Ana Sayfa Kritik Çocukça Bir Ütopya Arayışı: DOKSANLARI ÖZLEMEK

Çocukça Bir Ütopya Arayışı: DOKSANLARI ÖZLEMEK

Çocukça Bir Ütopya Arayışı: DOKSANLARI ÖZLEMEK

Son birkaç yıldır, doksanlarda çocuk ve genç olmak, şeklinde özetlenebilecek ve doğrudan kültürel içeriğe sahip bir başlık var hayatımızda. Gündelik dilde karşılığını çoktan bulmuş, kendine yol açmış ve toplumsal kolektif bilinçaltında ayrıcalıklı bir yere sahip olmaya şimdiden aday bu tema; teorik ve kavramsal bir incelemeyi ziyadesi ile hak etmesine rağmen, bu düzlemde maalesef pek ilgi çekmemekle birlikte; eleştirel ama kaba ekonomist yaklaşımların veya kişisellikle örülü sığ yorumların, nostalji sayıklamalarının dışında incelikli bir dokunuşu, bakışı ve ilgiyi bekliyor.

 Yitik Ülke Yayınları’ndan Ocak 2012’de çıkan, 111 yazarlı 90’lar Kitabı: Çocuk mu Genç mi? tam da bu basitlikle yazılmış, doksanları, iki binlerin zihniyeti ile pazarlamaya çalışanların el ele vererek kotarması nedeniyle sıradan; ancak konunun ilklerinden birini teşkil etmesi vesilesi ile de önemli ürünlerinden biri oluyor. Popülerleştirilen ve bu yüzden de banalleşen sol duyarlılığın; faili meçhuller, gazeteci cinayetleri, ev baskınları, suikastlar gibi argümanları ve lümpenliğin dışavurumundan öte anlam taşımayan çizgi filmler, walkmanlar, sokak oyunları ezberleri ile şişirilmiş geriye dönüşlerle özetlenmeye çalışılan doksanlar, bu hali ile bir toplumsal ve bireysel tarih kesitine indirgenip diğer dönemlerle benzeştiriliyor.

Peki, doksanların, gerçekten diğer dönemlerden bir farkı var mıdır; varsa bunun sebepleri nelerdir; işte bizce yanıtlanması gereken asıl sorular da bunların içinde bulunuyor.

Doksanlara yönelik ilgi ve özlemi, en net izleyebileceğimiz veya fark edebileceğimiz alanı, kültürel ürünler oluşturuyor. Sosyal olduğu iddia edilen ve reklamcılığın bugüne kadarki en büyük hamlesi olduğunu yavaş yavaş idrak ettiğimiz paylaşım sitelerinin, bilgisayarlardan telefonlara, oradan televizyonlara, hatta basılı materyallere uzanan süreci, bunu gittikçe görünür kılıyor. Özellikle YouTube adlı mecrada, doksanların popüler müzik icra eden şarkıcılarının video kliplerinin altına, trollerinkileri dışarıda tutuyoruz, yazılan on binlerce yorumun ortak noktasını, sadece ve sadece, eski günlerin güzelliği, çocukluk düşleri, küçük sevinçler, samimi anılar… teşkil ediyor.

Adorno ve ondan mülhem biçimde toplum bilimleri ile uğraşanların, bunların takipçilerinin; kitlelerin çalışmadan arta kalan “boş vakit”lerini metalaşmış, endüstriyel kültür ürünleri ile meşgul olarak geçirmesi, insanların kendini bu sayede ve anlık olarak mutlu hissetmesi, sistemin değişmezliğine bilinçli veya bilinçsizce iman etmesi şeklinde özetlenebilecek tezi; yukarıda verilen örneği ele almada kullanılabilir ve bu olgunun, çocukluğundan bu yana bu düzene biat içinde yetiştirilen bireylerin bundan kopamamasına denk düştüğü söylenebilir ve bu, belli oranda doğruluk da içerebilir. Buna rağmen, aynı şey, teorinin gri ve eksik kalan yönünü yansıtıyor da olabilir.

Şöyle; Önder Kulak, Theodor Adorno: Kültür Endüstrisinin Kıskacında Kültür adlı kitabında; Adorno’nun, müzik dinleme alışkanlıkları konusunda, metalaşmış ürünlere küçük yaşlardan itibaren maruz kalma neticesinde oluşan ve ileri yaşlarda da devam eden bir durumun varlığını tespit ettiğini ve bu durumun özneleri olan bireyleri de fanatikler (jitterbugs) olarak adlandırdığını söylüyor. Ancak, bizi ilgilendiren, doksanları özlemek bağlamında, tam da bu “fanatikler”in “fanatizm”den kopma dinamiği taşıyan eğilimleri oluyor.

Kapitalist düzen, doksanlarda olduğu gibi bugün de sürüyor; sistemin bekası ve geleceğini sağlamlaştırmaya yarayan “kültür ürünleri” de halka arza devam ediliyor, bunların yeni özneleri hızla keşfedilip piyasaya sunuluyor ve bu da sistem açısından gayet olağan bulunuyor. Ancak, söylemeye çalıştığımız; konu dâhilinde, doksanların çocukları ve ilk gençleri ele alınıyorsa ve bunlar, doksanlara farklı bir paye verme eğilimi taşıyorsa, sanılanın aksine, bu eğilime paralel, olağan dışı şeyler de var oluyor. Eğer bugün, mevzu ettiğimiz kuşağın nazarında; Murat Boz Tarkan’ın, Ece Seçkin Aşkın Nur Yengi’nin, Hadise Pınar Aylin’in yerini alamıyorsa; “fanatikler” bugüne, “düzen içi” bir tepki de olsa, alışmaktan imtina ediyorsa; bu, ele alınmayı bekleyenin, mevcut kalıplara sığmayacağını haber veriyor.

Popüler müzik ürünleri zaten rahatça paylaşılıyor, yayın tarihinin üzerinden yirmi yıl geçen televizyon dizileri de artık YouTube’a yükleniyor. Bunların altındaki yorumlar, yukarıda değindik, sürekli olarak, geçmişe özlem içeriyor. Bugünden şikâyet, yarına inançsızlık da tabii buna ve birbirine eşlik ediyor. Hayatı düne sıkıştırmaksa, maalesef, bu çağa özgü bir şanssızlıktan doğuyor.

Çiler Dursun, İletişim Kuram Kritik isimli çalışmasındaki, zaman kavramına yaklaşımın değişmesi ve bunun nedenlerini irdelediği bir makalesinde, “Gelecek zaman kavrayışının ve algılamasının, toplumsal ve bireysel düzlemde zayıflaması. Bununla ilişkili olarak ütopyacı düşünüşün güçten düşmesi…”ni bir gösterge olarak önümüze koyuyor.

Bu iki cümle, konumuz itibari ile bize yeni kapılar aralıyor. Toplumsal ve bireysel düzlemde zayıflayanın sadece gelecek zaman kavrayışı olmadığı, zayıflayanın, evet yazar bu cümleye hepsini saklamış, hatta yitip gidenin hayallerimiz olduğu gerçeği, tüm çıplaklığıyla, aynada beliriyor.

Tipik bir orta sınıf sinizmi deyip geçemeyeceğimiz ve sosyalizmle kapitalizmi birbirinden ayıran duvarların yıkıldığı, tarihin ilk işçi devletinin kendi kendini tasfiye ettiği, bütün dünyada yeni-sağ partilerin muktedir olduğu, açık işgallerin, savaşların geri döndüğü, sosyalizmin kısa vadede bir alternatif dahi sayılmadığı gerçeklerinden müteşekkil geleceksizlik tezi, yer yer sosyalistlerin bile içine düştüğü bir umutsuzluğu beslerken; büyük kitleleri, örneğin doksanların çocuk ve ilk gençlerini, elbette teğet geçmiyor.

Evet, bizler gibi bir politik tahayyüle sahip olmasalar bile, “zamanın ruhu”na acıyla katlanmak zorunda kalan, büyümek denilen işkenceye maruz, sistemin çarkları arasında, çalışarak yok olmaya mahkûm insanlar; her şeyi yaşayarak öğreniyor ve yarına dair hiçbir olumlu şey göremiyorlar. Siz toplumsalla uğraşadurun, onlar kendileri ile bile ilgilenecek gücü bulamıyorlar.

Tam burada, öyle ya da böyle, “son kerte”de belirleyici olana, bireylerin yaşamlarını değiştirme açısından, ekonomi-politiğin süreç içinde nasıl işlediğine bakmak faydalı görünüyor.

Feroz Ahmad, Modern Türkiye’nin Oluşumu adlı kitabında, 24 Ocak ve 12 Eylül kırılmaları ile teşkil edilen yeni ekonomik düzenin, Özal şahsında somutlaşan mali politikalar ile nasıl değiştiğini, dizginsiz ithalatın, kaynağı belirsiz sıcak paranın yarattığı atmosferin içinde büyüyenlerin yaşamına yansımalarını; “Bu servet parıltısı doğal olarak gençleri de etkiledi. Artık devlete hizmet etmeyi tatmin edici bulmuyorlardı. Devlet sektörü 1980’lerde saygınlığını tamamen kaybetmişti ve artık kariyer yapmak isteyen üniversite mezunlarını cezbetmiyordu. Gençler devlet hizmeti idealini terk ederek özel sektöre döndüler ve liberalizmle serbest girişim düşüncesini benimsemeye başladılar.” şeklinde özetliyor.

Fakat; geleneksel alt ve orta sınıf ailelere mensup; ancak kaderini onların otantik algıları ile değil, ülkemizin içine sokulduğu neoliberalizmin yırtma vaatleri ile çizmeye çabalayan gençlerin taşıyıcısı bulunduğu ve ekonomik ve kültürel bir kategori olarak ele alınmayı hak eden “yeni orta sınıf” bağlamında irdelenebilecek dönemin açılması ve kapanması bir oluyor.

Ali Şimşek’in ilk olarak 2005’te yayımlanan, 2014’te genişletilen Yeni Orta Sınıf – ‘Sinik Stratejiler’ kitabında ayrıntılı biçimde ele aldığı sürecin “hüzünlü finali”ni; “Bizdeki adıyla 2001 Bankacılık krizi, 1990’ların neşesine önemli bir darbe vurdu. Milyonlarca beyaz yakalı işsizlikle veya ücret düşüklüğüyle tanıştı. Dolayısıyla 2000’li yıllar, parlak vitrin YOS üzerinde ciddi travmalar yarattı. Birçok üniversite mezunu profesyonele, kültürel olarak uzaklaştıkları geleneksel aileleri destek çıkmak durumunda kaldı.” diyerek anlattığı, tam da bizim peşinde olduğumuz şeyin sebeplerinden birini bulmamıza yarıyor.

Doksanlarda çocuk ve ilk genç ve kategorik olarak o yıllarda henüz üretim sürecine dâhil edilmemiş, işgücü piyasasından uzak; okul, ev ve sokak üçgeninde yaşamını sürdüren kitle, milyonlarca birey yani; 2001 ve sonrasındaki 2008 krizlerinde artık büyümüş oluyor; ya kazanılması çok zorlaşan üniversite sınavlarına hazırlanıyor ya da okuldan yeni mezun, mesleğini yapmaktan çoktan vazgeçmiş, umutsuzca, karnını doyuracağı herhangi bir iş aramaya başlıyordu.

Yeni orta sınıf”a terfi için işletme, iktisat okuyan, yabancı dil öğrenmeye çabalayan önceki kuşağın durumu ortadaydı. Özel sektör en yetenekli elemanını bile harcayabiliyordu, işin ve gelirin garantisi yoktu. Başta öğretmenlik olmak üzere, kamuda çalışmayı sağlayacak mesleklerin eğitimini veren fakülteler yeniden popülerleşti. Herkes mezun olur olmaz Kpss’ye hazırlanıyordu.

O sürecin bugün evrildiği yer, bireyler düzeyinde tabii ki farklılık arz ediyor. Ancak, bu kuşağın üyelerinin, iş bulamaması veya kamuda, özel sektörde çalışması, evli veya bekâr olması, taşrada veya büyük kent merkezlerinde yaşaması; bunların topyekûn ve yoğun bir mutsuzluk hali ile cezalandırıldığı gerçeğini değiştirmiyor.

Babasının otuz yıl önceki güvenli, risksiz hayatını örnek alan, eve girecek iki maaşla kendince konforlu bir yaşama kavuşmak için “herhangi biri”yle evlenip, on yılda ödeyeceği kredilerle, çektiğinin iki katını borçlandığı bankalara tutsak, ev, araba edinen; sevmediği işi yapan; güçlü olana boyun eğmezse, kamuda dahi, bu sevmediği işi de kaybedeceğinin farkında; hayatının nereye gittiğini düşünmekten bile korkan bireylerden müteşekkil bu kuşak; ne öncekiler gibi büyük hayallere sahip olabildi ne de iki binlerin çocukları gibi gailesizleşti.

Doksanlardan iki binlere geçiş o kadar sert ve acımasız yaşandı ki, herkes sudan çıkmış balığa döndü. Ateri salonlarında jeton sallayan çocuklar, akıllı telefonlarla; dönem sonlarında anket defteri dolduran kızlar Whatsapp’la imtihan edildi. Tabii, işin şakası deyip geçebileceğimiz kültürel değişimlerin çok ötesinde ve aslında anlatmaya çalıştığımız her şeyin temelini teşkil eden bir olay yaşandı 2002’de. Ülkece girilen yeni süreçte, dün okuduğumuzu bugün unutmamız, artık doğru bildiğimizin yanlış, yanlış olanın doğru sayılacağı söylediğinde; önce bunun bir şaka olduğunu, beş yıl, değilse on yıl sonra bu perdenin kapanacağını düşündü herkes. Ama öyle olmadı.

Olmadı ve artık bir şeyler yüzeye çıkıyor; bu, o bir şeyler bastırılmış, sindirilmiş, yok sayılmış olduğu için seneler sonra ve başka yol ve araçlarla oluyor. Her türlü; ekonomik, politik, sosyal, kültürel değişimin öznesi değil seyredeni olan doksanlar kuşağı; bilinç düzeyine göre, yüksek sesle ve inanarak veya fısıltılarla, Frederich Gros’un Yürümenin Felsefesi kitabındaki, “Çalışmak, birikim yapmak, hiçbir kariyer fırsatını kaçırmamak için hep pusuda beklemek, bir mevkiye göz dikmek, iş yetiştirmek, rakipleri düşünüp endişelenmek… Bunu yap, şunu görmeye git, öbürünü davet et… Sosyal ilişkilerdeki baskılar, kültürel modalar, iş yoğunluğu… Her zaman bir şeyler yapmak, peki ya ‘olmak’?” sorusunu soruyor.

Evet, felsefede kendine kocaman bir yer edinen bu küçük soru; artık doksanlar çocuklarının zihninde asılı duruyor. Daha kötü ve acısı ise, “Yeni Türkiye” denilen ülkede, bu sorunun olumlu bir karşılığı da bulunmuyor. Bunun yarattığı kırgınlık işte, Mustafa Sandal’ın yirmi yıl önce yaptığı şarkıyı tekrarla ve bıkmadan dinletiyor; Bizimkiler’in Cemil’inin tişörtünü giydiriyor; Mahallenin Muhtarları’nın yeniden çekilmesini gündeme getiriyor. Bu pasif isyan hali, pek çok okumaya açık; burun kıvırmadan incelenmeyi hak ediyor.

Burada, Çiler Dursun’dan yaptığımız alıntıdaki ikinci cümleyi hatırlamak gerekiyor. Yazar, değişen zaman algısı ile “ütopyacı düşünüşün gözden düştüğünü” not ediyor. Geleceğe dönük ümitsiz olma halini temsilen yapılan tespitin, bence başka açıdan, tekrar ele alınması elzem oluyor.

Tom Moylan, İmkânsızı Talep Etmek adlı eserinde, ütopyayı “arzunun imgeleri” ve “umudun tasvirleri” olarak betimliyor. Doksanlar neslinin kültürel alanda gözlemlenen eğiliminin doğal bir arzuyu içerdiği zaten ortada; ancak umut olgusu, bu denklemde sorunlu gibi görünüyor. Ancak bu, daha kişisel çözümlemelerle ele alınırsa, umudun imge, hayal, düş gibi bilinç veya bilinçsizlik yüzeylerine sızdığını keşfetmek zor olmuyor. Doksanları özleyenlerin ütopyacılık ile olan ilgisini ise, kavramın tarihsel gelişimi teşkil ediyor.

Bugünün adeta bir distopyaya dönüşmesi nedeniyle, geleceğe dönük bir yatırım kabul edilebilecek ütopyalar, temel varlığını edebiyat metinlerine borçlu; biliniyor. Dünyada modernite ile doğan; ancak yirminci asırda insanlığın içine düştüğü savaşlar ve yoksullukla en yetkin örneklerine kavuşan ütopyaların, ayrıntılı ve derinlikli incelendiğinde, bize gelecekten verdiği müjdeleri, geçmişten devşirdiği görülüyor. Hakan Çörekçioğlu’nun Modernite ve Ütopya kitabında, Orwell’ın 1984’ündeki Winston karakterinin sık sık eskilerden, çocukluğundan bir şeyler hatırladığı, bir zamanlar mutlu olduğunu düşündüğü vurgulanıyor ki aslında kadim ütopyacıların Atlantis’i yenilemek isteği de bundan farklı bir şeye denk düşmüyor.

Sadece tarihsel değil başka açılardan da söylediğimiz tespit edilebiliyor. Psikoanalitik yaklaşımlar, ezoterik öğretiler vs. hepsi mutluluğu, saflığı eskide; örneğin, sembolik olarak, anne karnında görüyor.

Dolayısı ile doksanlar kuşağının geçmişe yoğun ilgisi bir tesadüf değil bir arayış oluyor. Üzeri tozlanmış sinik umut, her ne kadar metalaşmış ürünler üzerinden de olsa arzu; bugün düzenin ayakları altında ezilen genç yetişkinlerin ufkunda bir masum ve hüzünlü ve belki de tek gerçek ütopyaya; dönmeyecek, tekrarlanmayacak, geri gidilemeyecek; bu bilindiği için de hatırlamakla dahi mutlu olunan çocukluğa, açılıyor.

Doksanları özlemek durumu, bence sadece bu nahiflik ve basitlikle ele alınmayı hak ediyor.

Çocukluk ütopyasında evcilik oynamak isteyen bu kuşağın ilgisine sunulacak samimi ve kaliteli kültürel ürünlerse, henüz, yine o kuşağın mensuplarınca, yaratılmayı bekliyor.

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl