Ana Sayfa Vizör Death Wish’in Anımsattıkları: “Adalet” (!) Dağıtan Filmler

Death Wish’in Anımsattıkları: “Adalet” (!) Dağıtan Filmler

Death Wish’in Anımsattıkları: “Adalet” (!) Dağıtan Filmler

“Suçluları yaratan yasalarımız, onları cezalandıran yasalarımızın yanında ne kadar çok!” deyişiyle ünlü Tucker’ın antitezini sunan vigilante (infazcı) filmlerinin en meşhur örneği, geçtiğimiz hafta yeniden dirildi! 1974 yapımı ilk filmin yeniden çevrimi olan Eli Roth’un Öldürme Arzusu (Death Wish), ‘suçluya hak ettiği dersi, kişisel yöntemlerle verme’ temasının sinemadaki son ve bildik halkalarından biri olarak ele alınabilir.

68’i Hatırlamak

Amerika’yı aramak üzere yola çıkan, ancak onu hiçbir zaman bulamayan” Billy ve Wyatt’ın ufuktan silinmeye başladığı günlerdi. Bir başka deyişle, gerçekçi olan ve imkânsızı isteyen kuşakların coşkulu şarkıları gecenin karanlığında yitip gitmek üzereydi.

Vietnam’da duvara toslayan Sam Amca, Watergate ile yaşadığı sarsıntıyı henüz atlatamadan Büyük Bunalım’dan sonraki en büyük ekonomik krizin pençesine düşmüştü. Artık 2. Savaş’ın ardından beliren görece refah toplumsal yapı tarihe karışmış, güvensizlik duygusu ortama hâkim olmaya başlamıştı. 70’ler; işsizliğin ve yoksulluğun hüküm sürdüğü, enflasyonun ve suçun hızla arttığı bir sürece işaret ediyordu.

Son on yıl içinde toplumsal düzlemde yaşanan büyük değişimin en büyük tanığı olan yedinci sanat, özellikle 60’ların ikinci yarısından itibaren bambaşka bir çizgiye doğru evrilmişti. Savaşa ve ABD yayılmacılığına karşı büyük bir muhalefetin oluştuğu, ‘arka bahçe’den gelen devrim rüzgârlarının heyecan yarattığı bu dönem, ‘cinsel özgürlük’, ‘anti-militarizm, ‘ayrımcılığa karşı duruş’, ‘kadın hareketleri’ gibi kavramları insanlığın literatürüne -bir daha hiç çıkmazcasına- sokuyordu.

Ne var ki, ufukta beliren karanlık tablo ve ekonomik/siyasal belirsizlik, madalyonun diğer yüzünü oluşturan muhafazakar kitlelerin sistemin dışında bir ‘günah keçisi’ aramaları sonucunu da doğurmuştu. Vietnam savaşının kaybını askere gitmeyi reddeden barışçı kamuoyuna, suç oranındaki artışı azınlıklara, ahlaki çöküntüyü ise gençliğin ve kadınların özgürlük taleplerine bağlayan -ve sayıları hiç de azımsanamayacak olan- bu ‘yeni sağ’ dalga, söylemini giderek sertleştiriyordu.

Adalet İçin Kanunu Unutmak!

Hollywood’da ‘derin’ ABD’yi temsil eden ve suça karşı yeri geldiğinde suçlunun yöntemleriyle mücadele edilmesi gerektiğini savunan ve intikamcılığı körükleyen ilk filmlerle, ilerici akımların en güçlü olduğu dönemlerde karşılaşılması oldukça ilginçtir.

1968 yılında gösterime giren Peter Yates imzalı Bullitt, polisiye/maceranın -ya da sonraki yıllardaki adıyla aksiyonun- parlak örneklerindendi. Robert Pike’ın romanından uyarlanan yapım, suça bulaşmış bir örgüte karşı tanıklık etmeyi göze alan Johnny Ross ile ona korumalık yapmak üzere seçilen kentin asi ama yetenekli bir polisin öyküsünü konu almaktaydı.

Başına buyruk bir karakter olan ve sinema literatürüne ‘hızlı yaşayıp genç ölenlerden biri’ olarak geçen Steve McQueen tarafından canlandırılan Bullitt, her ne kadar ardıllarının eylemlerinin yanında masum sayılsa da kimi tepkileriyle gerçek bir öncüydü.

Artık, “Adaletin sağlanması için kanunları bir süreliğine unutabilirim” diye haykıran kanun adamlarının (!) perdeyi kaplaması an meselesiydi…

Lakabını, departmandaki pis işleri üstlenmesinden alan Dirty Harry (1971), Don Siegel ve Clint Eastwood’un 4. birlikteliklerinde yarattıkları filmdi. San Fransisco’da bir çatı katında pusuya yatan bir katilin genç bir kadını öldürmesiyle başlayan film, kendisine ‘Scorpion’ adını veren adamın, 1 milyon dolar almadığı taktirde eylemlerini sürdüreceğini açıklamasıyla hız kazanacaktı. Dedektif ‘Dirty’ Harry Callahan, Belediye Başkanı’nın ısrarına karşın fidye verilmesine karşı koyarak kanun dışı yöntemlere başvurmak pahasına röntgenci manyağı avlamaya kararlı görünmekteydi. Şüphelileri işkenceye varan yöntemlerle ‘öttüren’, amirlerine kafa tutmaktan çekinmeyen (Harry, filmin kilit anlarından birinde; kendisine zanlının da hakları olduğunu hatırlatan Savcı’ya tecavüz edilip çöp kutusuna atılan kızın haklarının savunucusu olduğunu haykırır.) Kirli Harry, mutlak bireyciliğin ve Pauline Kael’in deyişiyle ‘faşizan fantezilerin’ gerçek bir temsilcisiydi.

Robin Moore’un gerçek bir olaya dayanan eserinden sinemaya uyarlanan ve New York’lu iki polisin uluslararası bir uyuşturucu şebekesinin peşine düşmesini konu alan The French Connection’da ise (1971) Dedektif ‘Popeye’ Doyle ve iş ortağı Russo, bir tesadüf sonucu tanıdıkları Boca’nın bu trafikte paravan olarak kullanıldığının farkına varacaklardı. Bir süre sonra olayların arkasında bulunan Marsilyalı iş adamı Henri Devereuax’ın ülkeye yüklü miktarda eroini sokma hazırlığı içinde olduğu anlaşılacaktı.

Özellikle ülkedeki azınlıkları potansiyel suçlu olarak gören bakış açısıyla hatırlanan film, Callahan ile benzer bir duruşa sahip Doyle karakteriyle dikkat çekiyordu. Sert yöntemlerin adamı Doyle, finalde ortaya çıkan karamsar tablonun ardından seyirciye bu işlerin yasalarda var olan ‘saçmalıklarla’ çözülemeyeceğini haykırır gibiydi.

Mike Hodges’ın İngiltere’den, bizzat profesyonel bir katilin adaleti sağlama girişimini konu edinen Get Carter ile destek verdiği (1971) furya, aynı yıl, ‘black cinema’nın en kitlesel örneklerinden sayılabilecek Shaft’ı da içine alacaktı. Artık ‘suça karşı savaş açan beyaz adam’ siyaha boyanacak ve sistem tarafından “zenci” kardeşlerine pazarlanacaktı.

Kersey’nin Sivil İtaatsizliği

Furyanın bir başka ve belki de en etkili örneği, Brian Garfield’ın aynı adlı romanından uyarlanan 1974 yapımı Death Wish’ti. Gösterime girdiği günlerde fırtınalar koparmış ve içerdiği politik mesajla tartışmaların merkezine oturmuştu. Öykünün kahramanı Paul Kersey, karısı ve kızıyla birlikte mutlu bir yaşam süren başarılı bir mimardı. Hayatının akışını değiştirecek olaylar, ailesinin şehir eşkıyaları tarafından saldırıya uğramasıyla başlayacaktı. İğrenç bir tecavüz ve cinayetin ardından karısını kaybeden Kersey, bir süre sonra yerleştiği Teksas’da suçlulara cezasını elleriyle veren bir canavara dönüşecekti. Hırsını göçmenler ve siyahilerden çıkaran kahramanımız, bir süre sonra -gazetecilerin de yardımıyla- ‘halk kahramanı’ olacaktı. (“Bir silaha karşı tek rakip, senin elindeki silahtır!”)

Başına buyruk bir karakter olan ve sinema literatürüne ‘hızlı yaşayıp genç ölenlerden biri’ olarak geçen Steve McQueen tarafından canlandırılan Bullitt, her ne kadar ardıllarının eylemlerinin yanında masum sayılsa da kimi tepkileriyle gerçek bir öncüydü.

İlk üç filmdeki ana karakterlerin kanun adamlarından seçildiği hatırlanacak olursa, Death Wish’in gerçek gücü daha iyi anlaşılacaktır. Sıradan, üstelik liberal bakış açısına sahip bir adamın geçirdiği evrim, -kimi eleştirmenlerin de vurguladığı gibi rolünü şeytani bir alaycılık ve soğukkanlılıkla oynanayan Charles Bronson’un katkısı ile- sokaktaki adamın ilkel içgüdülerini harekete geçirmeyi başaran parlak bir sinema örneğine dönüşmüştü. (Özellikle son iki filmin gişede elde ettiği olağanüstü başarı ve yeni devam filmlerine kapı aralaması, yapımlarda altı çizilen olguların Amerikan kamuoyu ve giderek tüm dünyada nasıl sahiplenildiğine birer örnektir.)

Şiddete şiddetle yanıt vermek, bireye karşı devleti kutsamak, özgürlükçü talepleri yıkıcı unsurlar olarak görmek, azınlık ya da kadın haklarından dem vuranları bölücü yaklaşım sergilemekle suçlamak, özelliklşe 80’lerin ‘yükselen değer’i olsa da, bu yazıda kısıtlı olarak ele alınan filmlerin sürece başarılı birer altyapı sağladıkları vurgulanmalıdır.

Asıl Adalet

Halkaya Scorsese’nin1975 yapımı tartışmalı klasiği Taxi Driver da eklenince (1976) 80’lere giden süreç, başka bir deyişle sonun başlangıcı tamamlanmış olur. Yeni Sağ’ın ideologlarından Paul Schrader’ın eserinden uyarlanan film, tartışmalara Vietnam Sendromu’nu eklemiştir. Artık Rambo’nun ya da Chuck Norris’li ırkçı / faşizan filmlerin ve hatta tüm bu politikaları hayata geçirmek üzere köşede bekleyen efsanevi kovboy Ronald Reagan’ın önünde engel kalmamıştır. Ne diyordu John Rambo, ilk filmin finalinde: “İstediğin bu mu? Artık bitti! Hiçbir şey bitmedi! Bu kadar kolay değil. Benim savaşım değildi; bunu siz istediniz, ben değil. Kazanmak için her şeyi yaptım ama birileri izin vermedi. Gerçek dünyaya döndüğümde, alanda o solucanları gördüm. Beni protesto ediyorlar, bana ‘bebek katili’ diyorlardı. Kim oluyor onlar? Beni ve orada neler yaşadığımı, ne için haykırdıklarını biliyorlar mı? Benim için sivil yaşam hiçbir şey. Savaş alanında şeref yeminimiz vardı, ‘sen beni kolla, ben seni kollayayım’. Burada ise hiçbir şey yok! Orada savaş uçağı kullanabiliyordum, tank sürebiliyordum, milyon dolarlık ekipmanlardan sorumluydum. Burada ise beni otoparkta bile çalıştırmıyorlar.”

. . .

Takvimler 80’i göstermek üzeredir ve Paul Eluard’ın “Asıl Adalet” adlı şiiri, yankısını yitiren bir çığlık olarak tarihteki yerini alacaktır: İnsanlada tek güzel kanun / suyu ışık yapmaları, / düşü gerçek yapmaları, / düşmanı kardeş yapmalarıdır.”

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl