Kapitalizmin şu an iki büyük güncel meselesi var: Birincisi hem ABD, hem Çin hem de Almanya ekonomisinden gelen yavaşlama sinyalleriyle birlikte bir küresel resesyon, yani durgunluk dönemine girilip girilmediği, yani kapitalizmin yeni bir krizle karşı karşıya olup olmadığı sorusu. İkincisi ise ABD ile Çin arasında gelecekte yaşanacak çok daha sıcak bir savaşın ön gösterimleri diyebileceğimiz bir şekilde devam eden ve birkaç gündür piyasaları sallayan, Amerikan borsalarında deprem etkisi yaratan ticaret savaşları.

Tersine dünya

İlki, sıradanlaştırmak ya da önemsizleştirmek için değil ama durum tespiti yapmak adına söylüyorum, kapitalizmin devrevi olarak yaşadığı durumlardan biri ve kapitalizmin bu krizlerden bir şekilde çıkmayı başardığını –elbette ki bir gün başaramayacağını umut ederek- biliyoruz. İkincisi söz konusu olduğunda ise yeni bir durumdan ve bir “tersine dünya” hikâyesinden söz etmemiz mümkün görünüyor. Kendi sanayileşmesini gümrük duvarlarıyla kapalı kapılar ardında tamamlamasının ardından yaklaşık yüz elli yıldır serbest ticaretin savunuculuğunu yapan, azgelişmiş ülkelere IMF ve Dünya Bankası aracılığıyla serbest ticareti dayatan ve onları bunun kendi çıkarları için en uygunu olduğuna ikna etmek adına her türlü ideolojik aygıtı devreye sokan ABD, şimdilerde Trump yönetiminde kendi ulusal ekonomisini ve elbette ki küresel hegemonyasını korumak için “dünyanın fabrikası” Çin’e karşı gümrük duvarlarını yükseltiyor, Çin ürünlerinin ABD pazarlarına serbestçe ulaşmasını engellemeye çalışıyor.

Tüm bu hikâye ise eninde sonunda kaçınılmaz olarak yine paraya ve merkez bankalarına, yani yine La Casa De Papel’in ucundan kıyısından değindiği hikâyeye bağlanıyor.

Geçtiğimiz günlerde, Çin’in merkez bankası Çin Halk Bankası, Trump’ın Çin mallarına yeni vergiler koyacağı yönündeki açıklamasına Çin’in para birimi olan Yuan’ın değer kaybına müdahale etmeyerek, yani ulusal parasının dolar karşısında değer kaybetmesine bilinçli bir şekilde göz yumarak yanıt verdi. Böylece Çin ihraç ürünlerinin ABD ihraç ürünleriyle “fiyat rekabeti”nde bir adım daha atmış ve Çin mallarına olan küresel talebi desteklemiş oldu.

ABD ise önce Çin’i “kur manipülatörü” ilan etti, ancak daha sonra geri adım attı: Çin ürünlerine getireceği ek gümrük vergilerinin 1 Eylül’de yürürlüğe girmesini 15 Aralık’a erteledi. Trump ise bu kararın “Noel zamanı ABD’lilerin alışverişlerinin etkilenmemesi” için alındığını söyleyen gülünç bir açıklama yaptı. Ancak ABD piyasaları bunu pek komik bulmamış olsa gerek ki, küresel resesyon beklentilerinin de etkisiyle, Çarşamba günü borsada çok ciddi bir düşüş yaşandı. Trump’ın buna verdiği tepki ise ilginçti. Trump Çin’i değil FED’i hedef tahtasına koyarak “bizim sorunumuz FED ile… FED faiz oranlarını çok fazla ve çok hızlı şekilde yükseltti. Şimdi de oranı düşürmekte yavaş davranıyor” dedi ve “küreselleşmeci kapitalizm”e karşı “ulusalcı kapitalizm”in temsilcisi olarak “FED ABD’nin Merkez Bankası, dünyanın değil” diye ekledi. Yani Trump’a göre FED’in öncelikli görevi dünya kapitalizminin değil, ABD kapitalizminin sağlıklı bir şekilde işlemesiydi.

Bize ne Amerikan Merkez Bankası’ndan?

Trump istediği kadar FED’in öncelikli görevinin ABD ekonomisi olduğunu söylesin, ya da küreselleşmenin mottosu serbest ticarete karşı önlemler alsın, FED’in aldığı/alacağı her karar, bütün dünyayı ve elbette ki bütün dünya gibi Türkiye’yi de etkiliyor. AKP iktidarının ekonomide “başarılı” olduğu dönemin sıcak paranın ekonomideki küresel genişleme ve faiz oranları nedeniyle ABD ve Avrupa’dakinden çok daha fazla kazanabileceğini bildiği için Türkiye gibi ülkelere çılgınca aktığı bir konjonktüre denk gelmesi tesadüf değil. AKP iktidarı bu parayla ekonomiyi büyütmeyi, görece düşük kredi faizleri aracılığıyla, borçlanarak da olsa tüketimi artırmayı başarmıştı. Bu dönem halkın düşük faizli kredilerle ev, araba, beyaz eşya aldığı, tüketim olanaklarının arttığı, inşaat sektörünün öncülüğünde işsizliğin belli bir seviyede tutulabildiği, krizin geciktirilebildiği bir dönemdi.

Şimdi deniz bitmişken ve Türkiye ekonomisi ciddi bir krizin içindeyken, döviz kurunu tutabilme umudu da yine FED’in politikalarına bağlanmış durumda. FED, biraz Trump’ın baskısıyla, biraz da ABD ekonomisinde bir resesyon yaşanması ihtimaline karşı, faizleri küçük bir oranda da olsa aşağıya çekti geçtiğimiz günlerde. Bu ise daha yüksek faiz geliri elde etmek isteyen sıcak paranın, yani finans kapitalin Türkiye gibi ülkelere giriş iştahını artırıcı bir gelişme. Doların bir süredir sakin sularda seyretmesinin, S-400’lerin Türkiye’ye gelişine, küreselleşmenin amentüsü olan “Merkez Bankası’nın bağımsızlığı”nın ihlal edilerek bankanın başkanının görevden alınmasına ve yapılan faiz indirimlerine rağmen kurların görece düşük bir seviyede tutunabilmesinin temel nedenlerinden biri bu.

Öte yandan Merkez Bankası’nın yapmış olduğu faiz indirimleri reisçi rejim açısından yeterli değil. Tıpkı Trump gibi “Reis” de yapılan faiz indirimini yeterli bulmuyor. “Faiz sebep enflasyon sonuç” teorisine ne kadar inanıyor bilmiyoruz ama en azından faizler inmezse kredi daralmasının devam edeceğini, kredi daralması devam ederse yeni yatırımların olmayacağını, yeni yatırımlar olmazsa işsizliğin artacağını, işsizlik artışının ise yaslandığı alt-orta sınıfın siyasal tercihleri üzerinde kendisi açısından hiç de hoş olmayacak sonuçlar doğurabileceğini bildiğini tahmin edebiliyoruz.

Zaten tam da bu nedenle Merkez Bankası’nın faiz indiriminden sonra kamu bankaları da talimatla faizleri piyasa faizlerinin altına düşürerek, yani zararına borç vermeyi kabul ederek konut ve tüketici kredisi faizlerini indirdiler. Hemen ardından da kamu bankalarının verdiği krediyle satın alınanından kamu reklamlarıyla beslenenine kadar rejim medyası konut kredisi başvurularındaki artıştan, “rekor başvuru”lardan söz eden haberler girmeye başladı. İnşaat sektörünün bataktan çıkarılması ve konut talebinin artışı rejimin bekası açısından olmazsa olmaz olduğu için, rejimin medyasının faiz indiriminin halkla ilişkiler kampanyasını üstlenmesi gerekiyordu ve onlar da bunu seve seve yaptılar doğal olarak.

Sahte umuda karşı hakiki bir karamsarlık

Peki bu ve sonrasında yapılacak faiz indirimleri ekonomide rejimin istediği bir düzeltme yaratabilir mi?

Doğrusu pek mümkün görünmüyor bu. Çünkü birincisi enflasyonda kalıcı bir düşüş sürecine girildiğine dair elimizde hiçbir veri yok. İkincisi, sanayide çarklar hala dönmüyor ve Türkiye ekonomisindeki küçülmenin devam edeceği anlaşılıyor. Ve üçüncüsü, işsizlik bir yılı aşkın bir süredir sürekli artıyor. Resmi verilere göre geçen yıldan bu zamana işsizler ordusuna 1 milyon 21 bin kişi daha eklendi, işsizlik artışı % 3.1 oldu, tarım dışı işsizlik % 3.4 arttı ve en vahimi genç işsizlik % 5.5 oranında artarak % 25.5 gibi korkunç bir seviyeye, her dört gençten birinin işsiz olduğu seviyeye ulaştı.

Tüm bunlar ne anlama geliyor peki? Tablo pek iç açıcı değil ama hakikatten kaçmanın kimseye bir faydası yok. Önümüzdeki süreçte hayat pahalılığı artmaya devam edecek, insanların alım gücü, tüketim olanakları daha da daralacak, geçim sıkıntıları derinleşecek, sırtlarındaki borç yükü katlanacak, borçlarını çevirmek için daha çok borçlanmak zorunda kalacaklar. Ekonomideki durgunluk devam ettikçe yeni istihdam yaratılamayacak, ihracat azalacak, bu da döviz sıkıntısını tetikleyecek, döviz borçlusu özel sektör borcunu çevirmekte ciddi sıkıntılar yaşayacak. Ekonomi küçüldükçe devletin vergi gelirleri azalacak, dar gelirlinin ve tüketimin üzerindeki vergiler artarken, devlet daha çok borç almak zorunda kalacak, daha çok borç arayışına girdikçe daha yüksek faiz seviyesinden borçlanacak. İşsizliği gençler, özellikle üniversite mezunu gençler daha çok hissedecek, iş sınavlarında zaten liyakatin değil torpilin hükmü geçtiği için bu sınavlarda başarılı olup bir iş sahibi olmak daha da zorlaşacak, bu da gençlerin yaşadıkları topluma ve ülkeye dair aidiyetlerini daha fazla sorgulaması anlamına gelecek.

Öte yandan tüm bu ekonomik çöküntünün birtakım başka sonuçları da olacak, bunların başında ise Suriyelilere yönelik öfkenin büyümesi gelecek. Ekonomik krizin derinleşmesine AKP hegemonyasının zayıflaması da eklenince, toplumun farklı kesimlerinden, farklı dünyalarından, farklı ideolojik görüşlerinden insanlar krizin faturasını bir günah keçisine yıkmakta, suçu Suriyelilere atmakta ortaklaşacaklar. Bu da maalesef burada telaffuz etmek dahi istemediğim birtakım hadiseleri tetikleme potansiyelini beraberinde getirecek.

Çare?

Hakikati görmek, hakikati konuşmak, hakikati yazmak, hayır karamsarlığı beslemek, umutsuzluğu büyütmek değildir. Hakiki bir karamsarlık, kurtuluş için, topluma sahte umutlar vermekten bin kere daha işe yarar bir tutum olacaktır; çünkü umut diye bir şey varsa öncelikle hakikatin içinde aranacaktır, çünkü eli kalem tutan kişi öncelikle hakikate sadakat duymakla mükelleftir.

Çare arayışı hakikati görmekle başlayacaktır. Hakikat buysa çare de vardır. Çare tek adamın karşısında yeni tek adamlar, sağcılığın bir versiyonu karşısında başka bir sağcılık, otoriter İslamcılığın karşısında light İslamcılık, güleryüzlü İslamcılık değildir. Çare krizin faturasını gariban Suriyelilere kesmek hiç değildir. Hakikat Türkiye’de sermaye düzeninin ve onun üzerinde yükselen reisçi rejimin bir kriz yaşadığı, düzenin ve rejimin de o krizi çalışanların, emeğiyle geçinenlerin, halkın sırtına yıkıyor oluşudur. O krizden ya sermaye düzeni -darbe, iç savaş, dış savaş vb.lerini de içeren büyük bir yaratıcı yıkım da ihtimal dâhilinde olmak üzere- kendini yenileyerek çıkacaktır ya da çalışanlar, emeğiyle geçinenler, halk, belki merkez bankasını soymayacak ama bir yerinden siyasete dâhil olacak, kaderini eline almaya dair bir adım atacaktır. Bir çare varsa tam olarak buradadır, tam olarak bundadır.

Aksi takdirde mi? Aksi takdirde ücret pazarlığında işçileri satan sendika başkanları mikrofonların açık olduğunu unutup bakanların kulağına “ucuz atlattık” minvalinde sözler fısıldamaya, merkez bankaları, faiz oranları, döviz kurları, piyasalar adlı her şeye muktedir tanrılar ise biz fanilerin kaderlerini belirlemeye, yoksulu yoksula kırdırmaya devam edecektir.