Ana Sayfa Kritik ÇALIŞMA MASUM DEĞİLDİR

ÇALIŞMA MASUM DEĞİLDİR

ÇALIŞMA MASUM DEĞİLDİR

Sermayecilik çağıyla birlikte olumlanan her değere kuşkuyla bakılmasını önermek gerekiyor. Çünkü toplumun benimsemesi ve sahiplenmesi için gönüllü bir biçimde, rıza yoluyla topluma sunulan düşünüş ve davranış tarzları son çözümlemede sermayenin yani kapitalist-emperyalist sistemin çıkarına işlev görüyor. Bu türden temel toplumsal gerçekliği görmenin yolu ve yöntemi ise olay ve olgulara sermayenin üretim süreci açısından bakılmasıdır. Bu türden bir çalışmanın sunumuna değinmek yararlı olabilir. Sunumu Özgür Üniversite’de izledik. Değerli dostum edebiyatçı-yazar Arif Arslan, “Çalışma İdeolojisi” adlı kitabından bir kesit sunarken çalışmanın nelere mal olduğunu, hangi yabancılaşmalara sebep verdiğini, toplum ve insanlık için ne türden sömürü mekanizmaları inşa ettiği üzerinde durdu. Bu yazıda sunumdan belli bir kesiti öne çıkararak bazı yargılarımı dillendirmek istiyorum.

İdeolojinin tarihi eskilere dayanıyor. Arslan’ın kitabının içeriğine ve sunumda söylediklerine bakılırsa çalışma ve ideoloji terimlerini şöyle açıklayabiliriz: Çalışma, ekonomik sosyal temele karşılık gelirken ideoloji, kültürel-politik üst yapı olarak kendini soyutlaştırır. Buna göre merkezi sorunsal, günümüz açısından ideoloji değil çalışmadır. Gerçi dil filozofu Voloşinov’a göre ideoloji, ya çalışmayı önceliyor ya da çalışma ile senkronik bir özellik arz ediyor. Arif’in çalışmasına bakılırsa çalışmayı, Hesiodos’un eserleriyle (İşler ve Günler) başlatmak mümkündür. Sunuma bu açıdan bakıldığında, Arif’in “Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı”nın önsözünde dile getirilen fikirlerden yola çıktığı söylenebilir.

Yaratıcı ve Diyalektik Bağlar

Sunum, panel ve konferanslarda yüzyüzeliğin geçerli olduğunun, bunun da konferansları etkin hale getirdiğine işaret edilerek başladı. Arslan açısından ileri sürülen fikirleri sanatın olanaklarıyla da zenginleştirmek gerekmektedir. Bu noktada pek çok atasözü, deyim, mani ve özdeyişlerden yararlandığı anlaşılan konuşmacının, mesleği olan eğitimciliği de işlevsel kıldığı anlaşılmaktadır. Kitabı okuyan ve sunumu izleyenlerin, bu çerçevede en çok ilgisini ne çekmiştir diye sorulabilir. Kuşkusuz ki bu sorunun yanıtı “Robinson Crusoe” adlı romana yapılan atıflardır. Roman ile “Çalışma İdeolojisi” arasında oldukça yaratıcı ve diyalektik diyebileceğimiz düzeyde bağlar kurulduğu gözlerden kaçmıyor. Romanın önemini, Marx’ın “Kapital”deki atıflarından dolayı birçok kişi sanırım hatırlayacaktır.

Arif, romanın kurulması ve Robinson’un Cuma üzerindeki etkisi ile kapitalizmin gelişmesi süreci arasında bağlar kuruyor. Ayrıca edebiyat öğretmeni olmanın getirdiği avantajla da adeta yeni bir kurgu meydana koyuyor. Marx da romanın yazarı olan D. Defoe’yu eleştirmişti. Çünkü romanın yazarı, çalışmadan ve dolayısıyla toplumdan değil bireysel insan tekinden hareket etmiştir. Bana kalırsa her iki bakış açısı da bütün yaratıcılığına rağmen yetersizdir. Romanın daha iyi anlaşılması için çalışma faaliyeti ve sermayenin üretim süreci açısından yeni, zengin ve detaylı Marksist değerlendirmelere ihtiyaç vardır.

Çalışma Sorunsalı Çok Boyutlu

Çalışma, iş ve emek gibi terimlerin akraba terimler olduğunu akılda tutmak yanlış olmaz. Arslan açısından çalışma, haklı olarak insanın kolayca kabullendiği bir etkinlik değil. Bir ölçüde zoraki olan bir etkinlik oluyor. Hesiodos’tan farklı olarak Platoncu ekolün çalışmaya, sömürücüler bakımından karşı çıkmalarının nedenini de bu noktada aramak gerekiyor. Çalışma çalmaya; emek emme fiillerine gönderme yapar. Benim açımdan ise sorun, zorunlu çalışmanın ortadan kalkmasının nasıl sağlanacağıdır.

Çağımızda, çalışma sorunsalı çok boyutlu. Bir defa kapitalist sistem, çalışmaya inancı tam olan nesiller yetiştirmiş durumda. Üstelik işçi sınıfının tümüne iş vermeyi de kendi çıkarına ters görüyor. İnsanlar, her şeye rağmen ölünceye kadar çalışma ideolojisinin içinde kalıyor. Çalışması zorunlu olmadığı halde kitlelerin iş bulabildikleri sürece çalışma arzusunda oluşları, bunun iyi bir kanıtıdır. Oysa bu çalışma ekonomik, sosyal ve psikolojik yabancılaşmanın nedeni olarak teorileştirilmiş durumda. Arslan, gerek kitabında gerekse sunumunda çalışmanın bu yönüne ısrarla vurgu yapmıştır.

Eğitim de Masum Değildir

İdeoloji sorununda konunun Gramsci ve Althusser gibi teorisyenlere gelmesi olağandır. Bunlarda, Marx ve Marksizme ek olarak ideolojinin sınırlarının genişlediği görülmektedir. Arif’in, bu noktada konuyu eğitime getirmesi isabetlidir. Çünkü modern sistemler eski sistemlerden farklı olarak yeni dinler misali çalışma ideolojisi gibi eğitim ideolojisi de üretmektedir. “Yaşamboyu eğitim” anlayışı üzerinde durulması, çalışmanın yanısıra eğitimin de masum olmadığı anlamına gelir ki, Arif’in dikkatleri Althusser misali, dile, medyaya, üniversiteye hatta AVM’lere dek getirmesi önemlidir.

Sunumun mantığına bakılırsa en negatif toplumsal kategori, “çalışmak için yaşayanlar”dır. İkinci kategoride “yaşamak için çalışanlar” vardır. Her ikisinden de kurtulmanın koşulları var mıdır? Temel soru budur. İlki zorunlu çalışma olduğu için kapitalist toplumlara özgüdür diyebiliriz. İkincisi yaşamak için çalışmak, yani ihtiyaç oranında çalışmak sosyalizmin bir sorunu olarak ele alınabilir. Üçüncüsü de çalışmaya son veren sistemdir. Çalışma ile çalışmamanın eşitlenmesi anlamına gelir ki, bunun koşullarının komünizmde mümkün olacağı ileri sürülebilir. Sunumdaki eksik ve yetersizlikleri bu noktalarda aramak gerekir. Bunun yerine “tembellik hakkı” türünden anarşist ve romantik diyebileceğim konulara değinilmiştir.

İşçi-İşveren Sözleşmesi Demokratik Değil

Çalışma ideolojisinin etkisiyle toplum işçi-işveren (sömürülen-sömüren) arasında “demokratik” bir sözleşme yapıldığına inanır. Gerçekte zor üzerinden oluşan sözleşmenin “demokratik” olduğuna inanan kitlelerin, zorunlu askerliğin “demokratik” bir toplum için gerekli olduğuna inanması kolaylaşır. Arif’in sunumuna bakılırsa aynı kitleleri devletin demokratik sözleşmelerle (toplum sözleşmesi) kurulduğuna inandırmak da zor olmayacaktır. Ayrıca devletlerin, dışa değil içe yönelik kurulduğunu da, -kitlelere öğretildiğinin tam tersine- işçi ve emekçi kesimlerin sınıf mücadelesini ezmek üzere kurulduğunu da unutmamak gerekir. Demek ki çalışma ideolojisi ve devlet, kitlelerin güruhlaşmasında, pasifleşmesinde işlev görür.

Çalışmanın toplu halde yapılması “biz” teriminin ortaya çıkmasına vesile olmuştur. Arslan’a bakılırsa bu terimin de masum olduğunu düşünmeyiz. “Biz” derken yalnızca bir sınıfın anlaşılması doğaldır. Oysa sınıf bilinci açısından kısıtlı olan kitleler, “biz” teriminin içine, işçi sınıfının sömürücüleri olan kapitalistleri de dahil etmekte sakınca görmezler. “Biz aynı gemideyiz”, “Türk, öğün, çalış, güven” türünden ifadeler ortaya çıkar ve basın-yayın yoluyla kitlelere şırınga edilir.

Çalışma İdeolojisi: Modern Dönemin Dini

Ana akım filozoflar çalışmayı överler. Sunumda üzerinde durulduğu gibi J. Locke misali liberal teorisyenler de mülk ile çalışma (emek) arasında bağ kurarak özel mülkiyeti, daha doğrusu burjuva özel mülkiyetini meşrulaştırır. İdeolojiler bu meşruluk üzerinden yapılanır. Mülkiyet çalışmaya gönderme yaparken, çalışma artı değerin ve onun sömürüsünün kaynağı haline gelir. Buradaki kabulleniş çalışmanın bir ideoloji haline gelmesine neden olurken bir yandan da yeni dinlerin temelini teşkil eder. Yani çalışma ideolojisi yeni, modern dinler doğurur.

Sonuç olarak diyebiliriz ki çalışma ideolojisinin baskınlığı, dinsel ideolojilerin yeni biçimler alarak sürdüğünü gösterir. Eski, imparatorluk sistemlerinde Hıristiyanlık, Musevilik ve İslam gibi klasik dinler söz konusu olduğu halde, ulus devletler döneminde, yani modern kapitalist ilişkilerle birlikte çok sayıda modern dini ideoloji de tarih sahnesindeki, sosyal yaşamdaki yerini almıştır. Milliyetçilik, ırkçılık gibi ideolojiler yanında çalışma, eğitim, dil, medya, hatta bilim, felsefe gibi etkinlikler de kendisini, kapitalizm lehine egemen ideolojiler olarak konumlandırmaktadır.

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl