Nihat Genç’in Odatv’de yayımlanan; Varlık dergisi, Fethullah Gülen, Hasan Bülent Kahraman ilişkileri üzerinden söze girip Türk edebiyatını sığlığa, piyasaya, çöplüğe hapseden “ajan”lara; oradan günümüzün makbul sanatçılarına geçip yine galiz sıfatlarla “saldırdığı” yazısı, anlaşılan o ki epeyce beğenildi.

Kendisinin makalesinde öne sürdüğü tezlerdeki haklılığını haksızlığını konuşmamız mevzu bile değil yazarın, bunların pek çoğu da zaten doğru; bende bir kesimdeki Nihat Genç alerjisi de yok, hiç olmadı; ayrıca Bu Çağın Soylusu’nu kaleme alan bir edebiyatçıya kolay kolay laf edilebileceğini de düşünmüyorum; ama yine de ortada bulunan tutarsızlığa ortak olmayı aklımın ucundan bile geçirmiyorum.

Nihat Genç’in eskiden bu yana iddiası; bir kampa, gruba, ideolojiye dâhil olmadığıdır, bilenler bilirler. Cemil Meriç’ten mülhem bu sav, yazara ciddi bir manevra alanı tanımış, bugünlerde Ahmet Hakan’ın “sırayla herkese çakma” eylemi, çok öncelerde Genç’in alamet-i farikası haline gelmiştir. Bazen sağcı bazen solcu bazen muhafazakâr bazen milliyetçi reflekslerle konuşup yazmakta özgürdür bunu söylediği için hazret.

Leman dergisinde, 28 Şubat karşıtlığı bağlamında dönemin İstanbul belediye başkanı olan kişiye düzdüğü övgüler; Yalçın Küçük’e ruh hastası, Doğu Perinçek’e deli dediği yazılar arşivlerde mevcuttur örneğin. Bugün bulunduğu “Batıcı-laik” kampa en şiddetli eleştirileri kendisi üretmiştir. Niye mi; o dönem İletişim’de sağlam bir yeri vardır kendisinin. Şimdi ise geçmişte sövdüğünün yanında, sevdiğinin karşısındadır.

Yine de bu daldan dala atlamalar kendisini bağlar, işin açığı bununla çok ilgili değilim; okumuyorum kendisini, olup bitiyor. Ama hem yazar hem de ilgili yeni yazısındaki “saldırı”lara sevinen, bunların altına imzamı atarımcılar; büyük bir çelişkinin, hatta ikiyüzlülüğün öznesi oluyorlar; benim itirazım buna.

Şöyle; Nihat Genç’in bahsi geçen yazısını açıp okurken, hemen yanda Nevval Sevindi’nin adını görüyoruz örneğin. Bu kişi Zaman artığı değil midir; o mecrada ne işi bulunuyor; bu soruyu cevaplamadan herhangi bir Odatv yazarının ve okurunun konuşma, yazma; Cemaat’e laf etme hakkı var mıdır? Bir başka yazar Fazıl Say. Milliyet Pazar’da, 2001 senesinde, ABD’nin Afganistan’ı bombalamasını meşru gördüğünü yazarken; şimdi güya ABD karşıtı bu sitede neden köşe sahibi?

MARİFET
En büyük marifeti, bu yazıyı okumadan şunu anlayamazsınız, bunu bilmeden oraya gidemezsiniz, yollu tuhaf ve ne yazık tüm burjuva medyasının da taklit ettiği; haber sunmaktan ziyade, merak ettirip sayfa tıklatarak para kazanmak olan Odatv’ye niye hiçbir iletişim bilimci ihtarda bulunmuyor?

Son bir iki yıldır, en dayanamadığım şey; Orhan Pamuk’la ilgili yazılan sözüm ona eleştiriler. Solcu münekkit, adeta bunu iş edinmiştir kendine; hiç sevmediği bu yazarın kitaplarını satır satır okuyup yığınla hata, kusur bulur. Çünkü Pamuk’a sövmek, Kara Kitap’a leş demek, bir zorunluluktur artık.

Oysaki doksanlarda, Pamuk, muhalif eylemlere katılır, kapatılan, binası bombalanan gazetelere destek verirken de o kitabın müellifiydi; o dönem herkes kulağının üzerine yatıyordu, bugün değişen nedir? Bu kişinin kitaplarını devamlı övmek, bunlara ne kadar bayıldığını anlatmak dışında bir şey yapmayan Semih Gümüş’ten bir farkı yoktur bu güruhun. Bunu şundan dile getirdim: Solculuk, aydınlık, bağımsız olmak; hep işsiz kalınca akla geliyor son yıllarda. Kitabını yayımlatacak yayınevi, köşesinde yazacak gazete bulanlar; buraya dâhil olur olmaz, diğerlerine küfretmeye başlıyor. Kendi mahallesindeki vasatlığa, çürümeye sırtını dönüyor. Ot dergisine günde beş vakit laf ederken, Bavul’dan gelen teklifi geri çevirmiyor. Sinem Sal’a nefret kusarken Tuna Kiremitçi’ye tek kelime edemiyor.

Sadece bu isimden yola çıkarak bile saatlerce konuşmak mümkün. Doğan grubunun, iki binlerin başında, ülkemizde o dönemler çok örneği bulunmayan bir pop-yazar olarak kitlelere pazarladığı Kiremitçi; 2011 kavşağında, sürecin ulusalcı çekimine kapılıp “Atatürkçü” olmuş, bir de, kedili bir yayınevinden “Atatürk olmasaydı ne olurdu?” konulu kitap yayımlamıştı, Selanik’te Sonbahar.

Herkesin siyasi görüşü değişebilir, on yedi yaşında öğrendiğimizi yirmi üçümüzde reddedebilir, altı sene sonra bunun tekrar doğru olduğunu düşünebiliriz.

Hayatımda okuduğum en kötü kitaplardan biriydi bu. Hürriyet Kelebek’te magazin yazan adama bu teveccühü sindiremiyordum bir türlü. Ama asıl; o yayınevinden kitapları yayımlanan ve çok önemli, çok güzel işleri olan edebiyatçıların, geçmişte ve bugün, bu yazıcıya ve de bunu oraya transfer eden patrona ilişkin olumsuz tek satır yazmaması, bunu protesto etmemesiydi beni üzen.

Bunun açıklaması kısa; dediğim yapılırsa, hem o yayınevi hem o yayınevinin ideolojik hattını teşkil eden muhbir fraksiyon hem de Odatv ve benzeri organlar; kendilerini görmezden gelebilirdi. İletişim, Can vb. tekeller de onları bu saatten sonra kabul etmeyeceğine göre, susup oturmak en sağlamıydı. Öyle de yaptılar. Bugün gelinen yerde, hiçbir bağımsız iradeleri kalmadı bunların. Zaman’da yazan Selim İleri ve Hilmi Yavuz’a verip veriştiriyorlardı; ama Aydınlık Kitap ilkini kapak yapınca ne diyeceklerini bilemediler mesela.

SALINIMLAR

Yıllarca, Aydın Doğan’ın plazalarında evcilik oynayan, düzene en küçük bir itirazı aklından geçirmeyen; o kullanışlı muhaliflikleri bile göze batıp kovulduktan sonra Sözcü’de barikat savaşı vermeye başlayan fosillerden bir farkı var mı bunların?

Bin tane örnek bulabiliriz. Bu kampa özel bir durum değil söylediğim. Solun her kesimi için geçerli bu. Baskın Oran deyince midesi bulanmayan yoktur; ama bu adamın BirGün’de Avrupa Birliği’ne girilmesinin ne kadar da yararlı olacağını anlatan yazılarını herkes unutmuş görünüyor. Laf açıldı; CHP’yle flört gündemde değilken, bu gazetenin ilk sayfasında, Kamer Genç’ten toprak ağası diye bahsedip üç sayfa ileride Ahmet Türk’e sıfat ekleme gereği duymayan politika editörü; niye bir tek ciddi eleştirisi ile karşılaşmadı solcu yazarların? Acaba bize de bir köşe düşer mi buradan bir gün, düşüncesi miydi ellerini dillerini bağlayan insanların?

Kedili yayınevinin yazarı Gülşah Elikbank’ın, bir iki hafta önce, BirGün Pazar’da, metroda eski sevgilisiyle çarpışan, anıları canlanan bir kadının anlamsız duygulanımlarını anlattığı öyküsünü, başka mahalleden biri yazsa demediğini bırakmayacak yüksek edebiyatçı ağabeyler; aynı kaptan yemek yemek midir sizleri konuşturmayan?

Herkesin siyasi görüşü değişebilir, on yedi yaşında öğrendiğimizi yirmi üçümüzde reddedebilir, altı sene sonra bunun tekrar doğru olduğunu düşünebiliriz. İnsan zihni ve bilinci buna müsait. Ama bugün düşündüğünü bugün söylemeyen, çünkü kişisel menfaatini ilkelerin üzerine koymuştur, ikiyüzlüdür, münafıktır.

Okuduğumuz, öğrendiğimiz ve gördüğümüz kadarı ile Cumhuriyet tarihimizin edebiyat, kültür sanat, siyaset düzleminde en zavallı özneleri bugünküler. İktidara yüklenirken ağızlarında sakız ettikleri vicdan sözcüğü, kendileri için ne anlama geliyor, gerçekten merak ediyorum.

Kürt siyasetinin günlük gazetesinin, dinci teröristlerin canlı bomba eylemlerini manşete çekerken, Pkk’lıların aynı tipteki saldırılarını sayfanın en altına saklamasını, gazeteyle dayanışmak adına, yok sayan sosyalist; bunu nasıl becerebiliyor mesela?
Ya da daha dün Aysel Tuğluk’un yaşadıkları… Bunu bağıra bağıra kınamayan bir edebiyatçı, edebiyatçı mıdır? En çok, ortalama okurunu kaybedersin, ne olur, dünyanın sonu mudur?
Nihat Genç, üç karılı Fethullahçı edebiyat imamının kim olduğunu soruyor, bunlar da iki gündür bunu tartışıyor. Bize ne?

Sol yayınların sayfaları neden bizlere değil de kalem tutmayı bilmeyenlere açık, bunun cevabı daha önemli değil mi? Ya da buralarda bulunanlar, bu yayınların çizgisine uymayan şeyleri rahatça yazabiliyorlar mı? İlerici olduğu iddia edilen yayınevleri, yetenekli gençlere fırsat sunuyor mu yoksa diğerleri gibi bunların yazdıklarını okumadan geri mi gönderiyor? Sola yakın kurumlarca tertiplenen edebiyat organizasyonları, adilane mi yoksa büyük sermaye kuruluşlarınınkiler gibi ödül kazanacak kişisi önceden belirlenerek mi düzenleniyor?..

Yakın zamanda, modern Avusturya edebiyatının önemli isimlerinden Arthur Schnitzler’in Geç Gelen Şöhret kitabını okurken; eserin asıl tezinin yanında, beni asıl ilgilendiren; 1900’lerin başında, edebiyat yapma isteğindeki bir grup gencin, “büyük orta yol” dedikleri alana mensup, yazmayı çizmeyi alelade bir iş olarak gören, yeteneksiz ve piyasacılardan oluşan kişileri kıyasıya eleştirir, hatta onlara hakaret ederken; kendilerinin büyük bir atalet ve anlamsız kibirle sürekli konuşup aslında bir şey üretmemelerinin vurgulanması olmuştu.
Evet, bizden olmayana acımıyoruz; edebiyatı para kazanma aracı olarak görenleri, aklını kalbini hislerini pazara çıkaranları, ucuza ve bayağıya meyledenleri kıyasıya eleştiriyoruz.
Peki ya “biz”; “bizim taraf”ın gerçekten temiz, dürüst, ilkeli olduğuna inanıyor muyuz? Kendi adıma, inanmıyorum; uzun zamandır hem de.

“Büyük orta yol”a paralel başka “orta yol”ların büyük bir pişkinlikle teşkil edildiğini gördüğümden; Erdal Öz’e kendini anlatırken, hapiste, Deniz Gezmiş’in, “Biz edebiyattan geldik, reis!” dediğini öğrendiğimden; “Bizim Deniz”e layık solcuların da bugün pek kalmadığını anladığımdan beri.

 

 

TEILEN
Önceki İçerikKiç hep ensemizde!
Sonraki İçerikİnsanlığa karşı parayı verenlerin düdüğünü çalanlar
1985, Beyoğlu doğumlu. Isparta Milli Piyango Anadolu Lisesi’nden 2003’te, KTÜ, Türkçe Öğretmenliği bölümünden 2008’de mezun oldu. AÜ, AÖF, Felsefe ve SDÜ, İF, Radyo Tv ve Sinema bölümlerinde öğrenmeye devam ediyor. 2006’dan bu yana, çeşitli gazete, dergi ve internet sitelerinde makaleler kaleme alıyor.