Chuck Palahniuk, hiç tartışmasız, günümüz edebiyat âleminin en usta kalemlerinden biri. Çağdaş edebiyatın ayrıksı yazarlar klasmanında yer tutan Palahniuk, modern toplum yapısının bireyleri sürüklediği nevrotik ruh halini ifade etmekte ziyadesiyle yetenekli. Dövüş Kulübü’nden Tıkanma’ya, Tekinsiz’den Gösteri Peygamberi’ne bütün romanlarında, tüketim toplumu normlarına, hâkim kültürel kodlara karşı siyaseten doğruculuk yaklaşımının yakınından bile geçmediği yaratıcı isyanlar kurgulamasıyla ünlü.

Yalın ve epizodik anlatıma sahip romanlarında hep aynı bakış açısını sahipleniyor Palahniuk, aynı “aydınlanma anlarına” vurgu yapıyor: Gündelik hayatın gerekleri olarak dayatılan zorunluluklarla kuşatılmış bireyler, özgürlüklerine kavuşmak, iradelerini ellerine almak, organik makineler olmaktan kurtulmak için özyıkımı seçerek nihilistik bir karşı duruşun öznesi olmak zorunda.

Palahniuk romanlarında var olana uyum sağla(ya)mayan, keskin bir uyumsuzluğa sürüklenen herkes kurtulmak istediği eski yaşamlarıyla olan göbek bağlarını kesmek için dibe vurmayı göze almalıdır/ hedeflemelidir. Bu bağlamda, gönüllü olarak katlanılan fiziksel acı, bireylerin kendileri için yeni bir rota çizebilmelerine yardımcı olacaktır. İnsanlar gönüllü olarak katlandıkları acılar vasıtasıyla bedenlerinin ölümlü olduğunun farkına varır ve bu yalın hayat bilgisinin tetiklediği melankolik neşeyle yeryüzünde kapladıkları alanı somut olarak duyumsayabilir. Ancak özyıkım ve toplumsal kuralları ihlâl etme pratiğinin ardından alternatif varoluş olasılıkları ortaya çıkacaktır.

Palahniuk’un kurguladığı imgesel evrende, hijyenik standartlara saygı duyulmaz. Aksine, toplumsal ahlakın iğrençlik, çirkinlik, zayıflık olarak kategorize ettiği her şey son sınırlarına kadar sahiplenilir. Palahniuk’un tekrar tekrar kaleme aldığı karşı-aydınlanma, bu tür “pisliklerin” içinde, bunların tozuna toprağına bulanmaktan çekinmeden gelişen bir özyıkım sürecini gerektirir. Nitekim Palahniuk’un tüm eserlerinde özyıkıma duyulan sarsılmaz inancın izdüşümleri mevcuttur.

Chuck Palahniuk

Mevzu edilen sürecin çilecilikle özdeşleşen pek çok yönü olduğu da görülür. Ahir zaman peygamberlerine öykünen Palahniuk’un anti-kahramanları acının, eziyetin, pisliğin en uç noktalarına doğru yol aldıkça olgunlaşır, güçlenirler. Hatta, bu eylemlerinin kudretiyle metaforik açıdan ölümsüzlük mertebesine ulaşır, alternatif azizler olarak yeniden cisimleşirler. Her şeyin sonu, nihai sınırı olarak belletilen ölüm kavramı, Palahniuk’un karakterlerini korkudan titretemez. Onlar ölüme yaklaştıklarında, hayatla ölüm arasındaki sınırları gönüllü biçimde ihlâl etmeye soyunduklarında hakikaten yaşadıklarını, aldıkları nefesin anlam kazandığını bilirler. Bu nedenle, kâğıt üstünde işkenceye denk düşen, aklın alamayacağı her çeşit fiziksel acıya katlanmaktan da çekinmezler. Palahniuk’un evreninde aktif veya pasif yollardan maruz kalınacak içsel veya dışsal her türlü acı, kişinin özgürleşme serüveninin olmazsa olmaz başlangıç noktasını teşkil eder.

Chuck Palahniuk adını dünyaya takdim eden efsanevi Dövüş Kulübü oldu. Eşine az rastlanır bir başarıya ulaşan kült bir romandı Dövüş Kulübü. Palahniuk, 20. yüzyılın son çeyreğinde kaleme aldığı eserinde ütopyalardan mahrum bıraktırılmış, modern yaşam normlarına yönelik öfke biriktiren bir kuşağın başkaldırısına ses vermişti. Kişisel planda sinizmi, saplantıları ve yüce amaçlardan yoksun oluşuyla öne çıkan bu kuşak, hayatın rutin akışına dair uyumsuzluğunu kendine has araçlarla inşa ettiği karanlık bir ironi üzerinden sergilemekteydi. Yabancılaşmanın her alanda hüküm sürdüğü, “her koyunun kendi bacağından asıldığı” mottosunun genel geçer kural haline geldiği, yalnızlığın izolasyon boyutlarına ulaştığı bir tarihsel evrede soluk alıp veren her özne, aynen Dövüş Kulübü’nün karakterleri gibi, ancak içedönük patlamalarla, özyıkıma varan içsel hesaplaşmalarla hayatta olduğunun farkına varabilirdi. Dolayısıyla Dövüş Kulübü, küresel çapta hegemonyasını sürdüren modern endüstriyel uygarlık paradigmasına ayak uyduramayanların, kendi varlığını, var olduğunu doğrudan/dolayımsız biçimde hissetmek isteyenler nezdinde zenginleştirilmeye açık bir metin olarak kabul gördü.

Palahniuk, inanılmaz bir yaratıcılıkla ete kemiğe büründürdüğü dışlanmış, kıyıda kalmış karakterler ve onların derin bir umutsuzluktan güç alan eylemleri bağlamında günlük hayatın tartışılmaz kabul edilen normlarını otopsi masasına yatırmıştı. Kitle kültürü endüstrisinin pompaladığı tamamlanmışlık ve kusursuzluk temaları, değme felsefe kitaplarına taş çıkartırcasına sorgulanıyordu Dövüş Kulübü’nde. Düşünmesi bile rahatsızlık veren acı gerçekleri açık seçik dillendirmekten çekinmemesiyle nam salan Chuck Palahniuk, onların altında yatan kapsamlı sorunlara işaret ediyor, tüketim kültürünün dört bir yandan kuşattığı günümüz insanının kendi varlığını keşfe çıkmaya yeltendiğinde ne tür acılara göğüs germesi gerekeceğini, psikolojik açıdan yaşaması kuvvetle muhtemel savruluşları muazzam bir üslupla serimliyordu.

Kurgusal evrende anaakım edebiyatın ütopik iyimserlik anlayışına güçlü tokatlar savuran Chuck Palahniuk, sadece kurmaca metinler kaleme almadı, tabii ki. Röportaj, deneme ve anı kategorisinde değerlendirilebilecek yazılar da yazdı. Dövüş Kulübü’yle birlikte adı popüler yazarlar listesine eklendiğinden beri de her kesimden okurun kafasında çeşitli sorular dolaşmaya başladı: Palahniuk’un gerçek hayatıyla kaleme aldıkları arasında nasıl bir bağ var? Romanları bütünüyle hayal ürünü mü? Palahniuk, yarattığı karakterler gibi kültür endüstrisine yıkıcı darbeler indirmeye niyetli gözükara bir sabotör mü, yoksa romanlarında mesihlere özgü anti-konformist vaazlar verip, bu söylemin rantıyla şöhrete ve paraya kavuşan bir üçkâğıtçı mı?

Bu ve benzeri sorulara net, tatmin edici yanıtlar vermek mümkün değil, ama Palahniuk gibi, tabir-i caizse, kaleminden kan damlatarak yazan, her cümlesi ruhunuza nüfuz eden haysiyetli bir yazarın özel yaşamına dair anekdotlarını, hatıralarını, bilcümle kurmaca olmayan metinlerini okuyanlar onu hayati bir samimiyet testine sokabilir. Palahniuk ailesinin trajik öyküsünü duymuş olanlar (Chuck’ın dedesi, babası henüz küçük bir çocukken eşini vuruyor ve öldürmek için aradığı oğlunu şans eseri bulamadan intihar ediyor. Bu aile faciasından sağ kurtulan Chuck’ın babası, ömrünün sonbaharında internetten tanışıp flört ettiği bir kadınla buluştuğu sırada kadının eski sevgilisi tarafından vurularak öldürülüyor) veya Chuck’ın yazma serüvenine nasıl atıldığını bilenler (Chuck, Oregon Üniversite’sinde gazetecilik bölümünü bitirdikten sonra Portland’daki yerel bir gazetede kısa bir süre çalışıyor. Gazetecilikten sıkıldıktan sonra işi bırakıyor. Daha sonra kamyonları tamir edip teknik el kitapları yazarak geçimini sağlıyor. Bu esnada bakımevlerinde ölmekte olan hastalara refakat ediyor, konuşma terapilerine katılıyor. Roman yazmaya karar verdiği aşamada ise yazarlık atölyesine giriyor) açısından Chuck Palahniuk’un böylesi bir samimiyet testine ihtiyacı olmasa da, onunla Dövüş Kulübü’nün sinema uyarlaması üzerinden tanışan geniş okuyucu kitlesi için bu bir zaruret.

Kaleme aldığı her metinde “televizyonları, yalanları, arabaları, evleri, kıyafetleri bırakın ve kendiniz olun,” çağrısının yankılanması Palahniuk’un bu sınavdan alnının akıyla çıktığını kanıtlamaya yeter mi bilinmez ama usta yazarın son romanlarında eski formunu kaybettiği, kendini tekrar etmeye başladığı da görülüyordu. Arka arkaya yayımlanan Lanetli, Anlat Bakalım ve Bir Haz Markası, ilk bakışta bir Palahniuk romanından beklenecek her şeye sahipmiş gibi görünseler de bir şeylerin eksik olduğunu içten içe hissettiren kitaplardı. Sansasyon fetişizminin ve hakiki yıkıcılığın yakınına yaklaşamadan yıkıcı olmaya çalışmayı şova dönüştüren bir dilin Palahniuk’a yakışmadığı ortadaydı. Zamanın ruhunu yalın ve yaratıcı şekilde yansıtabilen bir yazarın eski canlılığını yitirmeye başladığının işaretleri belirmeye başlamıştı sanki.

Ne mutlu ki, kara bulutların dağılması pek uzun sürmedi. 2015 yılında yayımlanan öyküleriyle, Palahniuk içindeki cevherin henüz tükenmediğini, sözünü kendine has bir üslupla söylemeye devam ettiğini gösterdi. Bizde Uydurma Bir Şeyler adıyla yayımlanan öykü kitabı yazarın birbirinden ilginç 23 öyküsünü içeriyor. Palahniuk bir kez daha yeteneğini sergiliyor ve modern uygarlık paradigmalarının bireysel izdüşümlerini olanca çirkin ayrıntıları eşliğinde naklediyor. İnsanların sürüklendiği büyük çaresizliği kara mizahın renkleriyle bezeyerek anlaşılır kılıyor. Mutluluğun Kaf Dağı’nın arkasında saklandığı bir dünyanın tinsel dinamiklerini gözler önüne sererken X kuşağının karabasanını dillendirmekteki maharetini de dosta düşmana gösteriyor.

Uydurma Bir Şeyler’de bir araya getirilen öykülerdeki karakterlerin hepsine özgün bir dil bahşediyor Palahniuk; dertlerini, yaşadıklarını, en önemlisi de sürüklendikleri yabancılaşmayı ve çözümsüzlüğü dolayımsız biçimde, şok edici anekdotları kendilerine saklamadan aktarıyorlar. Derin bir yalnızlığa saplanıp kalmış, Amerikan Rüyası’nın kapsama alanına giremeyen sıradan insanlardan mürekkep bir kadro karşımızdaki. Ne kadar çabalasalar o kadar derine batıyor, battıkça yaşamın anlamsız akışına dair farkındalıkları bir o kadar artıyor. Bu bilinçli, dönüşümü hedefleyen bir farkındalık değil aslında, bir tür sessiz kabulleniş. Hayallerin hiçbir zaman gerçek olamayacağının, arzuladıklarına asla ulaşamayacaklarının kabulü. “Zombiler”deki gençlerin kardiyak defibrilatörle kendilerine lobotomi uygulamaları da bu yüzden, “Kaybeden”deki genç kızın katıldığı yarışma programında aniden büyük ödülleri reddetmeye karar vermesi de. “Eleanor”daki white trash karakter bile eline para geçip California’ya yerleşse de hayal ettiği mutluluğa kavuşamayacağının içgüdüsel olarak farkında. Geriye tek seçenek olarak “Romans”ta gerçek aşkı bulduğuna inanmayı seçen karakter gibi kendini kandırmak kalıyor. Ya da “Zümrüdüanka”daki anne gibi yeni bir hayat kurma uğruna yaşadığı evi kundaklamak.

Palahniuk öyküleriyle ürkütücü gerçekle yüzleşmeye çağırıyor herkesi. Hayatımızın elimizden kayıp gittiğini görsek bile olacakları değiştirme şansımızın olmadığı gerçeğiyle… Uygarlığın mutluluk vaadinin koca bir yalandan ibaret olduğu gerçeğiyle…Kim olursak olalım, ne yaparsak yapalım dibe vurmanın çok yakınımızda pusuda beklediği gerçeğiyle… Bunları kabul ederek soluk alıp vermeye devam etmeye mecbur olduğumuz, gerçekle kurgunun sınırlarının bulanıklaşmasına engel olamayacağımız gerçeğiyle…

Uydurma Bir Şeyler Palahniuk’a has kara mizah anlayışının, coşkulu karamsarlığın, neşeli nihilizmin, kaotik karmaşanın örnekleriyle dolu. Palahniuk bir kez daha, ellerimizden kayıp gitmekte olan hakikat hissine, yoksayılan seçim yapma iradesine işaret ediyor ve buna tepki olarak kabaran öfkeli itirazların sonsuz çeşitliliğini gözler önüne seriyor. En büyük düşmanımız kendimiz değilmişiz gibi davranmaya devam ettiğimiz sürece hakiki olmayan hayatlar yaşamaya mahkûm olacağımız hususunda bizi uyarıyor.