Sis perde gibi kentin semasına çekilmiş. Sanki göğün tenhalarında sevişen çiftler var da, ardına gizleniyorlar. Aynı kentin sokaklarında, sağımdan ve solumdan insanlar yürüyor. Yüzler ifadesiz. Mimikler tiyatral bir kurguya hizmet ediyor. Her sabah aynı saatte aynı yerden geçmek, törensel bir mahiyet kazanmış adeta. Güneşin düşüş açısını dahi bu geleneksel geçiş törenine göre ayarladığını düşünüyorum. İçinde bulunduğum sıradanlığın aksine, beynimde ışıltılı bir lunaparkın kapıları aralanmış. Hayal gücümün atlı karıncalarına bilet kesiyorum. Birden bire küçücük bir bedenin içinde buluyorum yaşlı ruhumu. Birileri gökdelenlerin mavi ejderhalar gibi yükseldiği bu soğuk kent dekorunu değiştiriyor. Ve ben 25 yıl öncesinin Teşvikiye’sinde açıyorum gözlerimi. 19.yüzyılda Abdülmecid Han tarafından yaptırılan o geniş avlulu Teşvikiye Camii’nin bitişiğindeki Kalıpçı Sokakta… Yazın sakin ve esintili akşamlarında, caminin bahçesinden yükselen ağustos böceğinin şarkısını duyar gibi oluyorum.

Üç ay süren uzun yaz tatillerinde neredeyse her akşam yemekler yenilip, eller yıkandıktan sonra mahallenin bütün çocukları sokağın, Şakayık Aralığına dönen köşesinde toplanıyor. Gözleri kapalı, birden otuza kadar sayan çocuğun sesi, gittikçe uzaklaşan ayak seslerine karışıyor ve ansızın tekerlemeye benzer bir şeyler işitiliyor: “ önüm arkam sağım solum sobe, saklanmayan ebe…” Kah kahkahalarla kah kavga ederek biten saklambacın ardından, gizli ajan edasıyla caminin bahçesine sızıyor ve oturduğumuz apartmanın bitişiğindeki iki katlı ahşap binayı gözetliyoruz. Binanın üst katında yalnız ve yaşlı bir kadın oturuyor. Hepimizin ortak kanaati kadının bir katil olduğu ve evinde kesik insan başları sakladığı… Az evvel oyun oynarken her türlü sudan sebepten kavgaya tutuşan çocuklar, kadının bir cani olduğu konusunda istisnasız anlaşıyorlar.

İnatla yatağa yatmamaya diretilen, salondaki koltukta sızılan yorgun gecelerin sabahında, sokakta oyun oynayan çocuk, evin küçük erkeğine dönüşüyor. Tek başına bakkala gidip, evin ihtiyaçlarını karşılamak zorunda. Ciddi bir yüz ifadesi takınıp, emin adımlarla arka sokakta; Topağacı’na inen yokuşun başındaki bakkala ulaşıyor. Daha doğrusu bakkal amcasına… “ Ne istiyorsun delikanlı?” “ on yumurta, gazete… “ Görevin ilk bölümü tamamlandı. Kendinden memnun. Küçük adımlar bu defa, Sait Çiftçi Okulu’nun önünden yolun karşısındaki fırına yöneliyor. Fırın sahipleri Rizeli…Kürekçi ustanın şivesi onu gülümsetiyor. Eve varana dek, mutlaka ekmeğin sivri ucu yenmiş oluyor. Bu zor işi başarmanın ödülü!

Bir havanın erken kararmasından, bir de içinde yuvalanan hüzünden anlıyor çocuk; kış aylarının yaklaşmakta olduğunu. Her sabah, yarı mahzun yarı uykulu gözlerle, mavi önlüğünün beyaz yakasına uzanıyor eli. İlikleyemiyor; ekşimiş yüzüne, öfkenin suları karışıyor. İmdadına babaannesi yetişiyor. Su dinginleşiyor.

Son dersin de zili çaldığında, koşar adımlarla eve dönüyor çocuk. Mahallenin neşesizliğine, bir fıkra gibi dalıyor. Onu gören esnaf laf atıyor; kahkahalarla gülümsüyor. Oysa bu cümbüşe aldırış etmeden, çantasını fırlattığı gibi pencerenin önüne dikiliyor.Pencere nöbetine! Babası işten dönene dek, endişe içinde türlü oyunlar oynuyor. “Gözümü açacağım ve gelmiş olacak!” “İki arabadan sonra, üçüncüsü babamın ki olacak!” En sonunda tanıdık bir duygu, ona babasının gelişini müjdeliyor. Huzur duygusu! Tıpkı, kış akşamlarında gecenin karanlığını loş bir aydınlığa çeviren karın; içinde yarattığı duygu gibi. Bir de lapa lapa sessizliği, naralarıyla bölen bozacının!

Beni eski mahalleme döndüren, aynı pencerenin önüne geldiğimde bilinçsizce kafamı kaldırıp, o çocuğu, kendi çocukluğumu görme umuduyla dolduran, Hermann Hesse’nin dilimize “Gençlik Güzel Şey” adıyla çevrilen ve birçok öyküsünden derlenerek kitaplaştırılan eseri oldu. Bazı kitaplar vardır ki, sizi bir yolculuğun içine sürükler. Hesse’nin kitabı, okuyucuyu çocukluğuyla, çocukluğunun henüz hayata soru işareti gibi bakan gözleriyle yüzleştiriyor. Çevresindeki insanlar ve nesneler üzerinden kendini, hayattaki yerini anlamlandırmaya çalışıyor.

“…az önce Oskar ayrılmıştı benden ve biliyordum ki, şimdi eve gidiyordu, geniş ve rahattı, şen bir ıslık oturtmuştu dudaklarına, hiçbir önseziyle ruhu kasvete boğulmamıştı. Yolda hizmetçilere ve fabrika işçilerine rastlayıp da, onların bilmecemsi, belki o toz kondurulamayacak, belki yüz kızartıcı yaşamlarını gördü mü, buna ne bir gizem, ne olağanüstü bir sır, ne bir tehlike, ne de vahşi ve sürükleyici bir şey gözüyle bakıyor, suyla karşılaşmış ördek gibi bunu enikonu doğal ve tanıdık buluyordu. Evet, böyleydi durum. Oysa ben hep dışarıdaydım, hep kıyıda kenarda kalacaktım; tek başıma, güven duygusundan uzak, içi sezgilerle dolu ve bir kesinlikten yoksun yaşayıp gidecektim hep.” ( Gençlik Güzel Şey, sayfa:113 )

İtalyan yazar Calvino, “Görünmez Kentler” isimli kitabında, gezgin Marco Polo’nun ağzından, “geçmişin durağan olmadığını, baktığın konuma ve zamana göre her an değişmekte olduğunu” söyler. 1946 yılında Nobel Ödülü de alan yazar Hesse’nin, yazıya konu eserinde; benzer bir zihinsel yaklaşım sezilebilmektedir. Geçmişine bulunduğu yerden bakan ve çözümlemeye çalışan Hesse, otobiyografik bölümler içeren öykülerinde; kitabın arka kapağındaki tanıtım yazısında da belirtildiği üzere, genellikle doğayı kendine dekor olarak seçmiştir. Hatta doğa kavramı Hesse’de dekor olmakla kalmamış, kendi içsel yolculuğunun ayrılmaz bir parçası konumuna ulaşmıştır;

“…sırf bir şeyler yapmak, yaşamakta olduğumu hissetmek için, bulunduğum yerden bakınca bu işi başarmak pek yorucu olduğu halde, dağın ta doruğuna çıkmaya karar verdim. Dorukta insan, kasabanın adamakıllı üzerinde olur, uzakları görebilirdi. Hemen bayır yukarı koşup,

üstteki kayaya vardım, taşların arasından yukarı çıktım, çalılıklar ve kağşamış kaya kırıntıları halinde ıssız dağın uzayıp gittiği yüksek araziye ulaştım…” ( sayfa:18 )

20.yüzyılın en büyük yazarlarından kabul edilen Hermann Hesse, Romantizm akımının etkisinde kalmış, romanlarında ekseri bireyin kendini anlama ve aşma serüvenini tema edinmiştir. Birinci Dünya Savaşı sonrasında, savaş karşıtı olarak saf tutan yazarın, 1922 yılında kaleme aldığı “Siddharta” kült eserlerinden biri olarak kabul edilmektedir. Kitapta, Doğu Felsefesinden hareketle yine bireyin arayışı ve ruhsal serüveni anlatılmaktadır.

Beni çocukluğuma döndüren, Behçet Necatigil ve Kamuran Şipal’in doyulmaz çevirisiyle Can Yayınlarından kitaplıklarımıza sunulan “Gençlik Güzel Şey”, bakalım sizi ne tür yolculuklara çıkaracak saygıdeğer okur?

(Hermann Hesse, Gençlik Güzel Şey, Can Yayınları, Çev: Behçet Necatigil, Kamuran Şipal, sayfa:278)

TEILEN
Önceki İçerikEkonomik Kriz ve Kapitalizmin Doğası
Sonraki İçerikBEYNİN HÂKİMİYET SERÜVENİ
1981 yılında İstanbul’da doğdu. Marmara Üniversitesi Sigortacılık Bölümü’nden mezun oldu. Aynı üniversitenin Bankacılık Enstitüsünde yüksek lisansını tamamladı. İlkokul 3.sınıfta, kendi gazetesini çıkardı. Şiir, öykü ve deneme türündeki yazıları Edebiyat ve Eleştiri, Koridor, Düşle-Edebiyat, Yeni Dönem Kültür ve Sanat Dergisi, Üvercinka gibi dergilerde yayımlandı. Aydınlık Kitap Eki’nde 2 yılı aşkın bir süre eleştiri/tahlil yazıları kaleme aldı. Yazarın Duvar Yazıları isimli bir şiir kitabı bulunmaktadır; ayrıca yazıları eskimeyenkitaplar.com ve insanokur.org sitelerinde de yayımlanmaktadır. Halen özel bir bankada müfettiş olarak çalışıyor.