• Ben kan diye başlamak isterim oysa gülün derdi başkadır”

Turgut Uyar

Fıkra herkesçe malumdur. Bir gün Nasreddin Hoca’ya “Dünyanın merkezi neresidir?” diye sorarlar. “Ayağımın altıdır” der hoca. Koca Dünya Tarihi’nde, bir dönemin bakış açısını bundan iyi anlatan veciz bulunamaz. Milattan sonra 100’lü yıllarda yaşadığı sanılan matematikçi, astronom Batlamyus (Ptolemaios), Evrenin merkezinin Dünya olduğu bir modelleme yaratır. Bu görüş, her şeyin temelinin; insanın yaşadığı gezegen ve dolayısıyla da insan olduğu bir kavrayışa sebebiyet verir. Ta ki, on altıncı asırda Kopernik Devrimi’nin yaratacağı algıya kadar. Kopernik ilk kez, Güneş merkezli bir Evrenin varlığını ispata girişir. Peki ya bu genel kabullerdeki değişimin, kültür hayatına nasıl yansımaları olur?

Bu zor soruya bir çırpıda cevap vermek, elbette mümkün değil. Kısa bir düşünme payına duyacağım ihtiyacı, daha hafif meşrep bir konuyla doldurmak niyetindeyim. Bayağılaşan edebiyat ve hatta hayat!

Son yıllarda, birbiriyle ilintisi olmayan yazar ve “düşeyazarları” bünyesinde toplayan dergiler peyda oldu. Ot, Kafa, Bavul vb… Tam bir kapitalist ritüelle girdi evlerimize bu yayınlar. Birkaç iyi yazar bul, etrafını bol miktarda popüler isimle donat, son kertede göze tesir eden bir kapakla kapanışı yap! Cem Yılmaz’ın açık büfedeki tabak tarifini andırsa da, kapitalizmin metodu budur. Modern kölelik, “yabancılaşma duygusuna” maruz kalan güruhun isyanını, onlara sunacağı küçük imkanlarla bastırır. Saatlerce ve amaçsızca çalıştığımız iş yerlerine; kısa süreli tatiller, güzel manzaralı bir restoranda yenecek yemek ya da satın alacağımız konserve gıdalar için tahammül ederiz. İşin bu doğal koşulları malumken, bir de aynı koşulların yarattığı tek gözlü canavarlar çıkar ortaya. Her jürinin başkanı olup, soyadıyla müsemma “Hızlan’dıkça” hızlananlar; Türkiye’de en baba kitabın ilk baskısı 5000 adetken, 50.000 adet baskı yapan ve “Aldatmak” gibi isimli kitapların müellifi olanlar… (Kiminin soyadı tutar; kiminin kitabının adı) Bundan çıkan sonuç ise, edebiyatın üreten ve ışığı alnında ilk hissedenlerden ziyade; “ünlü” olanların sathı haline gelmiş olması…

Elbette bu, kapital aklın edebiyata düşen gölgesi yalnızca. Oysa ufkumuz, gri bulutların yürüyüş yolu… Bayağılık, kalitesizlik müzikten tutun, edebiyata; televizyon yayınlarından, dilin kullanımına kadar her alana sirayet etmiş durumda. Satmak ve tüketmek üzerine kurulu bir çark! Bu çarkı döndüren yegane unsur ise, “ben” merkezli insanlar yaratabilmek… Sosyal medya, bu minval üzerine soluk alır. Zamanın alalade bir anını çerçeveye almaktır fotoğraf çekme eylemi. Bu eylemin vücut dili dahi, “ben” e yönelişimizin kanıtıdır. Yaşamlarımız ise, ün devşirme gayesi içinde sürer. Bugüne değin, en kalabalık halde bulunan dünya popülasyonu arasında; naçiz bedenlerimiz fark edilme iştahıyla yanmaktadır. Fark edilmek için, fark yaratmak gereğine inanır/inandırılır er ya da hatun kişiler. Bundan dolayı anlamsız, tespih dizilimli şiirler çıkar ortaya. Şairlerin yerini kelime kazıcıları; yazarların yerini ise, hikaye işportacıları alır. Pazara girdiğinizde, istemsiz olarak sesi en gür çıkanın, çığırması ahenkli olanın tezgahına yönelirsiniz. Bugünkü iklim, düpedüz pazarcılık iklimidir. Üstelik o neşenin, o sıcaklığın göğüs tahtasından çekip alınmışı! Fark yaratma deyişi, devasa plazaların, bol camlı odalarında dilden dile dolanır. Göğsümüzü de kabartır bir yandan; back up, set etmek, cc’ye koymak gibi garbın lisanı arasında uykusuz Türkçe gibi durur.

Sonsuz sayıda seçenek olmasıdır, bu yozluğun bir nedeni de. Nitelikten bağımsız, öylesine çok üretim vardır ki; ne yana baksak yeni bir kitap, yeni bir film görürüz. Herkes alimdir; herkes edip. Toplum, herkesin her şeyi bildiği gurmeler kalabalığına dönüşmüştür. Bu yeni duruma karşı elimizde tek bir silah kalır, çakaralmaz. Doğru yönelim! Okuyacağımıza, seyredeceğimize ve yazacağımıza doğru karar verebilmek… Peki bu nasıl olacak; neyin tali, neyin ana yol olduğunu görebilmek? Attila İlhan, Hangi Edebiyat’ta “Sanatçı/yazar bir şey olmak isteyen değil; bir şey yapmak isteyen kişidir.” diye yazıyordu. Bana sorarsanız, o muazzam kitabın en çarpıcı satırlarıdır bunlar. Yapmak istediğini bilen ve metodunu buna göre kuran sanatçı/yazar, mayın tarlasındaki yürüyüşünü yek vücut tamamlayabilecektir. Sistem eleştirisini bir kenara bırakıp, çeşitli isimlere tekrar tekrar kılıç kuşanmak; en hafif tabirle yönelim yanlışlığıdır. Kötüsü ise, popüler isimlere yapılan sataşmadan “ün devşirebilme” umudu. Ters yoldan gidilen fark edilme kaygısı başka deyişle… Öyle ki, bazı eleştirmenler işi İlber Ortaylı ve Celal Şengör’e “cehalet geçidi” demeye kadar vardırırlar. Eleştiri ya da maddi bir hatanın ifşası başka, bu dikenli dil başkadır zira. Bilhassa, yapılan eleştiride hiçbir bilimsel metot kullanmayıp; sosyal medya capslerini kişiye mal eden bir tavırla; “siz bunu deseydiniz Ortaylı size cahil derdi” gibi kişisel üslup üzerinden kalem oynatılıyorsa…

Taylan Kara, Sol Haber Portalı’nda 15 Aralık tarihli yazısında kullanmıştır bu söylemi. Yazının kaynakça bölümü genel itibariyle özensizdir. Kaynak olarak paylaşılan iki saatlik bir youtube videosuna isnat edilen iddia şudur: “Oysa Hegel’in hiçbir kitabında “tez, antitez, sentez” diye bir şey geçmez. Dr. Güçlü Ateşoğlu’na göre bu iddia Hegel’in biyografisini yazan bir yazar tarafından uydurulmuştur. Hegel’in felsefesinde böyle bir şey yoktur.” Ateşoğlu, bu savını 22:35’te dillendirmektedir. Ancak söyleminde, biyografisini yazan bir yazar ifadesi değil, İngiliz filozof John McTaggart ismi geçmektedir. Kara, o yazarın kim olduğunu, hangi biyografiyi yazdığını, ne zaman yazıldığını ve yanlışlığının nasıl ispatlandığını irdelemez. Bir yazar diye kastedilen biyografi yazarı ise Terry Pinkard’dır. Anlaşılan o ki, Kara kaynakları karıştırmıştır. Oysa konu hakkında, ilgili videodan tam bir yıl önce Cengiz Gündoğdu’nun İnsancıl Dergisi’nin 307. sayısında (Şubat 2016) kaleme aldığı bir yazı mevcuttur. Gündoğdu yararlandığı kaynakları da vererek şunları yazar:

“Şimdi bu tez-antitez-sentez nerden çıktı, oraya geliyorum. 1890’larda Rusya’da narodikler tarihsel materyalizme karşı bir savaşım başlattılar. Narodiklere göre tarihsel materyalizm, boş bir döngüdür. Lenin bu saldırıyı şöyle karşılar; ‘… materyalistler, davalarını diyalektik sürecin itiraz kabul etmezliğine dayandırıyorlar. Bir başka deyişle toplumbilimsel teorilerini Hegelci üçlülere dayandırıyorlar.’

Kitapta 25 no.lu not şöyle; ‘Üçlü (Yunanca Trias)- Bu felsefe, üç aşamalı gelişmenin formülüdür. Üç aşamalı gelişme fikri ilk kez neo-platonik Yunan filozoflarınca, özellikle Prochus tarafından formüle edilmiş ve Alman idealist filozofları Fichte ve Schelling’in yapıtlarında ifade edilmiştir. Ama her gelişme sürecinin üç aşamadan, tez-antitez-sentezden geçtiğini düşünen Hegel’in idealist felsefesinde, üçlü, en tam biçimde gelişmiştir.’*(V. İ. Lenin, Halkın Dostları Kimlerdir ve Sosyal Demokratlara Karşı Nasıl Savaşılır, çev. Vahap S. Erdoğdu, Sol Yayınlar, Ankara, 1995)

Lenin sürdürüyor; ‘Burada, marksizmi hegelci diyalektikle suçlama biçimindeki elde hazır yöntemi görüyoruz. Bu, Marx’ın burjuva eleştirmenleri tarafından yeteri ölçüde eskitildiğini düşünebileceğimiz bir suçlamadır.’* (Halkın Dostları, Y. 40)”

Gündoğdu’nun makalesinde iki kitaptan bahis açılır. Lenin’in “Halkın Dostları Kimlerdir ve Sosyal Demokratlara Karşı Nasıl Savaşılır” adıyla Türkçe’ye çevrilen kitabı ve Engels’in yazdığı “Anti-Dühring”.

Lenin, söz konusu kitapta kendi kanaatini yazdıktan sonra, Marks’tan da şöyle bir alıntı yapar:

“Marx, açıkça kendi yönteminin, Hegel’in yönteminin tam karşıtı olduğunu söylüyor. Hegel’e göre, fikrin gelişmesi, üçlünün diyalektik yasalarına uygun olarak gerçek dünyanın gelişmesini belirler. Ve kuşkusuz, insan, üçlülerin öneminden, diyalektik sürecin itiraz kabul etmezliğinden ancak böyle bir durumda söz edebilir. Marx şöyle diyor: Benim için ise, tersine, fikirsel (ideal), maddeselin yansımasından başka bir şey değildir.”1

Lenin’in hem kendi görüşleri olarak sunduğu, hem de Marks’a atıf yaparak vurguladığı iddia; Marks’ın, Hegelci üçlüye dayanmadığıdır. Hatta Engels de, Anti-Dühring kitabında; Dühring’in (Kaldı ki, Dühring de Hegel’e şarlatan demiş ve Marks’ın, Hegel’e dayanmasından dolayı savının boş olduğunu ileri sürmüştür.) suçlamalarına karşı Marks’ın bu temele dayanmadığını ispat için şunları yazmıştır: “Ve şimdi, okuyucuya soruyorum; diyalektik karışıklığın zorlamaları ve entelektüel bezekleri nerede, sonunda her şeyin bir şey olduğu sonucunu veren fikirler karışım ve karikatürü nerede, inanç sahipleri için diyalektik mucizeler nerede, Marks’ın Dühring’e göre onlar olmaksızın açıklamasını yapma başarısı gösteremeyeceği Hegelci Logos öğretisinin diyalektik gizleme merakları ve zorlamaları nerede?”2 Görünen o ki, sadece Şengör ve Ortaylı değil; Lenin, Engels ve hatta Marks da; Hegel’de tez-antitez-sentez üçlüsünün olmadığını zikretmemekteler. Zira konunun odağı bu değildir. Engels, her ne kadar Hegel’in, Dühring tarafından yavanlaştırıldığını ve asıl şarlatanın Dühring olduğunu söylese de; açık bir karşı koyuş yoktur.

Burada asıl tartışılan konu, (Hegel üçlüsünün, tez-yadsıma-yadsımanın yadsıması) diyalektik sürecin itiraz kabul etmezliğidir. Engels’in kabul etmediği budur. Marks böyle bir temele dayanmamaktadır der. Şengör’ün, Karl Popper’i kaynak göstererek eleştirdiği de zannımca budur; diyalektik sürecin itiraz kabul etmezliği, mistik yanı ve idealizme yakın hali. Şayet Şengör eleştirilecekse, bu yönden eleştirilmelidir. Bugün biliyoruz ki, Hegel’in külliyatında tez-antitez-sentez diye bir tanımlama yoktur; onun aslı “kendinde–kendi için–kendinde ve kendi için” şeklindedir ya da bir diğer yorumla, “varlık-var olmayan-oluş.” Hegel, bu süreci Aufhebung kelimesiyle karşılar. Sanılan üçleme ile asıl üçleme arasındaki ayrımın ne olduğu da, başka bir yazının konusu olsun.

Kara, tüm bu tarihsel akışı tartışmaya açmak ve maddi bilgilerle bir tenkit yapmak yerine; tıpkı eleştirdiği Şengör gibi, “cehalet geçidi” diyerek yüzeysel bir yola sapmayı seçer. Engels de, Dühring’e şarlatan demiştir ancak koca bir kitapla savını izah etmekten geri kalmamıştır. Bir merak konusu da, şarlatan tabirine bu kadar celallenen Kara’nın, Deleuze’e ne diyeceğidir. Deleuze, bir konuşmasında; Hegel’e küstah, şarlatan, hokkabaz, sinsi ve üçkağıtçı manasına gelecek şekilde deha demektedir.3 Cehaletin geçidine bakınız!

Kara, bunun akabinde; İlber Ortaylı’nın aldığı Cumhurbaşkanlığı Ödülü’nü kanıt göstererek; Ortaylı’nın her devrin adamı olduğuna dair bir imada bulunur. Hatta imada bulunmaz; hamamdan fırlayan Arşimet benzeri bir sevinç çığlığı atar. Oysa aynı ödülü alanlar arasında önceki yıllarda, Münir Özkul ve Şener Şen gibi isimler bulunmaktadır. Bu durumda, bu isimler için de aynı ithamda bulunmak mı gerekecektir? Veya onuruna Cumhurbaşkanı tarafından davet verilen Aziz Sancar hakkında… Elbette Marksist eleştiride, eylemlerin de eleştiriye konu olması doğaldır. Ancak herkese aynı mantıksal zemin üzerinden uygulanmak kaydıyla! Ortaylı’nın, İktidar/Atatürk ilişkisinin geldiği konjoktürde ödül alması da, bir yorum gerektirir mi örneğin? Kara, ödülün verilmesini bir yaranmanın sonucu olarak ilan eder; eder etmesine de Ortaylı’nın ödül konuşmasına hiç değinmez. Sözlerinden bir kısmı, bakınız ne demiş Ortaylı:

“Türkiye, uzun bir tarihe sahip bir memlekettir. Tarihimizi ve coğrafyamızı bir arada değerlendirmek ve Türk milletinin zamanda ve mekanda, tarihte ve coğrafyadaki yerini vurgulamak, o şuura erişmek; 19. asırın ama temelde Kemalist Türkiye’nin işidir. 20. yüzyılda, İstanbul Edebiyat Fakültesi ama asıl Dil Tarih Coğrafya Fakültesi’nin kalitesinde ve anlayışında iki kuruma rastlamak zordur. 20. yüzyıl Avrupası, münevverlerini kapı dışarı eden bir dünyayken, biz onları bağrımıza bastık ve ürünleriyle yaşadık.”

Nasıl yaltaklanma değil mi? Eleştiri şüphe yok ki, nesnel olmak durumundadır. Özellikle de, sol değerlerle yapılan bir eleştiri; mutlaka maddi sebeplere dayanmalıdır. Aksi taktirde yapılan iş, suya girip ıslanmama gayretine benzer. (Okura not: İlber Ortaylı hakkında nesnel bir eleştiri okumak isterseniz, Ali Şimşek’in 25/01/2014 tarihli Sol Haber Portalı’ndaki yazısını önerebilirim.)

Geçtiğimiz hafta içinde, ortalığı ateşe veren bir olay daha yaşandı. Bavul Dergisi’nde, Aslı Tohumcu imzasıyla; tacizcinin ağzından (yazarın iddiası budur) kısa hikayeler neşredildi. Estetik açıdan yavan olduğu gibi, tutarsızdı bu hikayeler; bütünlükten uzak. Taşıdığı pornografik öğeler de, bacada duman! Elbette onlarca yorum yapıldı bu yazı hakkında, eleştiriler kaleme alındı. Bunlardan biri de, Gazete Duvar’da Zehra Çelenk’in, “Taciz, eleştiri, özür ve linç” başlıklı yazısıydı. Çelenk, gayet teknik ve yerinde bir eleştiriden sonra; yazıyı şuraya bağladı: “Aslı Tohumcu, kendi yaşadığı taciz hikâyelerini tacizcinin ağzından “vahşi bir dil kullanarak” aktarmakla farkındalık yaratmayı hedeflediğini söylemiş, açıklama metninde. Öncelikle, Tohumcu’yu tanımasam da, buradaki niyetin iyiliğine yürekten inandığımı belirteyim.” Metin eleştirmeni konumundaki Çelenk, yazarı tanımamayı bir noksanlık olarak ifade ediyor; tanısa yapacağı değerlendirme daha ayakları yere basar hale gelecek! Buna karşın, iyi niyetinden de şüphe etmiyor; dergah şeyhi edasıyla iyilik sınavından geçirdiği yazarın.

Modern kölelik, “yabancılaşma duygusuna” maruz kalan güruhun isyanını, onlara sunacağı küçük imkanlarla bastırır. Saatlerce ve amaçsızca çalıştığımız iş yerlerine; kısa süreli tatiller, güzel manzaralı bir restoranda yenecek yemek ya da satın alacağımız konserve gıdalar için tahammül ederiz.

Çelenk, sonrasında konuyu Nabokov’a getiriyor: “Nabokov’un, 40’ına yaklaşmış bir adamın 12-13 yaşındaki bir kız çocuğunu gördüğü anda kafaya takıp annesiyle evlenmek dahil türlü entrika çevirerek elde etmesini, bu uğurda katil olmayı da içeren, yıllar süren hastalıklı takıntısı ve istismarını anlatan romanı, maalesef edebi bir şaheserdir evet.” Edebi şaheser tanımlaması yapılan bir eser için, maalesef demek… Bunun için yoruma gerek yok sanıyorum.

Dil, iki kişinin ilişkisinden başlayarak; hayatı şekillendiren tüm mecralarda bir yontucudur. Dil nasıl kurulursa, ilişkiler öyle gelişir. Öğrendiklerimiz dilimizin çitlerini aşamaz; düşünmek onun hacmincedir. Özellikle konu edebiyat hatta edebiyat/kültür eleştirmenliği ise, dilin nasıl inşa edildiği daha da önem kazanır. Türk düşün/eleştiri hayatının bu dilden kurtulma zorunluğu vardır. Eleştirileri, niyetlerle şekillendirmekten, kişisel tavırlar üzerine düşünce bina etmekten, kelime seçiminin özensizliğinden, nesnellikten uzak; temelsiz, mesnetsiz, ipe sapa gelmez yargılara varmaktan… Yazarları, seviyorum/sevmiyorum gibi papatya falı açarmışçasına ayırmaktan… Edebiyat ahlakı bunu gerektirir; işin bencesi!

Zekiye Antakyalıoğlu, Milan Kundera üzerine yazdığı “Bir Düşün Sonu” isimli inceleme kitabında, Kundera’dan bir alıntı yapar: “Hayatın o zamana kadar bilinmeyen küçük bir kesitini keşfetmeyen roman, ahlaka aykırıdır.”4 Yazının da yazarın da ahlakının, daima ve önce metinde aranması gerektiğinin bir örneğidir Kundera’nın sözleri. Tıpkı eleştiride ya da polemikte olduğu gibi… Doğru eleştiri/polemik de, doğru yazıcılık kadar gereklidir zira. Diğer türlü, değneksiz olduğu açık olan bu köyde, değnekçi konumuna düşüveririz. Tabii bir şey yapmak yerine, bir şey olmak derdinde değilsek.

Sanıyorum yazının başındaki soru da yanıtını buldu, saygıdeğer okur. Kültür/düşün hayatımız, “ben” merkezli olmaktan çıkılıp, kelimenin tam manasıyla toplumcu olacağımız; Kopernik Devrimi’ni beklemektedir.

Kaynakça:

1 (http://www.tepkivedegisim.org/7lenin_halkindostlarikimlerdir.pdf “Halkın Dostları Kimlerdir?

ve Sosyal-Demokratlara Karşı Nasıl Savaşırlar?” sayfa 19)

2 Friedrich Engels, Anti-Dühring, Eriş Yayınları, sayfa: 154

3 https://www.youtube.com/watch?v=1DwgTsSxr3s

4 Zekiye Antakyalıoğlu, Bir Düşün Sonu, Can Yayınları, sayfa:36

TEILEN
Önceki İçerikWoody Allen: Dön Baba Dönelim!
Sonraki İçerikB. SADIK ALBAYRAK’IN “BESTSELLER OKUMA KILAVUZU”
1981 yılında İstanbul’da doğdu. Marmara Üniversitesi Sigortacılık Bölümü’nden mezun oldu. Aynı üniversitenin Bankacılık Enstitüsünde yüksek lisansını tamamladı. İlkokul 3.sınıfta, kendi gazetesini çıkardı. Şiir, öykü ve deneme türündeki yazıları Edebiyat ve Eleştiri, Koridor, Düşle-Edebiyat, Yeni Dönem Kültür ve Sanat Dergisi, Üvercinka gibi dergilerde yayımlandı. Aydınlık Kitap Eki’nde 2 yılı aşkın bir süre eleştiri/tahlil yazıları kaleme aldı. Yazarın Duvar Yazıları isimli bir şiir kitabı bulunmaktadır; ayrıca yazıları eskimeyenkitaplar.com ve insanokur.org sitelerinde de yayımlanmaktadır. Halen özel bir bankada müfettiş olarak çalışıyor.