Yakında mezun olma heyecanı ve kaygısına girdiğim son dönemimde Bilgi Üniversitesi Sanat ve Kültür Yönetimi öğrencisi olarak geriye doğru neler yaşadığımı düşünüyorum. Bu deneyimlerin içinde öğrendiklerim, öğrenmediklerim, öğrenemediklerim, öğrenmek istediklerim, öğrenmek istemediklerim, eğitilmek istenildiğim yanları vardı. Böyle geniş bir süreç salt ‘öğrenme’ ve ‘eğitilme’ kavramlarıyla açıklanamayacak olsa da bu temsilleri kullanmayı tercih ettim. İçinden geçtiğim bölümün kreatif ve interaktif bir özelliği içermesinden dolayı ‘bulunduğum yere dışarıdan bakabilme’ hali desteklendi ve eleştiri mekanizmam her daim işledi

Eleştiri mekanizmamın işleyişi sayesinde son demine ulaştığım eğitim ve öğretim sürecini gözden geçirip geriye doğru bir analiz yapıp sunmanın iki yararını görüyorum; Hem sanat ve kültür sektörüne yönelik olarak insanları yetiştirme misyonu taşıyan bir programı, öğrettiği biçimleri kendi zihnimle buluşturarak günlük hayatımda yaşadıklarımı değerlendirme fırsatı yakalamak hem de bu sektör üzerinden yaşadığımız toplumun geneline dair analojiler oluşturmak ve paylaşmak.

Öğrencilik İtirafları’ olarak isimlendirdiğim, yaşadığım önemli sürece ışık tutacak olan deneyimlerimin ve eleştirilerimin bazen profesyonel kılıklı bazen tabiatıyla amatör şekillerini içerdiği bu hatırat, hala öğrencilik ruhunu sürdürerek ve gençlikten yetişkinliğe geçiş sürecindeki bir birey olarak söz hakkı alabilmenin yaşattığı özgürleşmekten ve özgürleşmeye bağlı insani heyecandan gücünü almaktadır.

Hiç AKM’ye gitmemiştim. Gitsem de hayatımda diğerlerinden daha fazla yeri olur muydu bilmiyorum. AKM’yi yıllardır üstünde süren polemiklerden dolayı tanıyorum. En çok da bölümdeki derslerde hep bir yanıyla bahsedildiği için biliyorum. Mesela hiç unutmadıklarımdan biri şöyleydi… Etkinlik yönetimiyle ilgili bir dersimizde hocam AKM’deki son etkinliği düzenleyen kişiydi. Her şeyi müthiş bir uğraşla tasarlamışlar, hüzün içinde yapmışlardı. Son perde de kapandıktan sonra AKM’de bir daha hiç etkinlik olmamıştı. Dersin sonunda sahne dekorları dışarıda çöpün yanında yığılmış halde gördüğünde yaşadığı üzüntüyü dile getirmişti. AKM yıllarca yıkıntıya bırakıldı; yaşanmayan yer dökülür dendi. Orası da yaşamsız kalınca döküldü, en sonunda kent izleyicileri olan vatandaşlar ve kültür-sanat yönetimcileri olan diğer vatandaşlar oranın başka bir yer olabileceği konusunda ikna oldular. Bu sırada AKM’nin verdiği hüsran herkes için ilham vericiydi; sanatçılar dönüşümü belgelemek için bir sürü işlere imza attılar, mimarlar aralarında tartıştılar, yoldan geçenlerin bazıları sitem etti, bazı diğerleri ise destek verdiler. Herkes bir şekilde tatmin olduktan sonra duyurulan projeye de destekler ve uzlaşma yolunda ılımlı mesajlar yağdı.

Öğrencilik hayatımda ilk defa duyduğum köklü bir marka olan Tabanlıoğlu Mimarlık, kendi geleneği olan AKM alanına yeni bir AKM tasarlayıp sundu. Sanki o gün artık olmayan, hiç olmayacak olan, yerine gelecek olanın da uzun süre olmayacak ve ikamesinin yapılamayacak olmasına rağmen AKM’nin yenisinin duyurusuyla AKM’nin gayri resmî açılışı yapıldı. Olmayan bir yerin açılışı böyle yapılır. Entelektüel ve eleştirel çevreler de bu vizyon sahibi mimarlık firmasının yaptığı işe kötünün iyisi diyerek destek verdiler. Kötünün iyisi demek ‘başıma bir şey gelmeyecekse…’ demektir.

Tüm bu olayların yanında yıkık bir AKM çukurunun karşısında büyüyen bir cami, birilerine göre kötü bir dönüşüm sayılıyor. Bazı kesimlere göre ise olması gereken bir gelişmeydi. Geçtiğimiz haftalarda camiinin etrafında dolaştım ve inşaat sürecini fotoğraflayarak belgelemek istedim. Cep telefonumla fotoğraf çekerken bir işçi yanıma gelip çekemeyeceğimi söyledi. Camii halka açık bir alandır. İnşaatı da hepimiz görüyoruz. Neden belgelememi engellemek istedi? Ben de karşılığında fotoğraf çekemeyeceğime dair yazılı bir kural-yasa sunulmasını talep ettim, biri yapamazsın deyince yapmamaktansa kimin neden yasakladığını öğrenmeye çalışmak daha cazip geldi (tahmin edersiniz).

Emirlerden başka sunacak hiçbir şeyi yoktu. Ben de başka bir açıya yöneldim, çiçekçilerin yanındaki turizm polisleri duruyordu, onları da kadraja alarak fotoğrafladım. Onlar da ileriye dimdik bakarak fark ettirmeden gururla poz vermeye çalıştılar. Bizi çekme demediler. İstiklal caddesine doğru yürürken Taksim Cumhuriyet Sanat Galerisi’nde HAVADİS isimli sergiye rastladım. 1917-1918 yılları arasında olanlardan haberdar olmamızı vadediyordu. Her yıl o yılın yüz yıl öncesine dair bir sergi yaparak izleyicilerini bilgilendirdiklerini biliyorum. Özellikle 2015 yılında, yani Ermeni Soykırımı’nın yüzüncü yıldönümünde de görmek ve gezmek istemiştim. Kısmet olmadı. Fakat yüz yıl önce bugün neler olduğunu öğrenmemizi vadeden bu sergiler, öğrenim sürecinde olan beni hep düşündürdü. Normal mi, normal değil mi, olması gerektiği gibi mi, ne olması gerektiği gibi, kim neye neden destek vermeli ve vermemeli? İleri tarihlerde sosyal medyadan takip ettiğim Beral Madra Havadis sergisinin başka bir versiyonunu alkışlayarak paylaştı. Ben de geçmiş hakkında çok düşünmedim.

Çünkü tarih, düşünüldüğü anda yeniden yazılan bir şeydir, dolayısıyla yeniden kurgulanmaktadır. 100 yıl önce bugünü göstermeyi amaç edinmiş bir sergi büyük bir iddiayı sırtında taşıyor demektir. Uzun süreli hafıza ile kısa süreli hafızanın ayrı kulvarlarda ele alınması da bu noktada sözü edilmesi gereken bir şey olabilir. Nitekim bence yüz yıl önce değil de yüz gün önce ve şimdi arasındaki değişiklikler de düşünmeye değer.

Günlerden başka bir gün, aynı yoldan geçerken, İstiklal caddesine çıktığımda karşımda beliren bir ayakkabı markası, sanırım Superstep, üzücü anılarımdan birine ev sahipliği yapmıştı. Oradaki bir çalışan, küçük bir kıza bağırıyordu. Olay yerine biraz daha yaklaştığımda bu kızın 8-9 yaşlarında bir Suriyeli mülteci bir çocuk olduğunu gördüm. En son kızın yüzüne tokat attı. O sırada kız korkmadı ama benim elim ayağım titredi. Adamın yanına gidip ‘ne yaptığını sandığını’ sordum. Kız dükkânına yapışıp bir şeyler istemiş, laftan da anlamamış. Laftan anlamak ne demektir diye düşünekaldım. Yaya yolundan geçme hakkı olan zabıtaya olayı anlattım, ‘eh biraz haklı şimdi’ cevabını aldım, çiçekçilerin yanındaki turist polislerine durumu bildirdim. Kimseden ses seda alamayınca Superstep’e geri gittim, ağzıma geleni söylemek istedim, söyleyemedim. Şikâyet edeceğimi bildirdim, ismini istedim. İsmini vermediler. Oranın supervisor’ı gibi bir şeymiş. Aylar sonra o dükkânın önünden kadına karşı şiddete hayır eylemlerinin bir katılımcısı olarak geçerken dışarıya ürkekçe bakıyorlardı. Kadından korkuları yoktu ama insanların o gün sokağa neden çıktıklarını çok da iyi bilmemelerinin yarattığı bir korku vardı. Biz, ‘laftan anlamayanlar’ olarak bitmeyecektik, onlar da yüzer-gezer erkeklikler olarak, hep söz dinleyeceklerdi.

Bu ‘çok da iyi bilmemek’ korkusu biz insanlara bilginin güç olduğu kadar zayıflık olduğunu da gösteriyor. Örneğin danışanını taciz eden, oldukça önemli sınırlara sahip hasta-terapist ilişkisini bozduğu için hapis cezası alan bir entelektüel isim, suçu kesinleştikten sonra yakınındaki insanlara karşı olan meşruiyetini yeniden kazanabilme çabası olarak bilgisinin gücünü kullandı. Bilgi güç olarak kullanıldığında üzerinde güç uygulanarak şiddete maruz kalan taraf, kendilerindeki eksikliklerden ötürü, aynı bilgi onların bir zayıflığı olarak kendini gösterebilir. Zaten ona tavır almaktan rahatsız olan ve türlü (insani) zayıflıklara sahip olan çevresinden birkaç isim de buna inanmayıtercih etmeyi seçti, çünkü aksi huzursuzluk yaratabilirdi. Ne gerek var? Söz konusu olan entelektüel şahıs, içinde bulunduğu durumlarla ilgili yaptığı türlü laf cambazlıklarıyla, sergilediği güçlü bilgi birikimiyle ve hem akıllıca hem objektif görünen yeni fikirlerle kendini akladı. Tam da kendisini borçlu hissettiği bu açıklamayla, ona atfedilen suçu olumlayarak şahsımca bu suça dikkat kesilerek suçun varlığına tamameninanmamısağladı. Ancak başka şeyler de öğrendim bu yazıdan. Aydın ruhlu ama mağdur entelektüel özneyle tanışmış, onunla belli bir ilişkiye ulaşmış kişiler ‘biz onunla tanışıyoruz ve işinde iyidir, ondan pek çok şey öğrendik’ diyerek kurbanlarını savundular.

İnsanın kusuru olan ama insani olmayan bu ihlali, etkilendiğiniz kişiler de yapabilir. Çünkü sevgi ve saygımız karşımızdaki kişinin ‘iyi’ ve ‘doğru’ olduğuna dair göstergeler sayılamaz. Eğitimli veya eğitimsiz olmak, uzman veya toy olmak, zengin veya fakir olmak, tanımışlığımız veya tanımamışlığımız küçük ve kişisel sezgilerimize bağlıdır. Sezgilerimiz, kendimizle ilgilidir, başkasının genel ve özel tüm anlamlarıyla ‘mahkemesinde’ sezgiye yer olmamalıdır. Yakınlarımıza döşediğimiz küçük konforlar, sezgiler ve inançlar savunduğumuz doğrular haline gelince geçenlerde tartışılan Palu ailesi üzerine İrfan Aktan’ın yaptığı haberde yer alan Dr. Nükhet Sirman’ın ‘Palu ailesini istisna gibi göstermek korkunç!’ deyişindeki istisna olmama halini de kaçırırız. Sirman’a göre, Palu ailesi üzerinden Türkiye’deki ailenin sosyolojisini anlamak mümkündü, bu o aileye özel bir durum değildi. Birebir aynı olaylar olmamasına ve kendi içinde farklılıklar barındırmasına rağmen, Palu ailesiyle öğrenebileceklerimiz, sadece Ordulu ve sırlarla dolu bir aileye biçilemez, yoksa yeni türden ayrımcılıklar doğururuz. Onlar her insanın içindeki kötülüklerin bir parçasıdır.

Fakat bu da onları kabul edilebilir yapamaz; çünkü etiğin işi ihlalleri ayıklamaktır ve bazı uğraşılarla kazanılmış haklardan oluşan yasa grupları gereği, bazı etik değerlere uyulmak zorundadır. Çünkü bence etik değer de, ‘etik’ diyerek kolayca geçilebileceğimiz bir şey olmasına karşın, kimliğimiz ve neliğimize dair olasılıklarımızı belirleyen, yaşayan bir varlıktır.

Daha öncesinde Kadıköy’de…

1-2 ay önce Kadıköy’de Caz Standartları konulu verilen ve halka açık olan derslerde eğitmenler, caz dâhisi birçok sanatçıdan bahsediyorlardı. Bu dahi adamlar bir anda bir şarkı yaptıklarını, o şarkı da kültleşip nasıl diğer caz müzisyenlerinin caza giriş kapısı olarak kullandıkları şarkılara döndüğünü anlatıyorlardı. Bence bir şarkının herkesçe yorumlanan bir şarkıya dönüşü ve yorumlayanların ne kadar iyi yorumladığına göre o türün dünyası içinde meşruluk kazanışından çok, var olan bir şarkıyı yorumlama ihtiyacının nereden kaynaklandığını tartışmak daha verimlidir. Dönemin bir ihtiyacıysa yorumlamak, bu o şarkının değil yorumlamanın kutsallaştığını gösterir. Söz alarak bu eleştirimi dile getirdikten sonra biraz da çekinerek hep erkek sanatçıları seçtiklerini fark ettiğimi, cinsiyetlere göre ayırmayı sevmesem de onlardaki bu yönelimin farkında olup olmadıklarını sorduğumda bana ‘her yıl bu soruyu sorarlar, bu yıl da siz sormuş olun. Caz kadın müziği değildir, maço bir yanı vardır.’ cevabı verdiler. Elbette kimse ‘hadi şuraya da küçük mutlu bir kadın çizelim’ diyerek bir de cazcı kadını araya sokuşturmak zorunda değil. Eğitmen adam akademide kadınları sürekli savunduğunu ve müzik tarihindeki kadın tarihiyle ilgilendiğini söyleyerek laflarına devam etti.

Oysa ben, müzikte kadının rolüyle ilgili en ufak bir şey sormamıştım. Onların bu sunumdaki yönelimlerinin farkındalığı konusunda bir soru sormuştum. Fazlasıyla farkındalarmış. Akademide kadını savunan bu eğitmen adamlar, caz maçodur diyorlar. Oysa insanlık düşüncesini kavrayabilmiş ve sanatkârlık zihnini benliğine kavuşturmuş bireyin ismi maço değil, yaratıcı insandır. Şahsım nezdinde caz da bir istisna taşımıyor. Eğer bir kadın yaradılışından ötürü caz yapamıyorsa, caz yeteri kadar iyi bir şey değildir belki de. Bu yüzden bir standardı olup olmaması önem taşımaz. Sonuna kadar entelektüel insanlar olabileceğiz ama insana ve yaratılarına tamamen erkeklikler ve kadınlıklar üstünden bakmamak için daha kaç haber yapılması, kaç eyleme aval aval bakılması, kaç entelektüel mağdurun daha türeyip alışkanlık yapması, kaç tez yazılması gerek? Akademi ne yapıyor?