Ana Sayfa Kritik Bir merkez bankası soymak: Devrimci bir fikir-III

Bir merkez bankası soymak: Devrimci bir fikir-III

Bir merkez bankası soymak: Devrimci bir fikir-III

Dünyanın en zengin 7 ülkesi, G-7, bu seneki toplantısını Fransa’da yaptı. Rusya Kırım’ın 2014’deki ilhakından beri toplantılara çağrılmıyor, dünyanın ikinci büyük ekonomisi Çin ise kişi başına gelirde bu yedi ülkenin standartlarını yakalayamadığı gerekçesiyle kulübün dışında bırakılmış durumda. Ortada sadece bir zenginler kulübü değil, bir “Batı kulübü” de var dolayısıyla.

Dünyanın bu en zengin yedi ülkesi, tüm dünya zenginliğinin % 64’üne sahip. Yedi ülkede de farklı derecelerde olmakla birlikte gelir dağılımında çok büyük bir adaletsizlik, işsizlik ve yoksulluk var. Bu yedi ülke dünyadaki adaletsizliğin, eşitsizliğin, iklim krizinin, silahlanmanın, savaşların esas sorumlusu durumunda ve hal böyleyken bu seneki toplantılarının ana temasını son derece ironik diyebileceğimiz bir şekilde “eşitsizlik” olarak belirlemişler.

Eşitsizlik mi? Aşağı yukarı şöyle bir şey: Güncel verilere göre dünyanın en zengin 26 kişisinin varlığı, dünya üzerinde yaşayan 3 milyar 800 milyon insanın varlığına eşit. Yine aynı verilere göre 2018 yılında serveti 1 milyar doların üzerinde olan kişilerin zenginliği % 12 artarken, 3 milyar 800 kişinin geliri % 11 azalmış durumda. Tek bir ülkeden örnek vermek gerekirse, İngiltere’de en zengin % 1’lik dilimin ulusal gelirden aldığı pay 1982’de % 6.5 seviyesindeyken bugün yaklaşık iki buçuk kat artıp % 15’ler seviyesine gelmiş. Aynı şekilde, Londra Borsası’nda işlem gören en büyük 100 şirketin oluşturduğu FTSE 100 listesindeki şirketlerin yöneticileri 1980’de ortalama bir çalışanın 20 katı fazlasını kazanırken, bugün 133 kat fazla kazanıyorlar.

Zenginler daha zengin, yoksullar daha yoksul: Çünkü vergiler…

Peki bunun nedeni ne, neden zenginlik giderek daha az elde toplanırken, yoksulların sayısı artıyor, yoksulluk derinleşiyor?

Kendiliğinden yaşanan bir değişim yok karşımızda, bir program ve onun sonuçları var. 40 yılı aşkın zamandır dünya ölçeğinde yürürlükte olan neo-liberal politikaların bir sonucu bu. Zenginlerin istikrarlı bir şekilde daha zengin, yoksulların istikrarlı bir şekilde daha yoksullaştığı küresel kapitalizm çağındayız!

Burada hemen Fransa’daki “Sarı Yelekliler” eylemlerini hatırlayalım. Nasıl başlamıştı bu eylemler, gerekçesi neydi? Eylemler Macron hükümetinin akaryakıta getirdiği vergilere yönelik tepkinin bir ürünüydü ve eylemciler açıkladıkları talepler listesinde tüketimden alınan vergilerin azaltılarak büyük şirketlerin üzerindeki vergi yükünün artırılmasını istemişlerdi. Sarı Yelekliler böylece zenginlerin daha fazla zenginleşmesine ve yoksulların daha fazla yoksullaşmasına yol açan en temel mekanizmalardan biri olan vergi politikalarına, yani büyük şirketlerin vergi yükü düşürülüp zenginlik daha az vergilendirilirken, çalışan sınıfların sırtındaki vergi yükünün daha da artırılmasına itiraz etmiş, eylemlerini ve taleplerini de bunun üzerine kurmuş oluyorlardı. Bu ise neo-liberalizmin ne olduğunu kavramak demekti.

Bir iktisat politikaları manzumesi olarak neo-liberalizm, sermayenin kâr oranlarını artırma hedefi üzerine kuruludur. Bunun için kamusal varlıklar özelleştirilmeli, işçi hareketinin gücü kırılmalı ve emeğin pazarlık gücü azaltılmalı, işçilere daha az ücret, devlete daha az vergi ödenmelidir. Neo-liberalizm, büyük şirketlerin üzerindeki vergi yükünün hafifletilmesini ve o yükün çalışanların sırtına yıkılmasını öngörür. Bunun için başvurulacak yöntemlerden biri, vergi gelirleri içinde kazançtan alınan doğrudan vergilerin oranının azaltılması, dolaylı vergilerin oranının ise artırılmasıdır. Dolaylı vergiler, ÖTV ya da KDV örneklerinde olduğu üzere, tüketim üzerinden alınır ve buradaki esas vergi mükellefi halk kitleleridir.

1980’den beri neo-liberal programın uygulandığı Türkiye’de de dünyadaki genel eğilime benzer bir şekilde vergi gelirleri içerisinde kurumlar vergisinin, şirketlerden, servet kazançlarından, finansal işlemlerden, borsadan, dövizden, faizden kazanılan paradan alınan vergilerin payı giderek düşerken, hem bordrolu çalışanlardan, yani emeğiyle geçinenlerden kesilen vergiler artırılmakta, hem de dolaylı vergilerin payı giderek artmaktadır. (Burada geçerken, “rejim vergisi” diyebileceğimiz bir şekilde içkiden alınan verginin bir tür “cizye”ye, “gavurdan alınan baş vergisine” dönüştürülmesini, içkiden alınan vergideki fahiş artışın rejimin İslami doğasıyla olan bağlantısını hatırlatabiliriz. İçkideki vergi artışı vergi yükünün ciddi bir kısmını “milletten olmayanlar”ın sırtına yıkmakta, bu da bu vergiye bir tür “haraç” karakteri kazandırmaktadır.)

Zenginler daha zengin, yoksullar daha yoksul: Çünkü borçlar…

Kamu gelirlerinin, yani bütçelerin temelinde vergiler yer alır. Peki kamu gelirleri kamu harcamalarını karşılamaya yetmezse gerekli olan para nereden bulunacak, devletler kamu harcamalarını nasıl finanse edecektir?

Verginin alternatifi borçlanmadır ve nasıl ki vergi yükünün toplumun hangi kesimlerinin sırtına bindirileceği sınıfsal bir tercihse, borçlanma da sınıfsal bir tercihtir. Neo-liberal program, sermayeden vergi almak yerine borç almayı öngörür. Sermayeden borç almak ise o borçların faizleriyle birlikte geri ödeneceği düşünüldüğünde, çalışan sınıflardan sermaye sınıfına gelir transferi anlamına gelir. Çünkü devlet, alınan borcu ödemek için çalışan sınıfların üzerindeki vergi yükünü daha da artıracak, bütçenin ciddi bir bölümünü borç faizi ödemelerine ayıracaktır.

IMF’nin borç isteyen ülkelerle imzaladığı anlaşmaların fetiş kavramının “faiz dışı fazla” olması bu nedenle şaşırtıcı değildir. IMF bu ülkelerin bütçelerinin faize yapılan ödemeler çıkarıldığında fazla vermesini talep etmektedir. Peki bunun gerekçesi nedir? Eğer bir ülkenin bütçesi, faiz harcamaları çıkarıldığında fazla veriyorsa, bu o ülkenin sosyal harcamalarını kıstığına, sosyal devlet niteliğinin giderek aşındığına, kamusal hizmetlerin piyasaya devredildiğine, devletin ekonomiye çalışan sınıfların lehine olabilecek şekilde müdahale etme kapasitesinin azaldığına işaret eder. Dahası, faiz dışı fazla ne kadar yüksek olursa, o ülkenin borçlarını ödeme kapasitesi artacak ve finansal sermaye borçlarını tahsil etmeye devam edebilecektir.

Velhasıl küresel kapitalizm çağında, neo-liberal iktisat politikalarıyla, bir yandan sermayenin üzerindeki vergi yükü giderek artan oranda çalışan sınıfların sırtına yıkılırken, bir yandan da borçlanma politikaları aracılığıyla çalışan sınıflardan sermaye sınıfına gelir aktarılmaktadır. Bu ise gezegen ölçeğinde gelir dağılımındaki adaletsizliği giderek derinleştirmekte, zenginleri daha zengin, yoksulları ise daha yoksul yapmaktadır.

Kitlelerin afyonu: Borç

Ancak borç kapitalizmde sadece bu işe yaramaz; kapitalizmde sadece devletler borçlanmaz, bireyler de borçlanır. Çağımızın önemli düşünürlerinden biri olan Zygmunt Bauman, Türkçeye yeni çevrilen “Borçlu Zamanlarda Yaşamak” adlı söyleşi kitabında, bir borçlanma aracı olarak kredi kartı ile arzu, haz, keyif -adına ne derseniz deyin- arasındaki ilişkiden söz eder. Kredi kartı günümüzün insanına, kendisini ancak tüketim üzerinden var edebilen insana şöyle seslenmektedir: “Şimdi haz alın, ödemeyi sonra yapın.”

Tüketim toplumunun insanı, gelecekti bedelinin ne olacağını bilse de, hazzı ertelemek yerine şimdi tüketmeyi ve borçlanmayı tercih etmekte, borçlanmanın sonuçlarını, yani yüksek faizi, sonsuza doğru uzayan kredi taksitlerini, borcun borçla çevrilmesi döngüsüne hapsolmayı göze almaktadır. Yazının tam da burasında, 2006 tarihli “Borç toplumu” adlı yazımdan bir alıntı yapmam sanıyorum ki yerinde olacaktır:

Borçlanarak yaşamak, öteleyerek yaşamak anlamına gelir. Borç toplumunda her şey ötelenir. Bugün tüketilenin, bir anda tüketilenin bedeli gelecek aya, bir sonraki aya ötelenir. Kredi kartı borçları, minimum miktarı yatırılarak, gelecek aya ötelenir, o da olmazsa tüketici faizi çekilerek vade daha da uzatılır. Sadece bu da değil. Bir haftalık tatil için yılın 12 ayı taksit ödenir, bir yılbaşı gecesi eğlencesi sekiz taksite bölünür, bunun için gece gündüz köleler gibi çalışmak gerekir, borçlar bittiğinde ise bir sonraki tatil ya da yılbaşı gelmiştir çoktan. Her şeye yeniden başlamak gerekir. 
Böylesi bir borç toplumunu simgeleyen belge nedir? Bu belge, “hesap ekstresi”nden başka bir şey olamaz elbette. Borç toplumunda kişi, hesap ekstresinde kendini görür. Çünkü ancak tüketim aracılığıyla kendini var edebilmekte, kendi olabilmekte, ancak bu şekilde “ötekilere”, o şatafatlı hayatın sahiplerine yaklaşabilmektedir. Borç toplumunda kişi, hesap ekstresi için yaşar ve hatta hesap ekstresi için ölür hale gelir. Çünkü ekstredeki her bir harcama kalemi, “iyi bir yaşam”ın göstergesi olarak değerlendirilir ve ödenmeyen borç ekstreleri yüzünden intiharı seçenlerin sayısı her geçen gün kabarır.”

Günümüz toplumu, bizimki de dâhil olmak üzere bir borç toplumudur. Tüketmek var olmanın ön koşulu olarak görülür ama elde edilen gelir arzu edilen ölçüde tüketmeye ve dolayısıyla arzu edilen ölçüde var olmaya yetmez. Tam da bu yüzden borçlanırız, tam da bu yüzden konut kredisi, taşıt kredisi, tüketici kredisi alırız. Tam da bu yüzden kredi kartına yüklenir, asgari tutarı ödeyerek de olsa tüketmeye devam etmek isteriz. Tam da bu yüzden hala limiti olan bir kredi kartından nakit çekip diğerine yatırır ve borcu borçla çevirmeye çalışırız. Borçla tüketerek var olan insan, günümüzün Sisifos’udur; Sisifos o devasa kayayı her gün o dağın tepesine çıkarır ama kaya akşam yeniden aşağı yuvarlanır, piyasa tanrıları kayayı aşağı yuvarlar. Günümüz insanı ertesi gün ve daha ertesi gün ve daha ertesi gün o kayayı tepeye taşımaya, piyasa da aşağı yuvarlamaya devam edecektir.

İktidar/yönetme teknolojisi dediğimiz şey ise tam olarak burada karşımıza çıkar. Tüketim olanakları ne kadar artıyorsa kitlelerin mevcut sistemden ve iktidardan memnun olma eğilimi o kadar artar. Tüketmekle var olmak arasındaki ilişki tüketmekle memnun olmak arasındaki ilişkidir aynı zamanda: Kredi çeker ve araba alırsın ya da arabanı yenilersin, ev alırsın ya da evini yenilersin, dükkânını büyütürsün, yurtdışına tatile gidersin vs. Bunları yaptıkça şimdi, tam olarak şu an aldığın haz ve memnuniyetin artar, kendini böyle var hissedersin.

Burada tekrar Bauman’a başvuracak olursak; “krediyle yaşamak diğer birkaç uyuşturucu gibi bağımlılık yapıcıdır ve sunulan diğer sakinleştiricilerden daha bağımlılık yapıcı olduğu kesindir.” Buna bir eklemede bulunarak ve Marx’tan bir uyarlama yaparak diyebiliriz ki, tüketmek ve bunun için borçlanmak kitlelerin afyonudur, tüketim, borç ve kredi, kalpsiz bir dünyanın kalbi, ruhsuz bir dünyanın ruhudur.

Bağımlılık ise eninde sonunda bağımlı olunana ulaşmak için itaatkâr olmayı gerektirir. Tüketmek için kredi almamız, kredi borcumuzu ödeyebilmemiz için bir iş ve gelir sahibi olmamız zorunludur. İşimizi ve gelirimizi kaybetmek istemiyorsak ise buna uygun hareket etmemiz, bize iş ve bir gelir verenleri kızdırmamamız, kendimizden başka kimseyi düşünmememiz, her koyunun kendi bacağından asıldığını bilmemiz gerekir. Dolayısıyla tüketim arzusu ve bu arzuya ulaşmak için borçlanmak boynumuza geçirilmiş bir tasma, ayağımıza geçirilmiş bir prangadır. Dolayısıyla, örneğin on yıl geri ödemeli kredi on yıl köle olmayı kabul etmek demektir!

Az gelişmiş ülkelerle alt sınıfların kaderi bu anlamda ortaktır. Borcu alan, ister devlet olsun ister yurttaş, bir bağımlılık ve dolayısıyla itaat/biat ilişkisi içerisine girmiş demektir. Borç devletler açısından devletlerarası hiyerarşinin ve statükonun devamı anlamına gelirken, bireyler açısından sınıflar arası hiyerarşi ve statükonun devamı anlamına gelmektedir.

O halde bir kez daha belirtmek gerekirse, La Casa De Papel’in ana fikri, yani bir merkez bankası soyma fikri, hem merkez bankalarının tüm bu süreci örgütlüyor ve yönetiyor olması anlamında, hem de elbette ki bu soygun düzenini değiştirme arzusunun bir metaforu olarak, son derece devrimci bir fikirdir. Çünkü tüketim, borç ve kredi hepimizi tüm bu olan bitene, bu eşitsizliğe ve adaletsizliğe, bu yasal soygun düzenine sesini çıkarmayan uyuşturucu bağımlılarına, itaatkâr kölelere dönüştürmek istemektedir. Bir fikir ve eylem olarak devrim ise tüm bunlara esastan yapılan itirazın ta kendisidir.

ÖNCEKİ YAZILAR:

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl