Denizler neden asıldı? Sosyal bilimler açısından farklı yanıtlar verilebilir:

1. Falanca suçu işlediğinin sabit olması, bu suçun cezasının idam olması, hükmün infazını önleyecek hiç bir etmenin etki edememesi vb.

2. Mendereslerin asılmasına karşı misilleme

3. Düşünen, sorgulayan, Türkiye’yi ve dünyayı değiştirmek isteyen gençlere ibret olsun diye

4. Falancanın oğlu ya da yeğeni olmadığından

vb.

Bunlar toplumsal ve hukuksal açıklamalar. Bir de işin bilişsel boyutu var. Bu boyutu açmak için, Denizleri asanların düşünce dünyasına girmemiz gerekiyor. Elimizde bunu olanaklı kılacak bir yol var: Onları asanların yazdıkları. Yazdıklarına bakarak, onların zihinsel dünyasında 10 temel ‘gerçeksi yalan’ saptamış bulunuyoruz.

Yeri gelmişken, ‘post-truth’ gibi kavramsallaştırmaları doğru bulmadığımızı, çünkü bunların yeni olmadığını, bütün bir insanlık tarihinde, resmi söylemde gerçeklerin eğilip büküldüğünü, yalanların ve çarpıtmaların çeşitli kanallarla yinelenerek gerçek haline getirildiğini belirtmek istiyoruz. Gerçek gibi sunulan yalanlar olarak tariflediğimiz ‘gerçeksi yalan’lar (real-like lies), sınıflı toplumun ilk gününe kadar uzanmaktadır. Ne Trump yönetimine ne de sosyal medyaya özgüdür…

Asıl konumuza dönersek, işte Denizleri asanların 10 ‘gerçeksi yalanı’:

1. Denizler Rusya’nın Maşası mıydı?

Soğuk Savaş döneminde, ısrarla, solun Rusya’nın maşası olduğu yalanı ortaya atılıyordu. Oysa Denizler başta olmak üzere solun büyük bir bölümü, Sovyet tipi sosyalizmde değil Küba, Vietnam ve Filistin tipi kurtuluş hareketlerinde esin buluyordu. Denizlerin Sovyetlerle bir bağı olduğuna ilişkin tek bir kanıt bile bulunamamıştır; ancak bu yalan ısrarla servis edilir.

Denizlerin tek ülke bağı, Filistin’le olmuştur. Bu da gizli saklı değildir. Denizler Filistin’e bizzat gidip Filistin halkının kurtuluşu için savaşmıştır. O zamanlar bu, ‘komünistlerin büyük suçu’, ‘vatan hainliği’ gibi görülüyordu. Oysa şimdi Filistin, Türkiye’de dindar ya da İslami kesimlerin de sahiplendiği bir dava.

Denizlerin şiarı, ‘bağımsız Türkiye’ idi. Türkiye’de Moskova yanlısı solcular da elbette olmuştu. Bunların gerekçesi, dünyada solun her bir ülkede ayrı ayrı değil de tüm ülkelerde ortak hareket etmesinin onu daha güçlü yapacağıydı. Oysa, tersine, bu, solu daha da zayıflattı. Bunun nedeni, Sovyetlerle farklı ülkelerin komünist partilerinin ve halkların çıkarlarının her zaman ortak olmamasındaydı. İspanya ve Yunanistan’daki iç savaşta çok güçlü olan solun yenilgisi, Sovyetlerin kendi çıkarına uygun, ama bu iki ülkenin halklarının çıkarlarına aykırı politikalarına bağlanır. 2. Paylaşım Savaşı sonrasında Yunan Komünist Partisi’nin iktidarı almasına kesin gözüyle bakılan Yunanistan, Sovyetlerin İngiltere’yle yaptığı paylaşma anlaşması gereği, İngiltere’ye bırakılır. Böylelikle bölgedeki en Amerikancı ülkelerden birine dönüşür, krallık hortlatılır. Türkiye’de Denizlerin başını çektiği kurtuluşçu hareketler böyle bir Sovyet etkisi altında hiç olmadı.

Sovyet stili devrim modeli ise ne Küba’da ne Vietnam’da uygulanır. Dahası, ‘Moskof uşağı’ diye yaftalanan tarihsel TKP kurucusu Mustafa Suphilerin Sovyetlere itaat içinde bağlı olmadığına ilişkin çeşitli değerlendirmeler bulunuyor. Sovyet yanlısı olsalardı, onların öldürülmeleri, iki ülke arasındaki ilişkileri bozardı. Bozmamış olması, onların Sovyetlerden bağımsız politikalar güttüklerini gösteriyor.

Bir de, Denizleri asanların söyleminde, Rusya ile Sovyetler arasında bir süreklilik vurgusu olduğunu görüyoruz. Buna göre, Sovyetler Rusya’nın dış politikalarını kaldığı yerden sürdürmüştür; bu açıdan hiç değişmemiştir. Hedefi her zaman sıcak denizlere inmek olmuştur. Bu nedenle Türkiye ile özel olarak ilgilenmektedir. Oysa, Kurtuluş Savaşı’na Sovyetlerin büyük katkısını görmezden gelemeyiz. Diğer taraftan da, Çanakkale Zaferi ve Kurtuluş Savaşı, Ekim Devrimi’ni ve daha sonrasında Sovyetlerin kurulmasını olanaklı kılan gelişmelerdir. Ankara hükümetini ilk tanıyan devletler, Lenin’in etkisiyle önce Ermenistan, sonra da Sovyetler Birliği olmuştur. Doğu Cephesi’nin kapanmasını sağlayan temel nedenlerden biri, Lenin’in Türkiye’yi emperyalizme karşı müttefik olarak görmesi ve bir an önce barış imzalamasıdır. Sovyetler, savaş sonunda Kars, Iğdır ve Ardahan’ı geri verir, ki vermek zorunda bile değildi. Sovyet desteği bir yana, Sovyetlerle barış olmasaydı, direniş güçleri, hem Batı’da hem Doğu’da savaşmak zorunda kalacaktı; bu durumda, yenilgi olasılığı yüksek olacaktı.

Öte yandan, 2. Paylaşım Savaşı’ndan sonra Stalin’in Türkiye’ye yönelik talepleri olmuştur. Bu, doğrudur. Bu da, Türkiye’yi ABD’ye yöneltmiştir. Fakat Lenin dönemindeki dost politikalardan bugüne nasıl gelindiği Denizleri asanların söyleminde yer bulmaz: İsmet İnönü hükümeti, görüntüde, Türkiye’yi savaşa sokmaz; ancak gerçekte, el altından, hayranlık duyduğu ve kazanacağına emin olduğu Hitler’i destekler. Dönemin gazetelerinde yazılanlar, buna kanıttır. İnönü Türkiyesi, Nazi Almanyası’yla ticaretini sürdürür ve Nazi karşıtı olanları tutuklatır. Dönemin Türkçülüğü o sırada hükümet yetkilileriyle Almancılık ve Turancılık’ta yarış halindedir. Savaşı Almanya kazanacak, Turan’ı da kurtaracaktır. İşte bu nedenlerle, İnönü hükümeti, savaş ilanını ancak savaşın bitmesine yakın bir tarihte yapar. Stalin’in talepleri bununla ilişkilidir ve masa başında çözülebilecek diplomatik sorunlar Türkiye’yi Amerika’ya sürükleyip bugünümüzü de ipotek altına almıştır.

Sonuç: Denizler Rusya’nın maşası falan değildi. Kanıtlara bakılırsa, olsa olsa ‘Filistin’in maşası’ydı. Herhalde bu da tepki gösterilecek bir durum sayılamaz. Denizlerin kuşağı, bir feda ve fedai kuşağıydı. İşte tam da bu nedenle, bugün Denizleri asanların adını çok az kişi biliyor; Denizleri ise milyonlar anımsıyor ve seviyor…

2. Amerika Dost Bir Ülke midir?

Denizleri asanlar, Rusya’nın emperyalist politikalarından söz açmayı severler; ama Amerika’nın yaptıklarını özellikle görmezden gelirler. Çok erken dönemlerde Türkiye’de, daha komünizmin ‘k’si bile ortada yokken, Komünizmle Mücadele Dernekleri kuruluyor ve başına F. Gülen gibi kişilikler getiriliyordu. ABD’nin İslam ülkelerine yönelik, Yeşil Kuşak ve ılımlı İslam politikaları vardı ve hâlâ da var. O politikaların sonuçlarını özellikle de Afganistan’da görüyoruz. Kimi İslami hareketler, önce Sovyetlere, sonra Rusya’ya karşı Amerikancı çıkarları korumak adına fonlanıyor ve silah, mühimmat ve askeri eğitim dahil olmak üzere her açıdan destekleniyordu; durum, bugün de çok farklı değil…

Asıl konumuza dönelim: Ülkemiz Menderes eliyle hızla Amerikanlaştırıldı. Kimi araştırmacılar, Menderes’in hazin sonunun Amerika’nın kontrolünden çıkma isteğine ve Sovyetlerle görüşmesine bağlar. ABD’nin açık ya da gizli bir biçimde dünyanın dört bir yanında darbeler tezgahladığını biliyoruz. Yalnızca darbeler de değil; dünyanın birçok ülkesinin işkencecileri ‘son teknikler’ için ABD’de eğitim almıştı. Denizleri asanlar, gerçekten bağımsızlık yanlısı olsalardı, Rusya’yı eleştirdikleri kadar ABD’yi de eleştiriyor olmalılardı. O eleştirmedikleri, karşı çıkmadıkları ABD 12 Eylül’de bir kez daha darbe tezgahladı. Bir tarafa ‘Rusya’nın maşası’ demek, diğer tarafa ‘Amerika’nın maşası’ suçlamasının getirilmesine yol açar ve Denizleri asanlarda böyle bir suçlamaya yanıt yok.

Sonuç: ABD dost bir ülke değildir. Denizleri asanlar kendi Amerikancılıklarını gizliyorlardı. Doğrudan Amerika’dan emir almış bile olabilirler.

3. “Bana Sağcılar Adam Öldürüyor Dedirtemezsiniz” mi?

Demirel’e ait olan bu söze, Denizleri asanların zihinsel dünyasında sık rastlıyoruz. Buna göre, şiddet olayları, solcuların kendi aralarında gerçekleşmiştir. Sağcılar adam öldürmez. Hatta bunun yeni biçimlerinde, “kendi kendilerini bombalatıp sonra mağduru oynuyorlar” söylemini görüyoruz. Böyle olunca, Denizlerin neden mücadele biçimlerini değiştirdikleri de anlaşılmaz oluyor. Denizlerin silahlanması, sağ terörizm dolayısıyla başlar. Amerikan 6. Filosu’nu protesto eden gençlere sağcılar saldırır, iki genci öldürürler. Yaşanan bu ölümler, Denizleri başka yol arayışlarına yöneltecektir. Sonraki yıllarda, birçok sol aydın, yazar ve akademisyen, sağ teröristler tarafından öldürülecektir: Bedrettin Cömert, Bedri Karafakıoğlu, Cavit Orhan Tütengil, Cevat Yurdakul, Doğan Öz, Ümit Kaftancıoğlu vd. ilk akla gelen örnekler.

Sonuç: Sağcılar adam öldürdü, siz kabul etseniz de etmeseniz de…

4. Hakkını Arayanlar Terörist midir?

Denizleri asanların, emekçilerin ve genel olarak yurttaşların haklarına ve hak arama mücadelelerine karşı bir alerjileri olduğunu görüyoruz. Bir işçi, hakkını arıyorsa, bu söyleme göre iyi niyetli olamaz; kesin, teröristtir. Gerçekten iyi niyetli ise de, kandırılmıştır ya da Rusya’nın vb. maşası olmuştur. Türkiye’nin bir türlü çağdaşlaşamamasında bu anlayışın büyük payı var. Böylelikle, Denizleri asanların beklentisi, uysal işçiler, itaatkar yurttaşlar… “Evet efendim sepet efendimciler” ile makbul vatandaşlar… Onların söyleminde, örneğin, grev yapan işçi, aslında hükümeti zayıflatıp terör ortamı yaratmayı amaçlamaktadır. Böyle bir bakışın kime yararı vardır? Elbette, toplumda halihazırda ayrıcalıklı bir yaşamları olan üst sınıflara… Asanların adaletinin egemenlerin adaleti olduğu böylelikle ortaya çıkmaktadır.

Sonuç: Hakkını arayanlar terörist değildir; ancak asıl terörist, hakkını arayanlara terörist deyip onların hakkını çalanlar olabilir.

5. Marx Yahudi’ydi de Onun için mi (…)?

Denizleri asanlarda alttan alta bir Yahudi düşmanlığı görüyoruz ve bu düşmanlığın Marx’a kadar yolu var. Onlara göre Marx, bir Yahudi olduğu için Hıristiyanlar ve genel olarak toplum onu dışlamıştı; bu nedenle, o da dinlere ve milliyetçiliğe savaş açtı. Ciddiye almalı mı, karar vermek zor; ancak en azından, buradaki temel hatanın adını koyalım: Kişiselleştirme. Bu yanlış, kimi anaakım psikoloji yaklaşımlarında çok yaygın: Buna göre, bireyler psikolojik tarihlerinin ve özellikle de çocukluklarının kölesidir. Ondan kaçıp kurtulamazlar. İsterse bilim insanı olsunlar; bu, değişmez. Bunun doğru olmadığı belli; fakat başka bir yazıda uzun uzun tartışmak da gerekebiliyor. Psikanalizm, Denizleri asanların zihninde, asmak için bir gerekçelendirmeye payanda olmuş oluyor.

İkincisi, bu sözlere, birtakım tarihsel gerçekler açısından yanıt verebiliriz; Marx’ın yaşamını uzun uzun anlatabiliriz. Ama karşı taraf, elbette ikna olmayacaktır. Marx, Denizleri asanlara göre, bir düşünür değil bir bozguncudur. Onlara Marx’ın insanlık tarihinin gelmiş geçmiş en etkili, en kapsamlı düşünürü olduğunu ve karşıtlarının bile onu ciddiye almak zorunda olduğunu anlatmak boşa olmaktadır.

Devlette süreklilik esastır”: Paris Komünü zamanında, Osmanlı yandaş basını, komünarlar için ‘çapulcu’; Enternasyonel için ‘Fesat Cemiyeti’, Marx için ise ‘eşkiyanın kumandanı’, ‘amele sınıfının kralı’ vb. diyordu. Resmi Osmanlı söyleminde ise, Marx, ‘canavar cüce’ idi.

Sonuç: Değil, o da değil, hiç mi hiç değil…

6. “Bunlar Dinsiz (Demek ki İdam, Haklarıdır)” mı?

Bunlar dinsiz”, “bunlar Alevi” vb. gibi ötekileştirici söylemler, Denizleri asanların zihin haritasında baş köşede. Böylelikle, “bunlar bizden değil, insan bile değil” gibi bir algı yaratılıyor. Klasik söz şu: “İdam ediliyorlar, mahkeme imam gönderiyor, imamları istemiyorlar, pişmanlık duymuyorlar… Son sözleri de ne olsa beğenirsiniz? Kelime-i şehadet mi? Elbette değil. Yok emperyalizmmiş de vb.”

Yurttaş hakları diye birşey var. Karşınızdaki hangi inanç ve görüşlerden olursa olsun, adil yargılama temel ilke olmalıdır. Fakat bu söylem, tek başına, bu ilkeyi sorgulatıyor. Bir de bu açıklamalar, hüküm verildikten sonraya ilişkin. Hüküm de satır aralarında buna mı dayandırıldı? Bir insan, inançsız olabilir; kendine has dinsel inançları olabilir; Müslüman olabilir ama resmi Müslümanlık yorumunu kabul etmeyebilir; Müslüman olabilir, resmi Müslümanlık yorumunu kabul etmiş olabilir, ama ölümden önce imam çağırmanın kendisini zayıf gibi göstereceğini düşünebilir vb. İmam yerine dede talep edebilir? Rahip de? Hatta bilimsel düşünceye inancı olan bir kişi olarak bir bilim insanı da bir felsefeci de… Denizleri asanlar, hükmü dinsizlik üstünden kuruyorlarsa, bu durum, Osmanlı ile cumhuriyet hukuk sistemi arasında bir süreklilik olduğuna işaret eder…

Sonuç: Dinsiz olsun ya da olmasınlar adil yargılama bir yurttaşlık hakkıdır; en ‘kötü’ insandan bile esirgenemez.

7. “Bunlar Türklüğü Kabul Etmezler” mi?

Klasik bir ‘Denizleri asanlar’ söylemi, “bunlar Türklüğü kabul etmiyor” biçiminde. “Türk değiliz, Türkiyeliyiz” gibi bir düşünce, liberal yeniden tarihyazımının 68’e yönelik ulusalcılık iddiasının tersine, o zaman bile öne çıkıyordu. Bunun nedeni, Denizlerin Kemalizm’i sol bir açıdan yeniden yorumlarken, Kürtleri yok saymamalarıydı. Deniz Gezmiş’in son sözleri şöyle idi:
“Yaşasın Türkiye’nin Bağımsızlığı!

Yaşasın Marksizm’in, Leninizm’in yüce ilkeleri!

Yaşasın Türk ve Kürt Halklarının Bağımsızlık Mücadelesi!

Kahrolsun Emperyalizm!

Yaşasın İşçiler ve Köylüler!”

Bugün Kürtler çok daha görünür; Kürtçe çok daha yaygın. “Kürtçe diye bir dil yoktur, Kürt de yoktur”, “Kürt değil dağlı Türk” vb. söylemlere gülünüp geçiliyor. Oysa Denizlerin zamanında bunlar resmi söylem olarak oldukça yaygındı. Bugün ‘Kürt’ demek ve Kürtçe konuşmak çok daha kolay. Asıl zor olan, bunları Denizlerin zamanında yapabilmekti. Denizlerin mahkemelerdeki ‘Türk’ itirazı, işte bu Kürtleri yok sayıcı resmi söyleme yönelik idi. Oysa, Denizleri asanlar, bunu “Türk olmaktan utanıyorlar” diye yorumladı.

Sonuç: Denizlerin Türklüğü kabul etmedikleri doğru değil. Ediyorlardı; fakat resmi söylemin ötekileştirici, dışlayıcı ve yok sayıcı Türklük tarifine itirazları vardı.

8. “Terörle Başa Geçmeye Çalışıyorlar” mı?

Denizleri asanlar, Denizlerin eylemlerini amaçsız, yönsüz ve rastgele olarak gösterirler. Onlara göre amaç neydi? Günlük yaşam, terör ile sekteye uğratılacak, elektrik-su vb. günlerce kesik olacak; böylece, halk, “yeter artık kim gelirse gelsin” deyip komünistleri başa geçirecekti. “Kargalar bile güler” derler, ama bu mantıkla Denizleri astıklarına göre, buna da yanıt verelim: Bu bakış açısı doğru olsaydı, Denizlerin elektrik ve su ağını sekteye uğratacak eylemler yapması gerekmez miydi? Kaldı ki, asanlar, hak arama mücadelelerini de terörizm olarak gördüklerinden, toplumsal değişimin dinamiklerini anlamaları olanaksız. Halk, devrimcileri elektriğe suya vb. yeniden kavuşmak için iktidara getirmez; onlar halkın değişik kesimlerinin taleplerine karşı geldikleri ölçüde halklaşırlar.

Sonuç: Denizler, terörle değil, hak arama mücadelesinin bir parçası olarak hareket ediyorlardı.

9. “Vatanı Bir Tek Biz Seviyoruz; Başkalarının Sevgisi Yalan; Onlar Vatan Haini” mi?

Ülkemiz bu düşünce biçiminden çok çekti. Vatanı sevmenin binbir türlü yolu vardır. “Senin “vatan sevgisi” dediğin belki de Amerika sevgisidir” diyebiliriz. Nazım Hikmet zaten buna yanıt vermişti, “vatan, çiftliğinizse sizin…” diyerek. Fakat Denizleri asanlar, onun için de, “anavatanı Rusya’ya kaçtı, orada öldü” diyor. Cumhuriyet gazetesi de dahil olmak üzere neredeyse tüm basın-yayın, 1950’lerde, Nazım Hikmet’in vatan haini olduğunu yazdı. Oradan Türkeş’in ‘Bu Memleket Bizim’ şiirini okuduğu bir döneme geldik. Denizleri asanların karşısında Nazım Hikmet olsa, herhalde onu da asarlardı. Pişmanlık ise, çok geç, 50-60 yıl sonra gelirdi. Bugün kim diyebilir Nazım Hikmet’in vatanını sevmediğini?

Sonuç: Vatan, kimsenin tapulu malı değil. Vatanı milliyetçi duygularla sevmek zorunda değiliz; yurtsever, Anadolucu, yerelci bir biçimde de sevebiliriz. Vatan sevgisi, milliyetçiliğin tekelinde değildir. Kimileri vardır ki kendilerini gerekirse bu memleket için feda ederler. Denizler gibi…

10. “Benden Olmayan, Vatan Hainidir” mi?

Aslında her yol, buna çıkıyor: Benden olmayan, benim gibi düşünmeyen, vatan hainidir. Böyle bir bakış, Denizleri elbette asacaktı… Buradan, yolumuz, Kafka’nın ‘Dava’sına çıkar… Kendileri zaten demokrasiyi sindirememiş olanlar, Denizleri “demokrasiyi yıkmaya çalıştılar” diyerek asıyorlar. İroni mi trajedi mi?..

***

Denizlerin Vasiyeti

İşte 10 gerçeksi yalan… İnanana… Bunlara isteyen inanır isteyen inanmaz; ancak bir insanı asmayıp asmama yetkisi elinde olanların zihninde bu gerçeksi yalanlar ölümcül duruma geliyor. O nedenle, bunları, “o da farklı bir bakış” deyip geçmemeli.

Belki kimse ikna olmaz; ancak yine de, doğrularda ısrar etmek ve gerçek diye sunulan yalanların iç yüzünü ortaya çıkarmak, Denizlerin bize vasiyeti…

TEILEN
Önceki İçerikSuat Derviş: Bu Roman Olan Şeylerin Romanıdır.
Sonraki İçerikPERCY BYSSHE SHELLEY: ROMANTİZMİN MUTSUZ BİLİNCİ
1978’de İstanbul’da doğdu. Türkiye, Vietnam, Tayland ve Malezya’da 15 yıl ders verme deneyimine ve Yeni Zelanda (doktora), Avustralya (ortak proje) ve Latin Amerika’da (gazetecilik) araştırma deneyimine sahip bir akademisyen-yazardır. Araştırma ve öğretim konuları, iletişim, psikoloji, eğitim bilimleri, şehir plancılığı, Asya çalışmaları vb. gibi geniş alanları kapsamaktadır. Eğitimini Darüşşafaka, Boğaziçi Üniversitesi, ODTÜ ve yurtdışında tamamlayan Gezgin’in yayınlanmış 13 kitabı ve çok sayıda kitap bölümü, makalesi ve gazete yazısı vardır. Akademik çalışmalar dışında, çeşitli dergi ve gazetelere köşe yazıları yazmakta; şiir, şarkı sözü ve deneme türlerinde yapıtlar vermekte ve çeşitli ülkelerden şairleri Türkçe’ye kazandırmaktadır.