özgürlük ülkesi”, yani Nautilus tarafından parçalanır, tahrip yahut yok edilir. Tıpkı Fransız bilim adamı Pierre Aronnax’ın bindiği, görevi ilgili konuyu araştırmak olan Amerikan gemisinin tahrip edilmesi gibi…

Hayvan olduğunu düşündükleri Nautilus ile mücadele ederken denize düşen Aronnax, uşağı Consell ve geminin Kanadalı mızrakçısı Ned Land, bir de bakarlar ki, “özgürlük ülkesi”nin tam da üstündeler. Dev bir yaratık sandıkları şey, bir denizaltıymış meğer.

Kaptan Nemo bir cani değildir. Bir hırsız, bir zorba hiç değil… Ne ki bir arzusu (özgürce yaşamak) ve bir sırrı (Nautilus) vardır. Dolayısıyla kendi arzusu dışında “özgürlük ülkesi”ne gelen ziyaretçileri serbest bırakmaya yanaşmaz.

Başlarda Profesör Aronnax ve yanındakiler rıza gösterirler Kaptan Nemo’yla kalmaya… Seyahat esnasında Nautilus’un maharetlerini keşfederler zira… Nasıl suyun derinliklerine daldığını, su içerisinde nasıl hareket ettiğini, motor ve su sarnıçlarının yapısını, suda nefes alma imkânı yaratan giysilerin özelliklerini… Ve daha pek çok şeyi araştırmak keyiflidir. Ne zaman ki, “yeterince” araştırdıklarını düşünmeye başlarlar, işte o zaman “doyum”un peşi sıra gelen “yeni” bir şeye açlık baş gösterir. Gerçi bu süreçteki “yeni”, aslında vaktiyle sahip oldukları, ancak değerini pek önemsemedikleri bir “eski”dir.

Profesör ve ekibi pusuya yatarlar ve Nautilus’un karaya en yakın olduğu anı beklemeye başlarlar. Daha önce de belirttiğim gibi, takip eden süreçte Nautilus, Maelström’e yakalanır; profesör ve ekibi şans eseri gemiden kurtulur ve evlerine dönerler.

Kaptan Nemo sinsi bir hastalığın pençesi altındadır; ıkına sıkıla öyküsünü anlatır ve sonra “Eee!.. Şimdi söyleyin bakalım benim hakkımda ne düşünüyorsunuz?” diye sorar ve akabinde de ölür.

Mutluluk Biraz Da Sükûnettir…

Ütopya, hiç şüphesiz ki, daha iyi ve daha güzel bir hayat yaşama arzusunun tezahürü… Bir tür “mutluluk” arayışı… Özgürlük içinde mutluluk… Bu, değişik toplumlarda eski çağlardan beri süregelen bir durumdur.

Jules Verne meraklıları bilirler ki, neredeyse her eserinde çıkar karşımıza bir uşak, bir köle… Yani özgürlükleri çalınmış yahut kiralanmış kişiler… Buna bir de zamanın, toplumun diretmeleri eklenince, en zenginin, en kültürlünün, en muktedirin bile, yeri geldiğinde “esir” olduğu gerçeği çıkıverir yüzeye…

İşte “ada” ve “deniz”, tam da böylesi durumlarda tutunacak bir dal uzatır bize. Özgürlük bu sebeple biraz “mavi”dir… Mutluluk biraz da “sükûnet”tir…

İlk çağlarda ütopya, sıklıkla Atlantis adasını imlemekteydi. Platon’un “Atlantis” fikriyle birlikte gelişen ada kavramının içinin ideal dünya ile örtüşmesi bundan olsa gerek.

O halde hemen Thomas More’un “Ütopya”sına bakalım, o bilinmeyen, yokülkeye… Evet, “ütopya” bir adadır ve bu adada 54 büyük şehir vardır; herkes aynı dil konuşmaktadır, herkes için aynı yasalar geçerlidir, aynı örf ve adetler takip edilir. Özel mülkiyet yoktur. Para yoktur. Aile reisleri ihtiyaçları olan şeyi bir bedel ödemeksizin çarşılardan temin ederler. Her aile 20 kişiden oluşur ve aileyi en yaşlı erkek yönetir. Ada ahalisi günde altı saat çalışarak üretime katılır. Geri kalan zamanda güzel sanatlar ve bilimle meşgul olurlar.

Kaptan Nemo için “ütopya” Nautilus’un ta kendidir. Ne ki, doğanın müdahalesiyle (anafor) batıp gitmiştir, sonradan kurguladığı/tasarladığı “özgürlük ülkesi”…

Gerçi profesör ve ekibi evlerine dönmüşlerdir – bir teselli… Ama yeterli mi? Ulaşabileceği en şahaneye ulaşmış kişi, elindeki viraneyle mutlu olabilir mi artık? Bu, ciddi bir soru(n)dur. Düşünmek gerek…

Öte yandan, Nautilus adlı şahanemiz, “Esrarlı Ada”da tekrar çıkar karşımıza… Yaşı ilerlemiş bir kişiye “gençlik aşkı”nı gösterir gibi işaret parmağıyla… Ama bu neye tekabül eder? Doğrusu, bu da düşünülesi bir soru(n)dur. Tartışmak gerek…

Aldous Huxley’in meşhur bir kitabı vardır: “Ada”… Orada geçer, “Belki de dünya, başka bir gezegenin cehennemidir.” sözü… Bunu mu demeye çalışıyor acaba Jules Verne, tüm kitaplar boyunca? Tekrar tekrar okumak gerek…

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl