Cansu Boğuşlu Türkiye’nin sayılı kadın görüntü yönetmenlerinden biri. On beş yaşında radyo programı yapıyor, program sonrası eve geç saatte gelmesinden endişe duyan ailesinin fikirlerini yaptığı programdaki başarısı ile değiştiriyor. Üniversiteyi bırakıp, ailesinin okul için verdiği parayla fotoğraf makinası alıyor, ünlü sanatçıların albüm kapak fotoğraflarını çekiyor, sonra, Kieslowski’nin filmleri ile tanışıyor, Wai’nin Aşk Zamanı filmini izliyor, görüntü yönetmeni olmaya ve ‘ben iyi bir eğitim almaya layığım’ diyerek Polonya’daki sinema okulu Lodz’da okumaya karar veriyor. Sayılı kadının seçildiği görüntü yönetmenliği bölümünden kabul alıyor. 2016’da Türkiye’ye dönüyor, o günden bu yana yönetmenlik ve görüntü yönetmenliği yapıyor ve çalışmalarına kadın duyarlılığını katmaya çalışıyor. Bunu yaparken de kendine has yaşam tarzından taviz vermiyor.

Boğuşlu, görüntü yönetmenliğine giden yolculuğu süresince, Milano, Polonya ve Paris’te çektiği fotoğraflarını “Uzaklar” adlı bir sergide topladı. 7 Nisan’da İstanbul Bebek’te “Hidden Coffee House”da açılan sergi, 7 Mayıs’a dek gezilebilir. Boğuşlu ile “Uzaklar” adlı fotoğraf sergisi, kendine has tarzı, kadın görüntü yönetmeni olmak ve diğer projeleri üzerine konuştuk.

Formun Üstü

Neden Uzaklar?

Mekânsal ve duygusal olarak uzakları anlatıyor fotoğraflar. Bunlar benim on yıldır çektiğim kareler; yani, hatıra olarak da, hafızada da uzaklarda olan bir süreçten. Aynı zamanda da yurt dışındayken birbirinden farklı zamanlarda çektiğim kareler. Ve genelde sergilenen insan portreleri de, doğa fotoğrafları da andan uzak ve birbirinden farklı zamanları yansıtıyor. İşte Polonya’da çektiğim fotoğrafta, adamın okuduğu gazeteden Polonya’da çekildiğini anlıyoruz, Paris’teki kadının önünde durduğu tabelalar Paris’te olduğumuzu hissettiriyor. ‘Uzaklar’ temasını işliyorum. Gökyüzü, bulutlar, andan uzaklaştıran, iyi hissettiren şeyler. Bunun gibi, birbirinden uzak, melankoli hissi olan kareler var. Andan uzaklaştırmasını istiyorum. Uzaklaşma hissi taşıyan on iki tane kare.

Fotoğraflarında filmlerindeki gibi renklerin kullanımı önemli bir unsur mu?

Renkler açısından bütünlük olması, fotoğraflarımda oluşturduğum bir tarz. Her zaman benzer doku ve renk seçimlerim var. Fotoğraflarımın sergilendiği, Hidden Coffee House ışıklandırma olarak loş ve romantik bir yer. Ve sergilendiği odalar da birbirinden farklı atmosferlere sahip. Fotoğrafları her odanın atmosferine göre seçtim. Ön taraf daha aydınlık, işte oraya daha insanın içini açan ‘bulutlar’ içeren fotoğrafları koydum örneğin. Arka tarafta seçtiğim tonlar da daha böyle sarı ışık ve daha ağırlığı olan fotoğraflar. Yanı sıra, bu fotoğraflar, Paris, Milano vd. şehirlerde çekilmiş olmasına rağmen, onları buluşturan şey, Nikon ve 85 mm lens ile çekilmiş olmaları. Fotoğrafa ilk başladığımda bu lensle çok çalışıyordum. Çok sinematik bulduğum bir lens ve duygusal olarak da portrelerde çok iyi çalışıyor.

Tele objektifin nasıl bir duygusu var senin için?

Tele objektifin uzakları yakınlaştıran bir duygusu var. Fotoğrafa başladıktan sonra fotoğrafa aşık olmama neden olan şeylerden biri, ilk aldığım, 85 mm lens. Oysa fotoğrafa ilk başladığım dönemde, fikrine güvendiğim insanlar bu lensten daha geniş ölçekli lensler almamı önermişti. Bu lens insanlara yaklaşmadan kalabalıkta birine konsantre olma ve uzaktaki birine yakın olma hissi verdiği için genelde filmlerimde de sevdiğim bir lens. Genel olarak, yabancılaşma, kalabalıktan ayrılma ve uzakta olan bir şeye yakın hissetme hissi verdiği için…

İnsanlara uzak mısındır?

Beni tanıyan insanlar fotoğraflarımı görünce şaşırırdılar. ‘Fotoğrafların çok daha depresif’ diyorlardı. Bu fotoğrafları çektiğim dönem, benim kendimi masal kahramanı gibi hissettiğim bir dönemdi. Aslında insanlarla iç içe olmayı, aktif olmayı seviyorum. Ama gittiğim ortamlarda hep bir gözlemci gibi buluyorum kendimi. Partilemeyi, dans etmeyi çok seviyorum, ancak diğer yandan da bir izole durumum var. Anda kalmak ve kendimi kaybetmek istediğim zamanlar oluyor. Bu tip durumlar sorun olabiliyor bazen. Sokakta yürürken, yanımdan tanıdığım bir insan bile geçse, bazen görmüyorum. Yürürken dinlediğim müziğe ya da doğaya kendimi kaptırmış oluyorum. Bu yüzden kendimi insanlara yakın hissetsem de yakın olamıyorum. İzole ve uzak bir tarafım var.

O halde “Uzaklar” kişi olarak seni yansıtan bir sergi diyebilir miyiz?

Mesela arka odadaki mumların yer aldığı fotoğraf… Milano’da bir sabah kiliseye gitmiştim ve hayatımın her şeyinin ortasındaydım. Kafamda bir sürü soru vardı. O mumların aldığı şekiller bana melekleri anımsattı. Ve yalnız olmadığımı hissettim. Böyle şeyler benim inancımı artırıyor. Dolayısıyla, sergiyi gezerken ruhani, insan olmayanlarla kurulan bir durum da var ve bu da benden bir şey.

İlk fotoğraf sergin mi?

Türkiye’de karma sergilere dâhil oldum. 2008 ya da 2009’da Finlandiya’da, yetmiş fotoğrafın yer aldığı bir sergi açtım. Serene Melancholy (Huzurlu Melankoli) idi serginin ismi. Bu sergide ağırlıklı olarak, ‘doğa’ ve ‘kadın’ fotoğrafları vardı. Genel olarak, melankoliyi hissettiren huzurlu kareler.

Huzur temalı bir sergi açman, yüksek lisans tezinin konusunun “Bir Meditasyon Olarak Film” olması… Tüm bunlar nasıl bir yerde birleşiyor?

Çok düşünerek gelmedi bu tutkum. Genel olarak insanlar, ‘Huzur veren bir yapın var’ derler. Düşündüğümde, beni rahatlatan ve huzurlu hissettiren şeyleri seviyorum. Aradığım şey de huzur. Dolayısıyla, insanlar bunu yaşlanınca falan ararlar ancak benim, on sekiz yaşındayken bir yoga kursuna başlamam ile bu arayışım başladı ve yoga hayatta ne istediğim ve hayallerime dair düşünmemi sağladı.

Fotoğraf ile olan serüvenine seni yoga mı götürdü?

Fotoğrafa yoga kursu öncesinde başladım. Fotoğraf makinesi almak için üniversiteyi bıraktım.

Nasıl?

O dönem İmam Hatip ve iletişim lisesi mezunlarına üniversite sınavında engel vardı. İletişim lisesinde çok iyi bir eğitim aldım ve lisedeyken staj yaptığım Televizyon kanalında kadrolu olarak çalıştım. Dolayısıyla, bir üniversiteye girdim, ancak bana yeterli gelmedi. Fotoğraf çekmek istiyordum. O dönem örnek alabileceğim kimse olmadığı için, kendi kararımı kendim verdim. Aileme, ‘Okulu bırakıyorum, okul parası ile fotoğraf makinası alacağım. İleride ben iyi bir eğitim alacağım, bana destek olun’ dedim. Sonra, çok başarılı bir süreç başladı. Dream TV’de de çalışmaya devam ediyordum. Yurt içinde ve dışında sergiler açtım. Fotoğraflarım “yüxexes” gibi dergilere kapak oldu vs. Bu süreçte, yoga ne yapmak istediğimi düşünmeme yardımcı oldu, Kieslovski’yi izledim ve Lodz’daki sinema okulunu keşfettim. Sonra o sırada oluşturduğum portfolyoyla da Lodz’a başvurdum ve kabul aldım. Polonya süreci de böyle başladı. Büyük şehirdeki insanlar umutsuzluğa kapılabiliyor, ama ben kendime bir alan tanıyıp, meditasyona ve ruhani tarafımın ihtiyaçlarına önem veriyorum. O yüzden iyi müzik dinliyorum ve geziyorum.

Görüntü yönetmeni olmaya nasıl karar verdin?

En büyük tutkum müzikti. Müziği görsel sanatlarla birleştirmek istiyordum. Dream TV’de çalıştım, yönetmen yardımcısıydım, bir dergiye yazılar yazıyordum, amatör gruplara performans videoları çekiyordum ve aynı zamanda da ekran önüne çıkıyordum. Yaratıcılığımı bu işlerde kullanamıyordum, TV olduğu için. TV’u bıraktım ve bir süre freelance fotoğrafa yöneldim. O zaman Instagram vs. yoktu; herkes fotoğrafçı değildi. Fotoğraflarımı beğenen Göksel ve Fazıl Say gibi sanatçılar vardı ve onlarla birlikte çalıştım. Dolayısıyla fotoğraflarım baya dikkat çekmişti. İnsanlar fotoğraflarımı görüp kurduğum dünyaları sinemasal buldular. Bir gün Mephisto’da çalışan bir çocuk Wong Kar Wai’nin “Aşk Zamanı” filminin soundtrack’ini önerdi. O filmi izleyince yapmak istediğimin görüntülerle ilgili bir şey olduğunu anladım. Ondan sonra, ben o filmi de soundtrack’i de aldım. O filmi izledim, film ve müziklerinden çok etkilendim ve filmin sonunda ‘director of photography’ yazıyordu. O an ‘Ben bu olacağım!’ dedim. Biriyle konuştum, bana Polonya sinemasından bahsetmeye başladı. Polonya’daki okulun çok iyi görüntü yönetmenleri yetiştirdiğini duydum. Bu okula girmesi zor ve dünyadaki en prestijli okullardan biri. Bu okula girmeye odaklandım. Bir yıllık programına başvurmuştum, beni master’a çağırdılar. Master’ı da kazandım. Sonra Lehçe öğrendim.

Görüntü yönetmenliği alanında daha çok erkekler var. Erkek egemen bir alan mı, sen nasıl değerlendiriyorsun?

Aslında artık değil. Okula gittiğim yıllarda çiçekli gömlek giyen, nostaljik şapka takan bir tarzım vardı ve beni gören Polonyalı erkek çocuklar ‘Ah bu kız nasıl yapacak?’ diye düşünmüş.

Neden böyle düşündüler?

Çok naif ve cici göründüğüm için. İlk gördüklerinde böyle bir düşünce oluşmuş. İlk yıl, ödünç aldığım kamerayla Paris’e gidip film çekip birinci sınıflarla beraber sunmuştum. Filmin adı “Kelimeler Olmadan”dı. Benim görüntü yönetmenliği alanında olamayacağımı düşünen erkek öğrenciler hayli şaşırdılar. Hatta şöyle bir şey olmuştu. Okulun elektrikçileri ve ışıkçıları vardı, sürekli onlarla çalışıyorduk. İlk zamanlar şapkalarımla cici cici geldiğim için, üçüncü sınıftayken bir gün siyah spor ayakkabı, siyah bir gömlekle gayet spor bir şekilde gittiğimde bana, ‘Biz seni olduğun gibi seviyorduk, sen de diğerleri gibi oldun’ dediler. İnsanların alışkanlıklarını değiştirmek gerekiyor. Ezber bozmak hoşuma gidiyor. Diğer yandan, kameralar hafifledikçe de daha çok görüntü yönetmeni, daha çok film yapan kadın olacak. Erkek mesleği değil bence. Sadece fiziksel güç gerektiriyor. Ben de gerektiği zaman gerekli çalışmayı çekim öncesinde yapıyorum. Karadenizli olduğum için de zaten güçlü bir kemik yapım var. Ama bazen spora daha çok yüklenmem gerekebiliyor.

En çok nerede zorlanıyorsun?

Mesela Çin’de en son çektiğimiz film için bir sahneyi omuzda çekmemiz gerekiyordu. Ve onun için öncesinde hızlandırılmış plates yapmam gerekti. Ben aynı zamanda aktif olarak yönetmenlik de yapıyorum ve yönetmenlikte o kadar fiziksel güç gerekmiyor. Türkiye’ye döndüğümden beri yönetmenlik yaptığım için, ektstra bir spor, plates, işte güçlenme egzersizi vb. bir çalışma yapmama gerek yoktu. Görüntü yönetmenliği yaptığım durumlarda özellikle elde çekeceksem kamera operatörü ile falan çalışmayacaksam, ilave egzersiz yapmam gerekiyor. Çin’de yirmi dört saat elde çekim yaptım. Öncesinde kaslarımı güçlendirip spor yapmış olduğum için sorunsuz çalıştım. Çıt kırıldım, yumuşak davranırsanız ve eğer görüntü yönetmenliği yapıyorsanız bu yönetmeni rahatsız eder. Çünkü kamera hafif bir şey değil, güç ve konsantrasyon gerektiriyor. Ancak sadece fiziksel güç değil tabii ki. Benimle çalışan yönetmenlerin genelde beklentisi fiziksel güç olmuyor. Ayrıca, ben de mesela asistan olarak erkeklere sırtımı dayamayı severim. Ama yaratıcılık, birazcık daha duygusal dokunuşlar, ilgili filmin karakterine, senaryosuna biraz daha ruh yönünden de bakacak bir görüntü yönetmeniyle çalışmak isteyenlerle biz genelde çalışıyoruz. Bu yönetmenler de genelde yabancı yönetmenler oluyor.

Erkek asistan seçmenin nedeni nedir?

Genelde Türkiye’deki ekibim, işinde tecrübesi olan erkeklerden oluşuyor. Teknik bilgi ve konsantrasyon daha çok erkeklerin özelliği. Kadınlar daha yumuşaklar ve yaratıcılar. Eril enerjiden bahsediyorum. Ben nasıl ki bazen eril beynimi öne çıkarıyorum, bazen de kadın beynimi… Asistanlarımdan beklediğim eril taraflarını kullanmaları.

Erkekler teknolojiyi kullanmada daha mı başarılı?

Genelleme yaparsak eril bir şeyden bahsediyoruz aslında. O yüzden genel olarak erkeklerin daha iyi kapabildiği bir şey var. Bir kadın isterse her şeyi yapar, ama kökümüzde kadının daha yumuşak ve duygusal olduğunu söylüyorum sadece. Benim sette fokus yaparken duygusal bir insana ihtiyacım olmuyor, sadece net bir resme ihtiyacım oluyor.

Yabancı ve Türk yönetmenlerin kadın görüntü yönetmenlerine yaklaşımlarında bir fark mı?

Avrupalılar ve Avrupa’da yetişmiş insanlar Türklere göre daha tekniktir. Çok duygusal ve derin, diğer bir deyişle otantik bir çevrede yetişmedikleri için. Bir yönetmen bir film yapmak istiyorsa ve otantik bir şey anlatmak istiyorsa, görüntü yönetmenini Türkiye gibi otantik bir ülkeden seçmesi filme derinlik ve anlam katacaktır. Türk yönetmenin bir hikâyesi vardır ve otantik tarafa da hâkimdir. Bu durumda, Almanya’da eğitim almış, teknik kafası iyi bir görüntü yönetmeni onun ihtiyacını karşılar; sinematik bir dili olsun, ışıklar patlamasın, teknik olarak iyi dursun… Kadın hikâyesi anlatmak isteyen bir yönetmen, bir kadın görüntü yönetmeniyle çalışırsa, ortaya iyi bir ekip çalışması çıkar. Erkek kadın derken benim kastettiğim erkek ve kadın değil aslında; öne çıkardığımız enerjiler. Bir dönem daha eril bir enerjideydim.

Lodz’daki bir hocana feminenliğini korumak istediğini söylediğini paylaşmıştın. Peki sette nasılsın?

Açıkçası bu konudaki duruşum, biraz zamanla ve yaptıkça öğrendiğim bir şey oldu. Polonya’daki setlerimde aşırı kırılgan ve duygusal bir süreç geçirdim. Kıyafetlerim de kırılgandı ve içim de çok kırılgandı. Ve bunları yaşaya yaşaya olduğum kişi, sette fiziksel ve içsel anlamda çok güçlü ve bir filmden ne istediğini biliyor, öte yandan dışarıda da gayet feminen. Hatta birlikte çalıştığım yönetmenlerle de bunu konuşuyoruz. Sydney Ribot’la filmler çekiyoruz iki senedir. Gözüne takılan kimi detaylar oluyor. Onlar sette kaos içindeler, ben her şeyi ayarlamışım, ışığımı ayarlamışım ve parfümümü sıkıyorum. Bundan bahsederken çok hoşuna gidiyor. Sen hazırsan, ne yapacağını biliyorsan, o konularda rahat olabilirsin. Ben hazır olmazsam, dersimi çalışmazsam, sporumu fiziksel olarak yapmazsam, sette strese girerim. ‘Bunu nasıl yapacağım nasıl yapacağım’ diye sürekli stres yaşatırım çevreme. Ben onun yerine dersime çok iyi çalışıyorum bir taslak aldığımda. Sağolsunlar, hem Türkiye’de hem de yurt dışında çok iyi bir çevrem var; çevreme danışırım, ön hazırlığımı yaparım, doğru ekibi seçerim ve rahat rahat çalışırım. O an içimden gelirse gider kırmızı rujumu sürerim, ancak bunun olması için yönetmenlik ve görüntü yönetmenliğinden çok kendimden emin olmam gerekiyor. Her zaman elimden geleni yapmaya dair bir çabam var. Tabii ki bu çaba sette de devam ediyor, ama bunu yaparken de kadınlığımı kaybedip nasıl göründüğüne dikkate etmeyen, kötü konuşan birine dönüşmek istemiyorum. O yüzden işim biraz zor açıkçası. Sadece benim farklılıkları birarada barındırmak gibi bir özelliğim var. Ve içimdeki eril ve dişil tarafı aktif kullanıyorum.

Görüntü yönetmenliği okuman ve istediğin işleri seçebilmende ekonomik bakımından aile desteği etkili mi?

Ailemin desteği olmadan vizyoner işler yapmaktan çok bahsedemezdim. Ben daha önce yapılmamış şeyleri yapacağımı söyleyerek aileme bir fikirle geliyorum. Bu fikirleri başta garipsemiş olsalar da, zaman içinde başarılarıma şahit oldular. On beş yaşımda aileme ‘Ben radyo programı yapacağım’ dedim. Önce akşam onlarda eve geleceğim için endişe duydular. Sonra radyoda sesimi duymaya başlayınca düşünceleri değişti. Daha sonra okulu bırakıp fotoğraf makinası alacağımı duyunca önce yine bir tepki gösterdiler. Sonra, değer verdikleri insanlardan fotoğraflarımın ne kadar iyi olduğunu duyduklarında bana daha çok inandılar. Maddi desteğin yanı sıra manevi destek de önemli ki, belki de bu daha önemli. Benim yaptığım gibi bir kısım işleri para için yapıp, bir kısım işleri ruhi tatmin için yaparak dengeyi bulmak gerekiyor. Bazen para kazanmak için yaptığınız şey de ruhunuzu doyurup size çok güzel şeyler öğretebiliyor. Bazen de tam tersi oluyor. O yüzden hem kalp hem de akılla karar vermek gerekiyor. Biri olmayınca hayal kırıklığı olabiliyor. Maddi ihtiyacım olmasa bile sevdiğim şeyler için aktif bir şeyler yaptım; bunu da kimse bana söylemedi. Fırsatlar geldiğinde kalp ve akılla karar vermek lazım, çünkü kimi fırsatları geri getiremiyorsunuz. Bazı oyunculara okuldayken hayatının teklifi gelir. Bu işin bir doğrusu yok. Kendine uygun kararlar vermek için uğraşmak lazım. Ben Türkiye’deki okulu bırakırken kendimden çok emindim; ‘Ben gideceğim yurt dışında çok iyi bir okulda okuyacağım, kendime bunu layık görüyorum’ diye… Aynı şeyi kimseye tavsiye edemem, çünkü herkes benim karşılaştığım zorluklarla benzer biçimde mücadele edemez.

Akbank Kısa Film Festivali kapsamında yaptığın konuşmada ‘Türkiye’ye geldiğimde var olan politik ortamdan ötürü daha barışçıl işler seçtim’ demişsin. Biraz bu süreçten bahsedebilir misin?

Gezi olayları yaşanırken ben Polonya’daydım ve çok üzülmüştüm. Ondan önce de Türkiye ile alakalı huzurlu hissetmediğim bir ortam vardı. Bir doğal alana AVM yapılacak olması beni çok üzdü. Çünkü doğaya aşığım. AVM, gökdelen gibi şeylerin hayranı değilim. Benim her zaman aradaki köprüyü kurma ve barış gibi bir derdim vardır. Herkesi anlamaya çalışırım. Türkiye’de de pek çok insan bundan rahatsız. İnsanlara hizmet etmesi için seçilen liderlerin bir süre sonra ‘insanlar bize hizmet etsin’ gibi bir tavır içine girmeleri beni rahatsız eden bir şey. O yüzden o rahatsız olduğum konularda ben de elimden gelen ne varsa yapmak istiyordum. Bir ailede reisin de bu biçimde davranmasının rahatsızlık vereceği gibi. Hizmet etmek yerine. Bu ülkeyi terk edip kaçmak da bir tercih tabii ki. Yurt dışında uzun süre kaldım. Yurt dışında elde edilen başarının Türkiye’deki gibi olmadığını da biliyorum. Dolayısıyla değişen perspektifimle burada ne yapabilir diye düşündüm.

Genelde yaptığım projeler duyarlı projelerdi. “!f İstanbul Bağımsız Filmler Festivali” her yıl ülkenin durumuna dair bir şeyler anlatır ve hep hisli duygusal filmler çekerler. Geldiğimden beri onların filmlerini çekiyorum. Tasarım Bianeli’nin tanıtım filmini çektim. Bu filmde de dijital dünyaya dair bir eleştiri vardı. Tüketim piyasasına para kazandıracak işler değil de, hissettiğim işler… Kadınların düşünce yapısı farklıdır. Beni duygusal olarak hissettirmeyen şeyler yapmakta zorlanıyorum. Bir bağ kurmam gerekiyor. Bu da onun bir ürünü. Sonuçta, bir bağ kurma gereği hissettim. Özellikle Lodz’dan döndüğüm 2016’da ülkem adına bir şey yapmak manevi olarak benim için önemliydi. Şimdi biraz daha bireysel işler benim için ön planda açıkçası.

Bireysel projelerinden bahseder misin biraz?

Benim eksikliğini hissettiğim şey hayata geçti. Netflix izledikten sonra insanlar içeriği kaliteli olmayan şeyleri talep etmiyorlar. İçerik üretenlere ihtiyaç var. Reklam filmlerine paralel olarak içerik üretmek için yaratıcı bir ekiple çalışmamız devam ediyor. El attığım başka bir şey de Arnavutköy’de açılan “Güzel Şeyler Atölyesi”. Burada örneğin, albümü çıkacak bir sanatçıyı, fotoğraf çekimi, danışmanlık, sosyal medyada kullanabileceği fotoğraflar için ve katılacağı etkinlikler için styling olarak yönlendiriyoruz. Annemden alışkın olduğum styling danışmanlığını fotoğrafla birleştirdik. Bir avukat geliyor çok başarılı ama, yemeğe giderken nasıl giyineceği konusunda fikri yok. Bu, her meslekten insanın ihtiyacı olan bir şey.

Annenin sanat yolculuğunda etkisi olmuş sanki…

Annemin her zaman tarzının kaynağını soruyorlardı ve annem bunu mesleğe dönüştürdü. Annemin bana çok ilham verdiği doğru.

Kendi uzun metraj filmini çekeceğini söylemiştin. Ne zaman çekeceksin?

Senaryosu bitti. Önümüzdeki yaz çekmeyi düşünüyorum. Öncesinde bu Haziran’da başka bir uzun metrajda görüntü yönetmenliği yapacağım. Bir kadın hikâyesi olacak.

Görüntü yönetmenlerinin maskulen olmasına dair bir imaj var. Feminenliği saklama çabasında olmayan tarzına dair set ortamında tepki aldın mı?

Setteki imajımda feminenliğimden ödün vermiyorum desem de sonuçta benim normal tarzım da kendimi bildim bileli ince topukludansa rahat edeceğim bir ayakkabı giymek yönündedir. Benim sette giydiklerim de… Siyah bir pantolon giyerim, siyah bir atlet giyerim. Ama göğsüm gözükmesin diye üzerini bilmem neyle kapatmam. Sonuçta ben bir kadınım, kadınsı bir vücudum ve hatlarım var. Ve bunu teşhirci biçimde kullanmak yanlış. Sen kadınlığı unutup işinle yer almak istiyorsan o da yanlış. Ben niye millet rahatsız oluyor diye kendimden ödün vereyim? Dengeyi bulmak önemli. Sette hiçbir zaman aşırı şuh olunmasından da yana değilim. Özellikle bir görüntü yönetmeninin. Sağlam hissetmek giyindiğin zaman da önemli. Dışarıda da rahat giyinmek önemli. Sydney Ribot iyi bir yönetmen ve gözlemci. Setler sonrası bana söylediği için biliyorum. İşte işini yapıyorsun arkanı dönüp rujunu sürüyorsun, ya da parfümünü sıkıyorsun. Enerjimin iyi olması için ruj bana iyi geliyorsa o an sürüyorum. Bakımsız olursam kendimi iyi hissetmeyeceğim. İlk geldiğimde bir yönetmenle tanıştığımda ve ‘Ben görüntü yönetmeniyim’ dediğimde ‘Sen ne kadar güzelsin, bu kadar güzel görüntü yönetmeni olur mu?’ ya da ‘Emin misin, bir görüntü yönetmeni için fazla güzel cildin’ diyorlardı. Bu aşılması gereken bir şey. Radyocuların güzel olmasına şaşırmak gibi bir şey. Alışkanlıklar ve tecrübe edilenlerle ilgili bir şey.

Bu tarzının dezavantaj ya da avantajları neler?

Avantajı oluyor. İki kamera asistanı istiyorum, beş kamera asistanı geliyor. Benden bir şey öğreniyorlar. Bir yandan da kadın enerjisi onlara iyi geliyor. O konuda dengeyi kurmayı bilirim ve sınırlarımı iyi çizerim. İşimi de iyi yaptığım için bu durumu avantaja çeviriyorum.

Yönetici kadınlarda her dalda, erkek dünyada güçlü olmak için bir erkekleşme eğilimi var. Bir yönetmen ve görüntü yönetmeni olarak bunu nasıl yorumluyorsun?

Yönetici kadınlar gittikçe erkekleşiyor, ama belli bir zaman sonra terapiye gitmeye başlıyor, neden doğru adamla birlikte olamıyorum diye. Benim yapmaya çalıştığım şey dengeyi bulmak. Polonya’da okurken sürekli erkeklerle çalıştım. Erkeklerle bir aradaydım, ayrıca abim de var ve bir erkekle büyüdüğüm için de bir erkekle nasıl iletişim kurulur ister istemez önemsedim. Bunun için de sert, bağıra çağıra olması gerektiğini de düşünmüyorum. Sette genelde teknik ve tecrübe olarak işini iyi yapan insanlar bir araya gelir. Ne kadar huzurlu, kibar vs. diyorlardı başlarda. Kamera ekibimdeki arkadaşlar şimdi benim yeni projemi bekliyorlar. Mesela, ‘Çin’e gideceğiz, iki saat içinde pasaportunu yolla’ dedim. İki saat içinde yolladı. Yaptığın şey farklıysa önce garipsiyorlar ama taviz vermemek gerekiyor. Son dönemde çalıştığım Sydney gibi tarzımı kabul eden bir insanla tanışmamız da benim tarzımın kabul edilmesinde etmendi. Takdir eden insanlar olunca… Ayrıca ben çok taviz veren biri değilim. Herkesi dinlemem.

Kadın yönetmenle çalışma deneyimi ve erkek yönetmenle çalışma deneyimi arasında fark var mı?

Türkiye’de film yapan birçok erkek bunu egosunu tatmin etmek yapıyor, ancak kadınlar yaratıcılığını tatmin etmek için yapıyor. Bazen erkekler kendinden daha çok şey bilen bir kadın görünce bunu reddediyor. Yönetmenlik de çok egosantrik bir meslek yerine göre. Hükmedemeyeceği, daha derin, kendine göre daha çok hisseden birinin fikirleri karşısında rahatsızlık duyabiliyor. İki kadın bir araya gelince bu süreç daha verimli geçiyor, çünkü işin içinde hoşgörü ve kibarlık varsa ve birbirlerinden daha çok şey biliyorlarsa bu, avantaja dönüşüyor.

Uzun metraj çekeceğim erkek yönetmen, fiziksel olarak çok ağır bir iş olduğu için fiziksel yeterliliğe dair sorular sordu. Ben de ona ‘Böyle durumlarla karşı karşıya kaldığımda, öncesinde bedenimi hazırladığım için sete çıktığımda sorun olmuyor’ dedim. Böyle durumlarda sakin olup mantıklı yanıt vermek lazım. Bunu bir saldırı olarak algılamak yerine, ‘Evet kadınız, bunun çözümü de budur’ diye net olmak gerekiyor.

Erkek görüntü yönetmenlerine daha çok teklif götürme gibi bir şey var mı?

Artılarımız ve eksilerimiz belli. Erkekler daha elverişli teknik kısmı kotarmaya. Ben daha çok tarzıma uygun projeler seçiyorum, kadın gibi anlatıyorum. O zaman bu ezber bozulur. Dünyada iyi kadın görüntü yönetmenlerinin bir örneği Reed Morano var. Örnek aldığım ve çok sevdiğim bir insan. Kadın görüntü yönetmenlerinin sayısı arttıkça ve işlerinde kendilerini ispat ettikleri takdirde yönetmenler kadın görüntü yönetmenlerinin peşine düşecek. Garipsemiyorum mevcut durumu, ancak bu dengenin değişmesi için ‘iyi görüntü yönetmeni’ deyince akla gelenin kadınlar olması gerekiyor. Şu anda işlerimi çok beğenen yönetmenler var ama doğru proje, doğru zaman olması lazım.

Sydney, bir sette bir erkek oyuncunun sizlere karşı olumsuz bir tavrından söz etti. Kadın olmaya dair bir ayrımcı tutum muydu?

Şöyle bir sıkıntı vardır. Karşı tarafa saldıran insanların kendine dair sorunları vardır. Bizim İngilizcemizin iyi olması onu rahatsız etti. Kendi deneyimlerinden bahsetmeye çalıştı. İşte ‘Ben Danimarka’da da film çektim’ vs. Hiç gerek yokken anlatmaya başladı ve diğer oyuncuları da yönetmeye kalktı. Bazı şeyleri aşmış insanların bunları yapmaya ihtiyaçları yoktur. Eğer kendinden emin değilse kişi saldırır, karşı tarafı ezmeye çalışır. Bir erkek olarak, genç bir kadın duruyorsa karşısında, hükmetmek ve üstün olmak istiyor. Karşı tarafın üstünlüğünü fark edince de çatışma başlıyor. O denge birazcık farklıysa onda tepkiye neden olabiliyor. Böyle yani. O erkek oyuncu ile yaşadığımız şey de böyle bir şeydi. Maskulen yapısından dolayı böyle bir tavrı oldu.