Bunu ben de yaparım!’ cümlesi aslında çok sık işittiğimiz bir kalıptır. Sadece küçümseme değil, merak ve ilgi anlamları içerir. Ülkemizde bu cümle daha çok; “bu resmi ben de yaparım!” şeklinde kullanılır. Örneğin, darbeci general Kenan Evren, Miro tabloları için 1990’lı yıllarda benzer bir cümle kurmuştu. Seneler sonra, 2014 yılında, Joan Miro’nun kapsamlı bir seçkisi Sabancı Müzesine geldi, hatta ben de bu sergi içinde küçük bir sunum yaptım, fakat o gün, bu gündür Evren’in hiçbir resmine hiçbir galeride ya da müzede şahsen rastlamadım, görmedim, bilmiyorum.

Açıkçası; söyleyenin hafifçe gülümseyerek sarf ettiği “bunu ben de yaparım!” bir sanatçının duymak istemediği değil, tam tersine sık sık duymak istediği, isteyebileceği bir cümledir. ‘Erişilebilirlik’, ‘ulaşılırluk’, ‘anlaşılabilirlik’ hissi (popülerlik demiyorum) usta bir sanatçının kullanmayı tercih edebileceği bir strateji olabilir. Kanımca bu duygu, en az ‘erişilmezlik’ hissi ve onun verdiği gurur (kibir?) kadar mübahtır. Yine Miro örneğinde, üstadın saf renkleri, fırça vuruşları, çocuksu ve basit görünür, boyalar tuvale dökülmüş gibidirler, ama işte o lekeler, neredeyse bir bayrak gibi, ülkesi İspanya’nın ismi ile beraber anılırlar.

Bu yazıyı yazma sebebim ise ilk defa bir sinema filmi için benzer bir cümleyi duymam oldu: “Bu filmi ben de çekerim!” Duyunca çok şaşırdım hatta kulaklarıma inanamadım ama söyleyenin ismini vermeyeceğim. Konu o değil, zaten. Amaç cümleyi söyleyeni eleştirmek değil, onu söyletene, söyletebilene şapka çıkartmak, selam durup, tebrik etmek!

Büyük üstadın ismini tabi kidir biliyordum, biliyorduk, kim bilmez ki: Jean-Luc Godard. Bilmediğimiz, bilemeyeceğimiz kendisinin, 80li yaşlarının sonunda, bizleri bu kadar şaşırtacak, ters köseye yatıracak ve de bir de üstüne Cannes’tan Altın Palmiye alacak bir film yapması, yapabilmesi… Türkçe’ye ‘İmgeler ve Sözcükler’ adıyla çevrilmiş, orijinal ismi Le livre d’image olan Godard son filmi tamamen bulunmuş malzeme ile hazırlanmış ve kolaj mantığı ile bir araya getirilmiş. Tekrar altını çiziyorum, çekilmiş değil yapılmış bir film… O kadar eklektik ki, filmin ortalarına doğru karşınıza Mert Fırat çıkınca bile garipsemiyor, filme ara verildiğini ve reklamların başladığını hemen algılayamıyorsunuz!

Sinema yazarı Ecem Şen, sürprizli film için, bir İnternet yayınında şunları yazmış: “Jean-Luc Godard, sinemanın içine sıkıştığı anlatı yapısını eleştirirken sanatçıya alan açmaya gayret gösteren adımlarıyla da takdir edilesi bir işin altından başarıyla kalkıyor”. Kendisine katılıyorum. Bu film, beğenilecek veya beğenilmeyecek bir film değil, kesinlikle kategori dışı ve/ fakat ufuk açıcı. Filmi seyrettikten sonra, mentollü bir şey yemenin ferahlığı kaplıyor insanın beynini… Şen yazısında, Godard’ın kendi sesiyle seslendirdiği cümlelerden bir tanesinin altını özellikle çiziyor: “Kendi kendime konuştuğumda bile başkasının sözleri ile konuşurum.” Alıntı, kendine mal etme zaten günümüz sanatının en önemli aracı. Yönetmen bu silahı sonuna kadar kullanıyor, Amerikalı ressam çağdaşlarına göz kırpıyor. Ecem Şen, kült yönetmenin sıra dışı akışına da vurgu yapıyor: “Godard, neredeyse izleyicinin (algısal) her küçük zaferini yerle bir etmeyi başarıyor ve sonucunda kendisi de büyük bir zafere ulaşma iddiası taşımıyor.”

Tercümesi; Tam bir Dada film! Üstelik sinemalarda ve hatta pop-corn yiyip, soda içerek! Bravo Godard! Tebrikler, Başka Sinema! Kariyo & Ababay Vakfı işbirliğiyle hayata geçirilen Başka Sinema’yı burada özelikle ve ayrıca kutluyorum, bir parantez açıp. Zira sadece devasa kasabamızdaki bir Sinamatek eksikliğini gideremiyorlar, ama bağımsız (deneysel) filmleri sene boyunca erişilebilir kılıyorlar. Sanatı alıveriş merkezlerinin (ve bu kültürün) taa içine sokuyorlar neredeyse ikiz kulelere giren uçaklar gibi…

İki noktaya daha değinip yazıyı bitireceğim. Birincisi: Godard filminde Fransızca konuşmasa, bu filmi seyretme şansımız olur muydu? İkincisi: Edebiyat (ve Plastik sanatlar virgül video-art) alanlarındaki anlatım araçlarını çeşitlendirirken Sinema (TV ve belki Tiyatro) neden geriliyor veya gerilemek zorunda kalıyor? Tabi, doktora tezi yazılabilecek kadar kapsamlı iki soru ama vaktinizi çok almayacağım, ben de büyük bir zafer, son altın vuruş hedeflemiyorum. Amaç sesli düşünmek ve belki de bir başkasının bunlar üzerine yazmasına vesile olmak: Bunu ben de yazarım?

İlk bahsedeceğim şey şu: Yok. Bu filmdeki konuşmalar Farsça veya Türkçe olsa idi bizim karşımıza çıkma olasılığı olmazdı. No way! Yani geçtiğimiz yüzyıl Bedri Baykam’ın yazdığı Maymunların Resim Yapma Hakkı manifestosundaki mevzu, ne yazık ki, hala geçerli. Şahsen başıma da geldi biliyorum, Türkçe konuşulan deneysel (çizgisel bir hikâye akışı olmayan) bir film yaparsanız, filminiz ‘Bağımsız’ bile kabul edilmeyebilir! Aman dikkat!

Ama Godard geldiği bu noktaya sadece Fransızca konuştuğu için değil çektiği filmlerin hakkıyla gelmiştir. (Tersi de geçerli, Fransa kendisine çektiği turist kitlelerini sadece Disneyland!a borçlu değildir!) Seneler boyunca Yeni Dalga adına ürettikleri işler ona belli bir özgürlük alanı tanımıştır. Ama o da özgürlüğünü ‘bir serbest düşünce akışı kolajı, görüntü ve seslerde deformasyon denemeleri’ üretme tercihinden yana kullanmıştır. Picasso’da kübist arkadaşları ile beraber yaptığı üretimler sonucu belli bir (sanatsal) özgürlük ve özerkliğe kavuşmuş, kavuşabilmişti. O sayede figür deformasyonunu daha da ileri bir noktaya çekebilmiştir. Yani, sadece bu resmi ben de yapabilirim dememiş, üstüne üstlük yapmıştı.

İkinci sorum şu: Sinemada (ve TV’de) anlatım yöntemleri, neden bu kadar kısıtlı kalıyor? Bahane bütçe, Devlet yardımı vb. diyeceksiniz ama nedense kısa filmlerde de durum aynı? Teknoloji film çekmeyi, montajlamayı, paylaştırmayı kolaylaştırsa, etkileşimdeki farlı olasılıkları çoğaltsa da dil (içerik?) neden güdük kalıyor? Hikâye anlatımda çizgiselliği kıracak deneysel filmler nerede? Tiyatrolardaki oturma düzenini değiştirecek baba yiğit nerede? Yapı bozumsal kurgulama yapmak için nerelere taşınmak lazım? Etkileşim iddiası ile popüler olan Internet mecrasında ve bu mecrada yayın yapan en bir popüler Netflix’te bile neden sadece bir adet (göstermelik) interaktif parça var?

İmgeler ve Sözcükler’den yarı sarhoş çıktıktan sonra, sözleşmiş gibi Barış Sarıbaş, Koray Erkaya ve tesadüf işte Bedri Baykam ile karşılaştık. Bedri, Suphi ile beraber Çiçero’dan çıkmıştı. Filmi nasıl mı bulmuş? Artık ondan okursunuz, şimdi filmin sonunu yazmayayım burada… Piramid Sanat ekibi, neredeyse tam kadro hazır, bir kenara oturmuş sohbet ederken Barış bana filmin yapımcılarından birinin İran’lı olduğunu anlattı. Godard filmi bir video-art (eskiz?) olarak yapıyormuş (belki de kendi bilgisayarında?), İranlı yapımcı (Mitra Farahani) bunun bir film haline getirilmesini önermiş. Gayet de iyi olmuş. Zaten Variety dergisinin yazdığına göre film bir sergiye dönüşüp sanat müzelerini gezmeye başlayacakmış.

Aklınızdan geçmiştir kesin, “Bu filmi ben de çekerim!” diyen arkadaşa ne oldu acaba diye? Yok, henüz film çekmedi ama sohbetimizden sonra en azından bir sinemaya gitti, bir buçuk sene sonra ilk defa… Hangi filme gitmiş, onu bilmiyorum ama arkamdan, şimdi de sanat filmi çekemem… diye bir şeyler mırıldanıyordu galiba…