Ana Sayfa Kritik CEHENNEMDEN GELEN ÇIĞLIK: C. BUKOWSKİ

CEHENNEMDEN GELEN ÇIĞLIK: C. BUKOWSKİ

CEHENNEMDEN GELEN ÇIĞLIK: C. BUKOWSKİ

“yalnız kalmaktan hoşnut biriydim eskiden.

şimdi yıkıldı duvarlarım,

her şeyin kenarları var.

ellerine geçirdiler beni-“(1)

C.Bukowski’nin 20.yy edebiyat dâhileri ile birlikte anılmasının nedeni; yazdığı eserlerin gücü, edebiyat içindeki tavrı ve en önemlisi de kendi yaşamı içinden söz almasıdır, denebilir. Bukowski, çocukluğundan başlayarak yetişkinliğe ve yazarlık serüvenine değin, çağın birçok yazarından farklı yaşadı.. Bu farklılık içinde kimi zaman bilinçli tercihlerde bulunması, kimi zaman yaşamın acımasız saldırısına boyun eğmesi uzlaşmacı tutum olarak karşımıza çıkar. Ancak Bukowski’nin, yaşamı boyunca, kişisel başkaldırısını törpülemeden yazarlık ve aydın kimliğini kendi doğruları ekseninde hiç çekinmeden ortaya koyduğu da bir gerçektir. M.Gorki, F.M.Dostoyevski, J.Fante, J.Kosinski, J.J.Genet gibi birçok yazarın yaşadığı trajik geçen çocukluk ve gençlik dönemini o da yaşamıştır. Bukowski’nin ‘Ekmek Arası’ romanı; M.Gorki’nin ‘Çocukluğum’, J.Kosinski’nin ‘Boyalı Kuş’, F.Dostoyevski’nin ‘Suç ve Ceza’, J.Fante’nin ‘Bahara Kadar Bekle Bandini’, J.J.Genet’nin ‘Hırsızın Günlüğü’ romanlarının yanında yer alır. Bu romanların ortak özelliği otobiyografik içerikli olması, toplumun en alt kesiminin acılarını ve değişmeyen kaderini anlatmasıdır. Roman kahramanları; çevreleriyle kurdukları ilişkide başarısız, hâkim kültür ve ahlak anlayışıyla uyum sağlayamayan (sağlamayan) karakterlerdir. Dolaysıyla bütün eserlerde yazarın hayata bakışı roman kahramanlarının aracılığıyla ortaya serilir.

Bukowski yeraltı edebiyatı içinde önemli bir figür olarak anılsa da çağdaş klasiklerin içinde yer alır. ‘Ekmek Arası’ kitabı romancılığının doruk noktasıdır. Bukowski’nin şiir ve öykülerine bakıldığında bu roman kendi farklılığını ortaya koyar. Bukowski’nin diğer eserleri popüler kültür içinden söz alır ve yüksek sanata karşı getirdiği estetik tavrı içerir. Oysa ‘Ekmek Arası’ romanı ve bir ölçüde de ‘Postane’ kitabı yüksek sanat estetiğini barındırır. Avangart sanat akımlarının estetik ve etik iddiaları bu iki romanda görülebilir. David Stephen Clone : “Bukowski Romantik ve Dışavurumcu Alman geleneğinden, çılgın ve şeytani yazarların soyundan gelir; Hölderlin, Kleist, Nietzsche, Traki, Kafka, Hesse, Rilke… deliliğin kıyısında gezinmiş, ruhun karanlık gecelerinde acı çekmiş yazarların soyundan.”(2) tespitinde bulunduğunda haklıdır. Ancak Bukowski, bütün eserleri ile birlikte değerlendirildiğinde, yaşamı boyunca sanki tek bir kaygının onun yazarlık serüvenini ateşlediğini görürüz: İNSANIN BARINDIRDIĞI YARATICILIK POTANSİYELİ! O, yeryüzünde yaşayan her insanın ne kadar kötü koşullarda bulunursa bulunsun, toplumsal yaşamın dışında kalırsa kalsın, içinde dev bir yaratıcı potansiyel taşıdığına inanır. Bukowski, kendi kişisel yaşamından beslenmeyi tercih ederek yazdığı eserleri sanki bu iddiayı kanıtlarcasına önümüze serer;

” Kuşkusuz sokakta yaşayanların arasında da çok iyi insanlar vardı. Ve onlar zavallı falan değillerdi, yalnızca sistemin dişlileri arasındaki yerlerini almamışlardı… Sınırları reddederek özgür yaşayan, ama yine de başını sokacak bir ev bulabilenlerin sisteme karşı önemli bir zafer kazandıklarını rahatlıkla söyleyebilirim.”(3)

Hiç kuşkusuz Bukowski ‘Factomtum’ romanındaki kahramanı H. Chinaski (Kendisidir) aracılığıyla kendi yazarlığını şekillendiren‘aylaklık, serserilik’ dönemine atıfta bulunur. Bukowski’nin edebiyat dâhileri ile birlikte anılmasının en önemli nedenlerinden biri O’nun kişisel hikâyesidir. Kendi cehennemidir. Bu cehennemi popüler edebiyat içinde başarıyla dillendirmesidir. Bu cehennem yalnızca psikopatolojik alanla sınırlı değildir. İçinde 1940′lı yılların Amerikanının kültürel, siyasi, aile ve eğitim yapısı vardır. Hatta Amerika Birleşik Devletleri’nin 2. Dünya savaşıyla pekişen emperyal yapısını ortaya koyarak toplumsal değişimin eleştirisini de içerir.

Bukowski’nin ‘aylaklık ve serserilik’ dönemini yaşaması bir ölçüde kendi tercihi olmuştur. Çünkü Los Angeles Gazetecilik Meslek Yüksek Okulu son sınıfında yazar olmayı hedeflediğinde, bunu ancak okulu ve ailesini terk ederek gerçekleştireceğine zaten karar vermiştir. Özgür yaşayan, ama yine de başını sokacak bir ev bulabilenlerin sisteme karşı zafer kazandıklarını söylediğinde Bukowski yetmişine dayanmıştı. Oysa o, 24 yaşında ilk öyküsü Story Magazine adlı dergide yayımlandığında bunu hissetmiş hatta yazarlık hedefini de belirlemişti.

Bütün dâhiler, kendi dâhiliklerini önce kendileri keşfeder. Bukowski de önce kendini keşfetmiştir. Ama bu dâhiliği kanıtlamak ve üzerinden yürümek için henüz erkendir. New York’lu bir menajer, Story’de bir öyküsü yayımlanmasının ardından Bukowski ile karşılıklı bir içki içip yazarlık kariyerinin geleceğini tartışma teklifinde bulunmuştu. Bukowski bu görüşmeden şöyle söz eder: “Henüz hazır olmadığımı söyledim ona. Hemen ardından da sefilhaneyi boyladım.”(4)

Bukowski 1920 yılında Almanya’nın Andernach kasabasında doğduğunda 1.Dünya Savaşı bitmişti. Savaşın getirdikleri, Bukowski ailesi için başat bir sorundu. Almanya hem ekonomik hem sosyal yıkımı aynı anda yaşıyordu. Bolşevikler doğuda işçi iktidarını kurmalarına karşın Almanya’da bekledikleri devrime ulaşamamışlardı. Alman Sosyal Demokrat Parti’nin (SPD) 1.Dünya Savaşındaki milliyetçi tutumundan (1.Dünya Savaşında Alman egemen sınıfının yanında savaş kararı almasından) dolayı devrim boğulmuş, ünlü Bolşevik Alman önder R.Lüksemburg Alman askerleri tarafından bir sokak gösterisi sırasında öldürülmüştü. Alman işgalci ordusunun askeri olan baba Bukowski, oğlu 2 yaşındayken ailesini Los Angeles’a taşıdı. Baba Bukowski oğlunun akranlarıyla kurduğu arkadaşlık ilişkisine sürekli müdahalede bulunurdu. “’Kötü çocuklar onlar’, derdi babam, ‘fakir ailelerin çocukları.’ ‘Evet,’ diye katılırdı annem. Annemle babam zengin olmayı arzuladıklarından kendilerini öyle görüyorlardı.”(5) Bukowski ailesi milliyetçi ideoloji ile donanmış ve yoksulluğu kabullenmemiş bir aile idi. Oysa ekonomik zorluk aile için geçici bir durumda da değildi. Uzun yıllar yoksulluktan kurtulamayacaklardı. Bukovski okula başladığında “…hepimiz yoksul semtlerden geliyorduk.”(6), dediğinde ailenin ekonomik durumunu anlatmaya çalışır.

Bukowski’nin babası sürekli annesini döverdi. Aile şiddetine sürekli tanık olan Bukowski ilkokulda aldığı düşük nottan dolayı babası tarafından dövülür:

“Banyoya girdim ve arkadan kapıyı kapattı. Duvarlar, beyazdı. Bir banyo aynası ve çerçevesi kararmış bir pencere vardı banyoda. Babam uzanıp bir çengele asılı duran ustura kayışını aldı. İlerde birçok kez tekrarlanacak dayaklarımın ilkini yemek üzereydim. Ve her seferinde dayağı nedensiz yiyecektim.”(7)

Babasının annesine yönelik şiddeti haftada iki kez olmak üzere Bukowski’ye yönelir. Yoksulluğun ve aile şiddetinin baskısı altında “sürekli yalnızlık”ı daha ilkokul yıllarında tercih eder:

“Okulda hiç arkadaşım yoktu, arkadaş istemiyordum. Yalnız, daha iyi hissediyordum kendimi. Bir sıraya oturup diğerlerinin oyun oynayışlarını izlerdim, çok aptal buluyordum onları.”(8)

Bu durum, Bukowski’nin yaşadıklarını sorgulamasına neden olurken akranlarını da küçümsemesine yol açar. Ancak okul arkadaşı Lila Jane adlı kız C.Bukowski’nin diğer çocuklarından farklı olduğunu gözlemler ve ona yaklaşır. Aralarındaki ilişki arkadaşlıkla sınırlı değildir, cinselliği de içerir. Lila Jane çocuk jargonuyla “Külotumu görmek ister misin?”(9), diye sorduğunda C.Bukowski bu teklifi hemen kabul eder. Bu gösteri günlerce tekrarlanır ama sonunda başarısız bir cinsel deneyim olarak kalır.

Ergenlikte geçirdiği hastalık sonucu cildi bozulur ve uzun yıllar kadınlara yaklaşamaz. Bukowski duygusal ilişkilerinde kendisinin aktif olduğu ilişkilere giremez. İleriki yıllarda yaşayacağı duygusal ilişkilerde her zaman çekimser, tutuk kalmasında geçirdiği hastalığın yaratmış olduğu kompleks belirleyicidir. Yaşadığı bütün duygusal ilişkilerde kadınlar daha aktiftir. Onlar Bokowski’yi keşfetmiş olurlardı çoğunlukla ama kendisi bu ilişkilerde dezavantajlı olduğundan daha korunaksızdı. Bu durum kadınlara karşı kayıtsızlığı beraberinde getirmiştir.

“Buk, batının nazik aşk mitolojisine aldanmıyordu; modern kaos ve rasgelelik teorilerine daha yakındı. 1974’te London Magazin’e şöyle diyordu: kadınlardan yana şanslı olmanız gerek, çünkü onlarla çoğunlukla tesadüfen tanışıyorsunuz. Bir köşeden sağa dönersiniz şu kadınla; sola dönersiniz bu kadınla karşılaşırsınız. Aşk bir rastlantı çeşididir.” (10)

J.Duval, Bukowski’nin kadınlarla kurduğu duygusal ilişki üzerinden beat kuşağı ile farklılığını ortaya koymaya çalışır. Beat kuşağı Amerika orta sınıfıyla organik bağı olan isyankâr gençlerin feryadıydı. Joyce Johnson, Elise Cawen, Joan Vollmer, Daine di Prima, Hettie Jones beat kuşağının kadın üyeleriydiler. Erkek beat kuşağı şairleriyle aralarındaki duygusal ilişki hem entelektüel hem de liberterdi. Oysa Bukowski’nin yaşadığı duygusal ilişkilerde kadınlar, sistemin dışına itilmiş kaybeden kadınlardır; hayatın karşısında yenilmiş, tutunamayan kadınlardır.

Jane, Bukowski’nin yaşamında önemli bir yer tutar. 23 yaşında tanıştığı ve ilk kez cinsel deneyimini yaşadığı kadın Jane ile 10 yıl boyunca Bokowski duygusal beraberlik yaşar. Jane’nin 10 yaş büyük olması ilişkide sorun olmaz. Ancak bu ilişki Bukowski’ye hayata tutunmayı öğretir yalnızca. Ergenlikte geçirdiği cilt hastalığı onun insanlardan uzak durmasına neden olduğunu söyleyebiliriz.“ Çıbanların biri kaybolurken diğeri çıkıyordu. Sık sık aynanın karşısına gelerek bir insanın ne kadar çirkinleşebileceğine bakıyordum.” (11) Bukowski’de gelişen aşağılık kompleksi ileri yaşlarında da kadınlarla ilişkisini belirler. Jane ile Bukowski’nin duygusal ilişkisi hayal kırıklıkları üzerine kurulmasına karşın hem aşk, hem de annelik duygusunu içeren şefkat vardı. ‘Kasabanın en güzel kadını’ öyküsündeki kadın kahraman Cass üzerinden kurulan öyküde bunun ipuçları yakalanabilir. Bukowski’nin karşısına çıkan Jane, yıllardır yüreğinde taşıdığı duygusal boşlukları doldurmaya çalışır.

“Jane başarılı bir avukatla evliliğini yeni bitirmiş… Bukowski’nin deyimiyle ‘bir kadının çekiciliğini hâlâ koruduğu ama kaybetmenin eşiğinde olduğu yaşta, bana en seksi göründükleri yaş”, “…kadın arada sırada geceyi başka erkeklerle geçirmesine rağman onunla kalmaya devam etmiş.” (12)

Öyküdeki Cass farklı bir karakterde işlenmesine karşın o’nun üzerinden Jane ile yaşadığı ilişkiyi anlatmaya çalışır.“Çirkin erkeklere müşfik davranır, yakışıklı erkeklerden iğrenirdi. Beni seçmişti.” (13) Cass öyküde yaşça çok küçüktür. İntiharını da trajik bir şekilde işler. Jane aşırı alkol kullanımından ölürken Cass boğazını keserek intihar etmiştir. Bukowski öyküsünün final kısmında bu trajik olayın sorumlusu olarak bir an kendisi olduğunu düşünerek şunları itiraf eder: “Tembel, ilgisiz, bencilce davranmıştım. İkimizin de ölümünü hak etmiştim. Köpeğin tekiydim.” (14)

Cass ve Jane’nin ortak özellikleri; alkole düşkün olmaları, parasız kaldıklarında sık olmasa da erkeklerle cinsel birlikteliklerini para karşılığında kurmaları ve ikisinin de ölümüdür. Birinin boğazını keserek intihar etmesi, diğerinin de aşırı alkol alarak farklı yoldan intihar etmesi, iki kadının ortak kaderdir. Cass, para karşılığında erkekler ile beraber olmaktan çekinmeyen bir karakterdir. Bukowski, Cass’ın yaşadığı trajedi karşısında daha çok içmeye verir kendini. Aynı kaderi yaşamak ister. Ta ki 35 yaşında, 1955 yılında mide kanamasından hastaneye kaldırıldığında ölü tanısı konup yeniden yaşama dönmesine kadar. Bukowski bu süreçte bu denli içe kapanması Cass’a olan aşkında aramak gerekir. Onun intiharının ardından yazdığı şiirlerde bunu gözlemek olası:

“etekliği elime alıyorum,

siyah, parlamakta olan boncukları da,

bir zamanlar bu şey kanlı canlı

etrafta dolaşıyordu,

Tanrı’yı yalancılıkla suçluyorum,

bence hareket eden veya

benim adımı bilen biri asla ölümün böyle bir

gerçekliği içinde ölemezdi,

o güzelim elbisesini elime alıyorum,

tüm sevimliliği kayboluyor,

tüm tanrılarla, Hıristiyan tanrılar

göz kırpan şeylerden kıymıklar,

putlar, haplar, ekmek

kavramalar, riskler

bilinçli bir teslim olma,

hiçbir şansı olmadan çılgınlığa dönmüş

2’linin et suyundaki sıçanlar,

sinek kuşu bilinçliği, sinek kuşu şansı.

bunun üzerine eğiliyorum

tüm bunların üzerine eğiliyorum ve biliyorum ki:

onun elbisesi kolumda:

ama

onu asla bana

geri vermeyecekler.”

Bukowski, yaşadığı bu trajedinin ardından yaklaşık on yıl sonra yazıya, yazarlık iddiasına döner. Bu dönüşü öykü ile olmamıştır. Çağı belirleyecek, çağın alışıla gelmiş şiir anlayışlarını yıkacak şiirlerdi:

“Essays on Charles Bukowski’ adlı çalışmanın yazarı Russel Harrison, Buk’un şiirleri iç dünyasının günlük gerçeklerinden sözeden ve entelektüel olmayan sınıfa hitap eden tek Amerikan şairi olduğuna dikkat çekiyor ilgisinin işçi sınıfının geneline değil, bireylerine yönelik olduğu ayrıca belirtiyor.” (15)

Çocukluğundan ergenliğe ve lise yıllarına süren yaşamın dayatmaları onda köklü değişimler ortaya çıkarmıştı. Bukowski’nin değişiminde en etkili katkısı olan kişi Robert Becker’dır. Becker yazar olmak isteyen ve yazar olabilmek için her şeyi göze alan bir delikanlıdır. Bukowski o yıla kadar ideolojisiz, duygusal bir muhalefet barındırır. Ancak Becker ile arkadaşlığı derinleştikçe muhalifliği bilenir ve onu bir yaşam biçimi olarak algılar. ‘Ekmek Arası’ romanında söz ettiği kadarıyla Becker’in yüksek okul dışındaki arkadaş gurubunun ilerde beat kuşağına sempatiyle yaklaşacak nitelikler taşıdıklarını sezinlenir. İleriki yıllarda beat kuşağı ile arasındaki mesafe; muhalif olan Becker’in günün birinde -ki 1940 yılların başıdır- askere gönüllü gitmeye karar vererek sunduğu tutarsız davranışla açılmaya başlar. Bu tutarsızlık, beat kuşağı ile onun arasındaki mesafenin artmasında temel dayanağı oluşturur. Bukowski için Amerikan gençliği politik açıdan güvenilir değildir.

Becker etkisi Bukowski’ye öykü yazdırmıştır. Ancak bu öyküler bir süre sonra babasının eline geçmiş ve babası öyküleri beğenmez. Babasının bu tepkisi çok ağır olur ve ilk kez ona karşı başkaldırır. Bukowski bu olayın sonunda evi terk etmiş ve sonrasında Becker ile ilişkisi derinleşmişti. Yaklaşık bir yıla yakın süren dostlukları Becker’in askere gitme kararıyla sarsılmıştı:

”Becker içeri girdi. Amerika’nın yayımlanmamış en iyi yazarlarından biri, öldürmek ve ölmek üzere kıyafet kuşanmış.” (16)

Becker’i bar sahnesinde acımasızca eleştirirken aynı zamanda 2.Dünya Savaşını, askerliği, Hitleri, Musoloni’yi imleyerek ve kurulu bütün dünyevi ilişkiler anlamsızlaştıran sözcükler bir çırpıda ağzından dökülür. Bu müthiş diyalog bir sistem ve ahlak eleştirisidir:

“Hadi, erkek ol. Deniz Kuvvetleri’ne katıl.”

“Erkek olmaya çalışmak beni heyecanlandırmıyor.”

“Sürekli birini marizlemekle meşgulsün geliyor bana.”

“O eğlenmek için.”

“Katıl. Yazacak bir şeyler hep var .”

“Peki, ne yapacaksın?”

Şişeyi işaret edip kaldırdım.

“Nasıl geçineceksin?”

“Yaşamım boyunca soruldu bu soru bana sanki.”

“Seni bilmiyorum ama ben her şeyi deneyeceğim!…”

“Washington bok Becker.”

“Ya kadınlar? Evlilik? Çocuk?”

“Bok.”

“Öyle mi? Peki, sen ne istiyorsun?”

“Gizlenmek.”(17)

Bukowski’nin sezgisel muhalefeti artık ideolojik muhalefete dönüşmüştür. Yaşamın bütün dayatmalarını bir kenara itmesine karşın Becker’i kendine düşman bellemeyecek ve onu anlamaya çalışacaktır. Romanın bu bölümünde sözü edilen savaş barda bulunan radyo yayınında dile getirilir: Japonlar Pearl Harbor’ı bombaladıkları, askeri personelin birliklerine acilen dönmeleri gerektiği duyurulur. Bukowski romancılığının ustalığını kendi dili ve içten duyumsamasıyla gözler önüne serer. Betimleme ve diyalog ustalığının doruk noktasıdır. Bukowski’nin kendi yaşam deneyiminden edindiği izleklerden biri de duygusal anlatıma verdiği önemdir. Abartısız, süssüz, metaforsuz sade ve sözcüklerin yaşamdaki ağırlığıyla işlenen duygusal izlek. Becker ile yapılan diyalogun final kısmında bu duygusallık yakıcı bir şekilde sunulur:

“Sana daha önce söylemedim,” dedi, “Öksüzüm ben.”

“Allah kahretsin,” dedim.

“Olur.”

Becker otobüsün kapısındaydı. Omzuna bir yumruk kondurdum.

“Tanıdıklarımın içinde en iyisi sensin,” dedim.(18)

Bukowski’ye, Meslek Yüksekokulunu bitirmesi için İngilizce öğretmeni çok ısrar eder, ama o buna bir yıl daha dayanamaz ve kendi tabiriyle ‘gizlenmek’ için -veya kaçmak- sokağı tercih eder. Artık Bukowski için yazmak önemini yitirmiştir. Bu sancılı dönem bir aydınlanma tercihi gibidir. Bukowski, lise yıllarında gittiği kütüphanelerden alamadığı deneyimlere Sokratvari bir tarzda sokaklarda ulaşmaya çalışır. Yaşamın gerçek aktörlerini yerinde keşfetme isteğidir bu; ancak bedelini çok ağır öder. Barlarda saki, dövüşçü olarak çalışır ve hayatının ilk aşkını da alkolden dolayı buralarda kaybeder.

1955–57 yılları arasında da çeşitli işlerde çalışır. Ayakta kalabilmek için, geçimini sağlamak için, sık sık işlere girer ve çıkar. Bu arada şiir yazmayı da ihmal etmez. Bu şiirlerin bir kısmını Teksas’ın küçük bir kasabasında çıkan Harleguin şiir dergisine yollar. Dergi sahibi zengin bir kadındır. Barbara Frye’nın dikkatini çekmeyi başaran Bukowski bir süre onunla mektuplaşır. Bu süre içinde duygusal anlamda birbirlerine bağlanırlar. Bu duygusallık B.Frye için daha derin yaşanır. Bukowski âşık olmamasına karşın bu ilişkinin derinleşmesini ister. B. Frye’nin yazdığı bir mektupta boynunun yok denecek kadar kısa olmasından dolayı hiçbir erkeğin kendisiyle evlenmeyeceğini yazdığında, belki de Bukowski yıllardır yüzünde taşıdığı hastalığının izlerinden olsa gerek o’nunla evlenmeye karar verir. “Genç ve zengindi. Bir içim suydu ayrıca.” (19) Belki de Jane’i kaybetmesinin ardından bir yıl boyunca içip ölümden döndüğünde yalnızca yazmayı düşünmesi ve bir daktilo satın alıp şiirler yazması ve onları B.Frye’e yollamasında aşktan öncelikli başka bir gerçeğin olduğunu sezinletir bize. Frye’dan ayrıldıktan sonra ondan söz ederken ki rahat tavrı sanırım bunu gösterir:

“Sevmiyordum kadını… Sanata düşkündü, sanatçı görünümlü tiplere karşı zaafı vardı. Sözcük dağarcığı çok genişti, garip kitapları okurdu sürekli. Zengin insanların farkında olmadıkları o şımarıklık vardı onda. Zenginlere has o hava… Onların parası var ve senin yoksa açıklanamaz bir durum çıkıyor ortaya.” (20)

Bu iki insanın birlikteliğinde Bukowski’nin kendi açısından kaygıları dillendirilir. Buna karşın 1957 yılında da evlenirler ve Teksas’da yaşamaya başlarlar. Yaklaşık iki yıl sürer bu evlilik. Bu iki yılda yazar ve şair Frye’la olan birlikteliğinden oldukça entelektüel birikim elde eder. Amerikan Edebiyatı ve Avrupa Edebiyatı hakkında eleştirel bir bakış edinir. Gelecekte yazacağı eserlerin temelini bu dönemde atar.

Bukowski yaşama karşı bireysel bir tutum takınır. Bu konumlanış sanatının etik anlayışına damgasını vurur. ‘Pulp’ romanı onun bu etik anlayışının şölenidir. İlk kitabından son kitabına kadar işlediği ölüm, yalnızlık, cinsellik, alkol, at yarışları vb. konulardaki tutumu ortak ve tavizsizdir:

“İnsan ölmek için dünyaya geliyordu. Bunun anlamı neydi? Hayatımızı oraya buraya takılarak ve bekleyerek geçiriyorduk. Bizi bir yerlere götürecek treni bekleyerek, sıcak bir ağustos gecesi bir otel odasında koca göğüslü bir kadını bekleyerek. Farelerin şarkı söylemesini bekleyerek. Yılanların kanatlanıp uçmasını bekleyerek. Oraya buraya takılarak.” (21), “Seks bir tuzaktı, insanları içine çeken bir kapandan başka bir şey değildi. İnsanlardan çok, hayvanlara özgüydü. Ama bu pis iş için çok sık istek duymuştum şimdiye kadar.” (22)

Bukowski kendi izeleğinden ödün vermeden, kendinden hareketle genelin kaygılarını eserlerine yansıtmıştır. ‘Pulp’ romanındaki karakter dedektif Belane de eserdeki karakterler ile aynı kaderi paylaşır. Dedektifin peşine düştüğü ‘kırmızı kırlangıç’ı bulur ama kırlangıç onu yutar ve roman bu yok oluş, hiçlikle son bulur. Bu final sahnesi Bukowski’nin iddiasını ortaya koyar. Bireyin bu denli içinde öğütüldüğü sistem teşhir edilmek istenir. Ancak yapılmak istenen bu yabancılaşmanın aşılması için bireyin gösterdiği çabaların boşa olduğudur. Bu edilgen ve kaderci tutum Nietzscheci hiçlik ile ortak bir algıyı ortaya koyar.

Modern dünyanın bireyi kendi yeteneklerini, uğraşlarını ortaya koymadan kendilerini zerre kadar ilgilendirmeyen başka şeyler için yaşamlarını tüketirler. Bukowski bu işleyişe edebiyatın olanaklarıyla karşı çıkar. Yalnızlık bu anlamda tercih edilir.

“Genellikle yaşamın en güzel bölümleri hemen hiçbir şey yapmadığınız anlardır. Vaktinizi tümüyle ense yaparak geçirirsiniz. Her şeyin anlamsız olduğunu fark ettiğiniz zaman, bunun ayırımına varmış olmanız yaşamınızı anlamsız olmaktan kurtarır aslında. Ne demek istediğimi anlıyor musunuz? Benimkisi iyimser kötümserlik.” (23)

Bukowski’nin ‘iyimser kötümserlik’ dediği şey aslında insanlığın geleceğine, modern dünyanın gelecek vaadine karşı getirdiği kuşku ve kaygısını barındırır. Bu yaklaşım yalnızca kurumsallaşmış, istiflenmiş modern hayatla sınırlı değildir. Beat kuşağına yaklaşımı, sosyalizme ve de hiyerarşik anarşizme yaklaşımında da bu vardır. Uzun süre Amerikan Edebiyatı dışı görülmesi sol ve sağdan hoyratça eleştirilmesi Bukowski’nin sübjektif yorumlanmasından kaynaklanır. Bir ölçüde de kendisi bu yorumlara zemin hazırlamıştır. Çünkü bütün eserlerinde açıktan bir ideolojik ve politik tutum takınmaması; daha çok iktidarı hedefleyen bir dil ve anlatımı tercih etmemesinden kaynaklanır. Oysa Bukowski, geniş anlamda yani toplumsal yaşamın yatay örgütlenmesi çerçevesinde düşünüldüğünde hem ideolojik hem de politik bir yazardır. Modern dünyanın devrimci silahşorudur.

Bokowski’nin, Avrupa’da öne çıkan avandgard edebi anlayışlar ilgisini çekmez; daha çok beat kuşağına karşı konumunu belirlemeye çalışır o; çünkü Avrupa’daki avandgard kuşak, orda ki modernist açılımın kötü sonuçlarıyla karşılaşmış, faşizmin ortalığı yakıp yıktığını görmüştür. Avandgardlar bu dönemde farklı ideolojilere kayıyor veya içe kapalı soyut konular üzerine kapalı ifadelerle kavramsal sanat içerisinde eserlerini veriyorlardı. Dolaysıyla Bukowski kendi yaşamı ve edebiyat anlayışıyla örtüşmeyen bu akımlara sırtını dönmüştü. Ancak etkilendiği yazarları anarak onlara duyduğu vefa borcunu belirtmeyi de ihmal etmez:

”Fante bana duygu dolu cümleyi verdi; Hemingway yalvaran cümleyi; Thurber zihnin elinde olmadan yaptıklarına gülmeyi bilen cümleyi; Sorayan kendini seven cümleyi; Céline sayfayı bıçak gibi kesen cümleyi, Sherwood Anderson cümlenin ötesindeki cümleyi. Hepsinden bir şeyler ödünç aldığımı sanıyor ve bunu itiraf etmekten utanç duymuyorum.” (24)

Beat kuşağının ise söyleyeceklerini açık bir dille ortaya koyması o’nun ilgisini çekmekteydi. Ama aşırı derece politize olmaları, kendi kişisel yaşamlarını terk edip farklı yaşam tarzlarını oluşturmalarına da tepkiliydi:

”Tüm underground hareketin temeli olan bir guruba hiçbir şekilde dahil olmadan, benzer bir estetik ve haleti ruhiyeyi nasıl koyabilirdi? Bir yanda beat yazarlarının takımyıldızı vardı… batı yakasını doğu yakasına bağlayan bir edebiyat hareketi. Diğer yandaysa kendi yoluna giden bir asi, karşı kültür içinde bile tam bir muhalif.” (25)

Bukowski’nin beat kuşağı eleştirisinin en açık ifadesi ‘tecavüz’ şiirinde göze çarpar:

“konuşuyorlardı, alt sınıf, orta

sınıf,üst sınıf gibi terimler

kullandılar. kişisel iletişimden

söz ettiler. çevre kirliliğinden ve

Dylan Thomas’tan söz ettiler. komünleri

ve organik bahçeleri tartıştılar.

yoga bahsi açıldı. yapısal olmayan

okullardan ve morötesi ışınlarla

evde ot yetiştirmekten söz

ettiler. Tim Leary’den, Abbie Hoffman’dan, Jerry Rubin’den, Vietnam Savaşı’ndan ve

Robert Crumb gibi çizerlerden, Kızılderililere

uygulanan zulümden. ve ben deli

gibi içerken onlar içkilerinden küçük

küçük yudumlar alıyorlardı…”(26)

1959’da Barbara Frye’dan ayrılan Bukowski, postanedeki işine bu defa kadrolu olarak döner. Bu yıllar tüm dünyada ‘68’ gençlik hareketinin ipuçlarını verdiği uyanış yıllarıdır. Beat kuşağı dünyada gelişecek olan toplumsal muhalefetin bir parçası olarak çoktan kendini konumlandırmıştır. Beat kuşağı için edebiyat toplumsal mücadelenin bir parçası olarak kabul edilir. “Farklı bir dünyanın kurulmasının mümkün olduğu” mesajı, beat hareketi politik olarak okunduğunda yakalanabilir. Bukowski edebiyatı toplumsal bir nitelik taşır. Her ne kadar bireysel nitelikte görülse de eserleri; bireysel hayıflanma, eleştiri, isyan ve yıkıcılık toplumsal bir hal alır onda; çünkü ortaya koyduğu her soruşturma bütünsel bir bakış açısını taşır. Her mahrem ayrıntı o’nda genelin parçasıdır. Dolaysıyla Bukowski’nin, kendine ait bir sorun olarak öne çıkardığı itirazlar kendi hezeyanı, kendi bunalımı değildir. Gerçi o’ndaki lirik söylem kendi hedonik kişiliği ile ilgili olsa da hedonik patlamalar yalnızca yaratıcılığın duygusal yoğunluğuna işaret eder. Yaratılan eserin içeriğini belirlemez.

Bukowski 1963 yılı içinde ‘Elleriyle yakalar yüreğini’ ilk kitabını yayımlar. Frye’dan ayrıldıktan sonra hiçbir zaman evlenmeyeceği Fraces Smith birlikteliğinden kızı Marina dünyaya gelir. Yine aynı yılın içinde Chicago’da yayımlanan Literary Times dergisine röportaj verir. İki yıl sonra da ikinci kitabı Ölü Eldeki Haç yine Loujon Pres yayıncılıktan çıkar. Jon Webb kitapların önsözünde Sartre ve Genet’nin o’nu Amerikanın en büyük şairi ilan ettiklerinden söz eder. Bu, Bukowski ile ilgili bir muamma olarak kalacakatır. Kentucky Üniversitesi son sınıf öğrencisi Jeff Weddle’e yazdığı mektupta bundan söz eder:

“Kimse neyin ne olduğunu bilmiyor anlayacağın. Her şey koca bir yalandan ibaret bana kalırsa, o övgü yazıları kullanılmasaydı keşke. Onlara ihtiyacım yok, istemiyorum… Bu yüzden benim hakkımda bir tez hazırlayacaksan Sarte- Genet meselesini hiç karıştırmamak en iyisi çünkü doğruluğundan emin değilim. Hem doğru da olsa, ihtiyacım yok.” (27)

Bukowski 60’lı yılların sonunda Frances Smith ve kızı Marina’ı terk eder. Kızının annesi Smith bir hippidir. ‘Postane’ romanında Marina’ın annesinden söz ederken ‘Fay’ ismini kullanır, kızı ise gerçek ismiyle anılır. Onlardan ayrıldıktan kısa bir süre sonra ziyaretlerine gittiğinde kızının annesinden söz eder: “Fay hala savaşı protesto etme gayesiyle siyah giyiyordu. Yerel barış toplantılarına, sevgi ayinlerine, yazı atölyesine gidiyor, hippi kahvelerine takılıyordu.” (28)

Bukowski 68 hareketi içinde, hareketin organik parçasıdır. Aynı zeminde olduğu su götürmez bir gerçektir. Yalnızca o, gelişen toplumsal-kültürel yüksek sesli muhalefetin içinde kendini ayrıştırarak farklı bir ses ve bakış açısıyla 68 hareketi içinde sesi kısık muhalefetin figürü oldu. Bunu görebilmek için Bukowski’nin yazarlık serüvenini, yaşadığı olumsuzlukları ve Amerika halkının savaş ve savaş sonrası yaşadığı trajediye tanıklığına bakmak gerekir. At yarışlarında sınıf atlamak isteyenlerin kaybettiklerinde yüzlerinde beliren ifadeler, sömürünün en dehşetle yapıldığı işyerleri ve bu iş yerlerinde siyasallaşmamış sınıf mücadelesi, barlarda öldürülen zamanlar, sahte mutlulukların tatmini olarak görülen fahişeler, kaybeden sokak berduşları, ayyaşlar ve yalnızlığı bekleyen tek odalı pansiyonlar onun kaleminden abartısız ama duygusal ve ruhani olarak dökülürler. Bukowski cehennemden gelen sessiz ama milyonlara ulaşabilen bir çığlık olur. Beat kuşağı ve birçok politik gurubun ıskaladığı yerlerden beslenmeyi, o yerlerin organik parçası olarak konuşmayı ve öteki Amerikanın çığlığını kullanarak yeni bir dil yaratmasıyla da kendi farklılığını inşa eder. Bütün bunları yaparken de yüzyılların kültürel birikimine katkısı olan birçok yazarı, edebiyatçı ve besteciyi de şiirlerinde sık sık anmış, kişisel yaşamlarından ipuçlarını okuyucularına aktarmıştır. Yalnızca ‘Pansiyon Manzumelerine’ kitabına şöyle bir göz atıldığında bu görülebilir: Don Kişot, Picasso, Bach, Hemingway, Dylan Thomas, Van Gogh, Wagner, Beethoven, Rimbaud, Frost, Sener, Gavilan, Faulkner, Tolstoy, E. Pound öyle ustalıklı dizelere işlenmiştir ki çağın önde gelen şairlerinde bile bu meziyeti göremeyiz. Bukowski’nin bu ilgisi genel edebiyat okuyucusuna sunulabilecek önemli katkıların başında gelir.

Fransız yazar Philippe Djian, Bukowski’nin cinsellik ve kadınlar üzerine yazdıklarıyla ilgili şunları söyler:

“Seks sahneleri, bir yazar için ateşten gömlektir. Birinin gerçek bir sanatçı olup olmadığı bu sahnelerde ortaya çıkar. Bir yazar kendini burada ele verir; eğer bir kusuru varsa hemen göze çarpacaktır. Bazıları aşırı kaçar, bazıları yetersiz kalır. Miller’da seksle ilgili her şey tamamen doğal, hayatın bir parçasıdır ve bu takdire değer. Bukowski’de durum daha farklı. Onu sevimli yapan inanılmaz bir mütevazılığı var. Vahşi görünüyor. En kaba kelimeleri kullandı ve açık sözlü oldu, ama seksi özellikle bir trajedi olarak ele aldı, çünkü bu türden bir sahne yazarken ilgilendiği seks değildi. Onun yerine, bir erkekle bir kadın arasındaki ilişkinin duygusal düzeyinde neler keşfedeceğiydi. Bukowski’yi kadınlara muazzam bir saygısı olan ve sıklıkla çizilen portresinin tam tersi biri olarak görüyorum.” (29)

Djian tespitinde çok haklıdır. Bukowski üzerine geliştirilen ayyaş, cahil ve kadın düşmanı imajı haksız ve çirkin bir yakıştırmadır. Bokowski için alkol; insanı kuşatan ve virüs gibi kemirip acı veren adaletsizliğe, anlayışsızlığa, sevgisizliğe, tutsaklığa karşı yani bireyin potansiyelini açığa çıkarmadaki bütün engellerden kendini korumanın ve ayakta kalabilmenin bir aracıdır. Başka bir şey değil. Cahilliği üzerine koparılan yaygara ideolojik veya politik kaygılarla dile getirilmiştir. Akademik çevrelerin uydurdukları kompleksli yaklaşımlardır. Bukowski yüzyılların akademik dünyasının yapamadığını kendi yaşam sınırlarında gerçekleştirmiş bir dahidir. Yaratıcılık bayrağını yüksek sanat kurmaylarından ve sınıflardan alıp sanatın gerçek sahipleri olan ezilenlerin dünyasına sunmuş bir kişidir. ‘Sosyalist Sanat’, ‘Eleştirel-Gerçekçilik’ ve ‘Toplumcu-Gerçekçilik’ anlayışlarına eserleri ile yanıt vermiş bir yaratıcıdır. Bunu yaparken de popüler sanatın(30) olanaklarını kullanmış, bu olanakların üzerine eserlerini yazarak yüksek sanat eserlerinin estetik düzeyine ulaşmıştır. Yeryüzünde ilk kez popüler sanatla çağdaş sanat arasında köprü kurmayı başaran edebiyatçıdır. Diğer özelliklerinin yanında devrimci ve enternasyonal bir kişiliktir. Yok sayılmışların, ötekilerin dünyasından söz almakla yetinmeyerek bütün azınlıkların kaygı karşısında duyarlı olmuş ve bir bütünlük içinde toplumsal eleştiriyi edebi anlamda eserleriyle dile getirmeyi başarmıştır. Sovyet Rusya’nın Macaristan işgaline karşı çıktığını bu anlamda anmak gerekir. Bukowski’nin kadın düşmanlığı yakıştırması eserlerini bütün olarak ele alınmamasından kaynaklanır. Yazdığı ‘bir başlangıç’ şiiri kadınlara yaklaşımını ve kadın sorununu dile getirmeye çalışır:

“kadınlar her yere

yanlarında aynayla gitmekten vazgeçtiklerinden

bana kadın haklarından söz edebilirler

belki.” (31)

Şiir mısralar düzeyinde algılanmaya çalışıldığında seçilmiş sözcükler provokasyon niteliğindedir. Kadınların, kadın hakları temelindeki hak arayışlarının samimiyetsizliğine, güvensizliğine işaret etmeye çalışır. Sanırım burada ve diğer birçok şiir ve düzyazılarında bu tip provoke edici vurgulara yer vermesi yapılan tespiti güçlendirir. Bukowski’nin bu yaklaşımında gözden kaçırılmaması gereken şey; kadın hareketinin siyaseten uçlaştırılmasına ve feminizm hedef gösterilmesine ilişkindir. Pek tabi bu hedef gösterme düşmanca bir tutum değildir. Yalnızca aşırı öznel vurguya karşı (cinsler arası savaş) eleştirel bir bakışı içermektedir. Bunun yanında kadınlara karşı gizli bir öfke de beslediğini söyleyebiliriz. Bukowski, çirkinliğinden dolayı uzun yıllar kadınlardan uzak yaşamıştı. Dolaysıyla eserlerinde kadınlara gösterdiği yaklaşım pozitif ayrımcılık kaygısını taşımaz. Bu o’nun en zayıf noktasıdır. Eğer Bukowski yakışıklı biri olsa kadınlardan daha farklı söz edecekti. Bokowski’nin bütün hayatı ve otobiyografik nitelikteki bütün eserleri dikkatli okunduğunda nesnellik ve umursamazlık önde durur. Bir sanatçı olarak kapitalizm ve onun üst yapısal ilişkilerini birey temelinde çok güçlü olarak deşifre etmiştir. En nihayetinde Bukowski bir bireydir ve bireyin kolektiften bağımsız başkaldırışına da güvenmez. Sistemin beslendiği, soluk aldığı yerlerde yaklaşık 30 yılını geçirmiştir Bukowski. Dolaysıyla organik parçası olduğu işçi sınıfının gücünü bilir ve o gücün toplumsal muhalefete katılmasını ister. Yazdığı eserlerde işsizlerin, fahişelerin, ayyaşların veya bir pansiyonun, bir hipodromun, bir boks maçının anılması boşuna değildir. Bütün bu durumlar, bir sınıfın üyelerinin savrulduğu yerleri göstermektir. Beat kuşağına,‘68’ hareketine beslediği güvensizliğinin altında da bu yatar. Beat kuşağı cehennemin içinde dertlerini yüksek sesle duyururken, o kendi cehenneminin çığlığını sessizce bağırır. Direk iktidar hedefi gözetmez. Kadınlara, kadın haklarına karşı eleştirel tutumunda da bu vardır. Şiiri bütün olarak incelendiğinde ve şiirin adının da ‘bir başlangıç’ olması tezimizi kanıtlar niteliktedir.

Bukowski’nin ‘Kadınlar’ romanı ilişki kurduğu kadınları konu almasının yanı sıra kendini tanıma izleğini yansıtır. Romanda konu edilen kadın karakterleri göz önünde bulundurulduğunda, bir insanın yaşamı boyunca kurduğu ilişki sınırını oldukça zorladığı görülür. İlişkilerin süresi ve yoğunluğu değişse de yirmi bir kadın karakter üzerinden, anlatıcı, kendi yazarlık serüveninden bir kesit sunmaya çalışır. Leydi, April, Linda, Lilly, Dede Dee, Nicole, Mindy, Laura, Valencia, Katherine, Tammie, Joanna, Mercedes, Valeni, Cecelia, Liza, Sara (Bukowski’nin son karısı Linda Lee Beighle), Casie, Debra , Tessie ve İris… ‘Kadınlar’ romanının kadınlarıdır bunlar.

Postaneye geri dönüp on yıl çalıştıktan sonra yayıncı John Martin’den ayda yüz dolar maaş teklifi aldığında işini bırakıp tüm zamanını yazarlığa ayırmaya karar verir. Yalnızca tek kızı Marina için sorumluluk hisseder. Çocuk yardımını hiç sektirmeden her ay yapar. İşten ayrılmasının ardından ‘Postane’ romanını çok kısa bir sürede yazar. 1969 yılında Knight Magazine verdiği röportaj onun işten ayrıldığı yıl az da olsa belli bir okuyucuya ve üne ulaştığını gösterir. ‘Kadınlar’ romanıysa 1970’li yılların ortasında, iyice ünlendiği döneme denk gelir. Romandaki Sara, 1976 yılında evlendiği Linda’dır. Kadın karakterlerinin ortak noktası psişik sorunlu yalnız kadınlar olmalarıdır. Aralarında ‘kültür orospusu’ diye nitelendirdiği Nicole ve Dover gibi ressam sevgilileri de vardır. April, postanede çalışırken tanıdığı bir kadın; Tammie, uyuşturucu bağımlısı sevgilisi; Joanna, bir sanat koleksiyoncusudur. Sara ise sağlık ve yemek salonu işleten, batıl inançları olan, bakir bir kadındır. Bukowski’yi şaşkına çeviren Sara, diğer kadın karakterlerden çok faklıdır. Tanıdığı kadınlar arasında çok saf ve kirlenmemiş nitelikler taşımasından dolayı ilgisini çekmiştir. Kadınlarla iletişim kurmakta hayatı boyunca sorun yaşayan Bukowski, romandaki kadınlarla önce hep mektup arkadaşlığı kurar. Tanınan bir yazar olmasından dolayı kadınlardan mektup alır ve onlarla çok sık tanışırdı.

C.Bukowski ayyaş, pis ve zen kayıtsızlığıyla anıldığı ölçüde de ahlaksız olarak bilinir. Bu ahlaksızlık hâkim veya yerleşik ahlâka karşı konumlanmasının ötesinde bir ahlâksızlıktır. Oysa tam aksi bir karakter sunar. Bukowski’nin ‘Kadınlar’ romanında kadınlarla olan ilişkisini betimlerken bunu anlayabiliriz. Romandaki kadınlarla kurduğu duygusal ve seksüel ilişki tek eşlilik düzeyinde gelişir. Bu ilişki biçimi kendi ahlâk anlayışının bir sonucudur. Sara’nın evinde deli gibi içip sarhoş olduğunda evine dönecek durumda değildir. Bunun üzerine Sara bir teklifte bulunur: “…Benimle aynı yatakta uyuyabilirsin. Ama seks yok.” (32)Bukowski nedenini sorunca; “Evlenmeden biriyle sevişmek olmaz .”, “Drayer Baba doğru bulmaz bunu.” (33) Romanın bu bölümündeki diyalog Bukowski’nin mizah yönünü, karşısındaki kişiye duyduğu saygıyı ve J.Duval’in belirttiği sevecen yönü (34) o kaba betimlemenin içinden sıyırıp önümüze serer.

Oyuncu ve şair Sean Penn, Bukowski’yi 1967 yılının Eylül ayında ziyaret eder ve Bukowski’nin görüşlerini aktarır:

“Cehennem olmayabilir, ama yargılayanlar bir tane yaratabilir… Başına gelenlerden öğrenebilirsin, tepkiden. Tuhaf bir sözcük kullanmak zorundayım burada… “İyi” Nereden geldiğini bilmiyorum, ama hepimizin içinde doğuştan bir iyilik damarı olduğunu düşünüyorum. O damarı beslemek mümkün. Tampon tampona trafikte biri sana yol verdiğinde sihirdir her seferinde… Umut verir insana.” (35)

Görüldüğü üzere Bukowski dayatmacı ahlakın dışında tarafların ahlaki tahammül esnekliğinin gerekliliğini kendi üslubuyla anlatmaya çalışır.

Entelektüellerden ve aydınlardan uzak durarak, yıllarca sokaklarda, ait olduğu sınıfın içinde yaşayarak eserlerini yazmıştır. Ancak entelektüellerden uzak durmasının yanlışlığını olgunluk döneminde yazdığı günlükte mizahi bir dille itiraf eder:

“Filozofları okuyorum son günlerde. Gerçekten tuhaf, deli matrak ve aşikâr gerçekliğin tek modelinin matematik olduğunu söylüyor. Mekanizm. Derken Hume nedensel bilginin gerçekliğini sorguluyor. Sonra Kierkegard, ‘Parmağımı varoluşa daldırıyorum kokusu yok. Neredeyim?’ diye soruyor. Derken Sartre ve varoluşun anlamsız olduğu iddiası. Seviyorum bu adamları. Dünyayı sallıyorlar… Böyle adamları sokakta karşılaştığım, kafelerde gördüğüm adamlarla kıyasladığımda fark o denli büyük ki içimde bir yer burkuluyor, bağırsaklarım düğümleniyor.” (36)

Bukowski’nin benzersiz bireyselliği ve sanatı onu anlatacak eleştirmenlerden çok daha iyi anlatır. Onun yaratıcılığının kaynağı bağlı olduğu sınıftan değil benzersiz ruhundan gelir. Bukowski’nin proleter kimliğini kaldırırsak ruhunu yetim bırakmış oluruz, o benzersiz ruhundan da geriye bir şey kalmadığını görürüz. Bukowski’nin kültür endüstrisinin yarattığı yazarlardan en temel farkı; kapitalizmin yok etmeye, öğütmeye kurban bellediği bireyin, yazar olarak, kendini edebi anlamda var etmesidir. Şunu unutmamalıyız ki; Bukowski’nin en sadık kaldığı şey hayatın gerçekliğidir. Gereksiz abartı ve ayrıntılardan uzak durarak toplumun en altındakilerin sözcüsü olmuştur. Gerçekliğin sözcüsü. Gündelik hayatın gerçekliğini varoluşsal düzlemde sorgulayıp sade bir dille ortaya koymuştur.

(1)Bir tek ben miyim böyle yapan? C.Bukowski, Çev: A.Pardo, Parantez Yayınları, S.137 “Saldırı” başlıklı şiir.

(2)Güneş, işte buradayım, C.Bukowski, Çev: A.Pavdo, Parantez Yayınları, S.13

(3)Plup, C.Bukowski, Çev: A.Pardo, Parantez Yayınları, S.128

(4)Güneş, işte buradayım, C.Bukowski, Aktaran: William Childress, Çev: A. Pardo, Parantez Yayınları, S.78-79

(5)Ekmek Arası, C.Bukowski, Çev: A.Pardo, Metis Yayınları, s:18

(6)A.g.y S.18

(7)A.g.y S.27

(8)A.g.y S.19

(9)A.g.y S.30

(10)Charles Bukowski Ve Beat Kuşağı, Çev: Artemis Günebakanlı, Altıkırbeş Yayınları, S.87

(11)Ekmek Arası, C.Bukowski, Çev:A.Pardo, Parantez Yayınları,S.104

(12)Güneş İşte Buradayım, C. Bukowski, Derleyen: DAvid Stephen Calone, Çev: A. Pardo, Parantez Yayınları, S.87

(13)Sevimli bir aşk hikayesi, C. Bukowski, Çev: A. Pardo, Parantez yayınları, S.5-6

(14)A.g.e S.11

(15)Charles Bukowski Ve Beat Kuşağı, Orj. Met. Ed: Jean Duval Çev: Artemis Günebakanl, Altıkırkbeş Yayınları S.87

(16) Ekmek Arası, C. Bukowski, Çev: A. Pardo, Parantez yayınları, S.217

(17)A.g.y S.220

(18)A.g.y S.221

(19)Güneş İşte Buradayım, C. Bukowski, Aktaran: William Childress, Çev: A. Pardo, Parantez Yayınları, S.92

(20)A.g.y S.92

(21)Plup, C.Bukowski, Çev: A. Pardo, Parantez Yayınları, S.13

(22)A.g.e S.30-31

(23)A.g.y S.128-129

(24)Güneşe Uzan, C. Bukowski, Derleyen: Seamus Cooney, Çev: A. Pardo, Parantez Yayınları, S.71

(25)Charles Bukowski Ve Beat Kuşağı, Çev: Artemis Günebakanlı, Altıkırbeş Yayınları, S.10

(26)Kimse bilmez ne çektiğimi, C. Bukowski, Çev: A.Pardo, Parantez Yayınları, S.7 (Tecavüz şiiri)

(27)Güneşe Uzan, C. Bukowski, Derleyen: Seamus Cooney, Çev: A. Pardo, Parantez Yayınları, S.77

(28)Postane, C. Bukowski, Çev: A. pardo, Parantez yayınları, S.135

(29)Charles Bukowski Ve Beat Kuşağı, Çev: Artemis Günebakanlı, Altıkırbeş Yayınları, S.89-90

(30)*: Popüler sanat veya popüler edebiyat genel anlamda hakim ideoloji ile bağımlılığını içselleştirse de geniş bir okuyucu kitlesi oluşturmuş durumdadır. Popüler edebiyatın en büyük zaafı toplumun ortalama bilincine seslenmesi, gündelik dile düşkünlüğü ve gündelik konulara eğilmesi olarak tespit edilebilinir. Ancak popüler edebiyat homojen bir yapı sunmaz. İçinde sisteme entegre olmamış alt kültür gurupların dilini ve sesini temel alan muhalif eserler de vardır. Öncesinde birkaç yazarla başlayan yeraltı edebiyatı Beat kuşağı ile birlikte popüler kültürün içinde mevzilenen bir edebiyat anlayışı ve akımı olma niteliğine kavuşmuştur. (21. yüzyıl edebiyatında iki seçeneğin dışında bir üçüncüsünü aramak ahmaklıktır, M. Akay makalesi)

(31)En Kısa Andır Mucize, C. Bukowski, Çev: A.Pardo, Parantez yayınları, S.64

(32)Kadınlar, C.Bukowski, Çev: Mukaddes İlgün, Arion yayınları, S.250

(33) A.g.y S.250

(34)Charles Bukowski Ve Beat Kuşağı, Çev: Artemis Günebakanlı, Altıkırbeş Yayınları, S.88

(35)Güneşe Uzan, C. Bukowski, Derleyen: Seamus Cooney, Çev: A. Pardo, Parantez Yayınları, S.218

(36)Kaptan yemeğe çıktı ve tayfalar gemiyi ele geçerdi, C.Bukowski, Çev: A.Pardo S.9-10

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl