Ana Sayfa Litera Dersu Uzala: Adnan Özyalçıner

Dersu Uzala: Adnan Özyalçıner

Dersu Uzala: Adnan Özyalçıner

Hepimiz biliriz Akira Kurosava’nın unutulmaz filmi Dersu Uzala‘yı… Yalnız avcının yaşlandıkça doğa ile kurduğu dostluğun, ona duyduğu büyük tutkunun altında aslında nasıl bir var olma mücadelesinin yattığını gösteriyordu bize Kurosawa. Tek taraflı bir dostluk ve adanıştır bu. Doğanın avcıdan böyle bir talebi yoktur; Dersu ona gelmiştir. Yalnızlığın ve doğaya adanışın gerektirdiği koşulları bedeninde taşıdıkça bir sorun çıkmaz; ama gel gör ki zaman ilerler. Doğa için yavaş yavaş geçen zaman insan bedeni için aynı ağırlıkta akmayacaktır. Bu aslında eşitsiz bir ilişkidir. İnsan zamana, bugününü geçmiş haline getirerek ve oradan geleceğe yürüyerek yerleşmeye çalışır. Oysa doğa olsun, insanın kendi yarattığı mekânlar olsun zamanı böyle yaşamaz. Onların eriyişi, çöküşü insan bedeninden daha uzun sürer. İşte Dersu Uzala bize bu “amansız” diyalektik, bu tek taraflı adanış karşısındaki çaresizliğimizi gösterir. Bu “akışı” bir yazgı ile değil diyalektik ile açıkladığıma dikkatinizi çekerim. Dersu Uzala’nın en büyük ve yakıcı özelliği, zaman ve doğa karşısında çöküşümüzü “yazgı” olarak değil, bir “tarihsel ilişki” içinde anlamamızı sağlamasıdır. Doğa aynı doğa, insan bedeni sonlu, zaman kaçınılmaz olarak bu ikisi arasında “ilerleyen” bir sentezdir. Filmin bize yaşattığı yakıcı hüznün altında ezilip kalmamamızın ve bu hüznü alttan alta yükselen bir direnç duygusuyla karşılamamızın nedeni de bu ilişkidir. Kurosava’yı ölümsüz kılan, yakaladığı, gösterdiği bu diyalektiktir.

Aslında bu ilişkiyi yıllar sonra fark etmemi, Dersu Uzala’ya uzanmamı sağlayan Adnan Özyalçıner’in Alandaki Park adlı öykü kitabıydı. Öyküleri okurken sorduğum bir soruya yanıt arıyordum ve birden aklıma Dersu Uzala düştü. Eve geldim ve filmi tekrar seyrettim.

Evet bu soruya döneceğim, ama önce Adnan Özyalçıner öykücülüğünün “sorunsalı” edebiyat tarihi açısından nasıl saptanmış ve önemi nasıl vurgulanmış ona bakalım. Bunun için birçok yerli eleştirmenin tanımını değil, edebiyatımıza dışarıdan bakan bir eleştirmenin tanımını alıntılayacağım.

Adnan Özyalçıner gerçeklikle fantezinin karışımı olan bir tarzda öyküler yazmaktadır. Türk şairlerinin altmışlı yıllarda yaptıkları gibi çeşitli ruh hallerini sergilemek için bir tarz deneyimlemektedir. Özyalçıner İstanbul’un varoşlarındaki gecekondularda yaşayan fakir insanların hayatını betimler. Ana konu insanların umutlu bir şey vaat etmeyen durumlarından sıyrılmak için maneviyata sarılmaktadır. Yetmişli yıllarda öyküleri toplumcu gerçekçiliğe yöneldi. Kendini toplumsal eşitsizliklere ve sınıf mücadelesine yoğunlaştırdı.(*)

Eleştirmenin bu tanımını ilk okuduğum o yıllarda da eksik bulmuş, özellikle “maneviyat” vurgusuna takılmıştım. Maneviyat (Belli ki eleştirmen kaderciliği, yazgıcılığı kastediyor) ile toplumcu gerçekçiliğe yöneliş arasındaki ilişki öyle bir satırda geçiştirilebilecek bir durum saptamasından öte bir anlam taşımalıydı. İşte Adnan Özyalçıner’in öykülerini okurken o zaman yarım bıraktığım bu sorunun peşine düştüm. Eleştirmenin alıntıladığım satırlarını buldum ve bu tanımı tekrar okudum. Yanıt orada duruyordu: Maneviyat ya da yazgıcılık ile diyalektik arasındaki dünya görüşü farkında. Dersu Uzala’nın doğa-insan bedeni arasındaki eşitsizlikte bize gösterdiği diyalektiği, Özyalçıner’in öykülerinde kent ve insan arasındaki ilişkide buluruz. Hollandalı eleştirmenin anlayamadığı bu ilişkiydi. Onun öykülerinde de kent insanı sınırlı-geçici ömrünün baş edemeyeceği devasa sorunlar yumağıyla boğuşur… Yine de bir “yazgı”dan, bir “boyun eğişten” söz edemeyiz öykü karakterlerinde; çünkü bu karakterler sürekli bir “zamansallık”, tarihsel bir akış içinde hareket eder, etmedikleri öykülerde bile bu “gelecek zaman” vurgusunu ima edecek bir eylem içinde bulunur. Böylece yazgı cenderesi içinde boğulup kalacak birey Adnan Özyalçıner’in maharetli, duyarlı kaleminde bir diyalektik özneye dönüşür.

Hüznün ağırlığı altında, insani trajedi ve yıkımlar altında ezilip kalmamıza izin vermez Özyalçıner. Alabildiğine karamsar tablolar çizdiği öykülerinde bile “umut var” duygusunu hissettirmeyi başarmıştır. Onu bütün öteki toplumcu gerçekçi öykücülerimizden ayıran yan da bu ince sezisidir. Kent ve insan ilişkisi ağır ağır akan kent zamanı ile insan zamanı arasındaki sıkışmışlıkta kendini gösterir. Zaman akışını vermek için Özyalçıner, öykülerinde temel anlatıcı olarak çocukları ya da gençleri kullanmıştır. Eğer anılan öğeler öykü içinde yoksa öykücü dışarıdan, gelecek zamandan geçmiş zamanı anlatıp, öykücünün seslendiği zamana getirir anlatıyı. Bu özellikleriyle onun öykülerinin belleği vardır. En ince ayrıntıları, en keskin çelişkileri gözlemleyip aktaran bir “toplumsal bellek” özelliğini kazanmış bir bellektir bu. Ayrıca bu bellek de onun öykülerinin “kaderciliğe” saplanıp kalmasına karşı bir bariyer oluşturur.

Gelecekti park

Kent–insan ilişkisi Adnan Özyalçıner için -özellikle İstanbul bağlamında- 1950’lerden beri bitmez tükenmez bir kaynak oluşturur ve özellikle AKP dönemiyle İstanbul’un içine yuvarlandığı hunharca yıkıma, en sonunda bir “kent isyanı”na tanıklık etmesiyle sonuçlanır. İşte bu yüzden Alandaki Park da bu isyanı konu alan iki öyküyle açılır. Açılır ama Özyalçıner’in öyküsünün karakteristiği olarak hemen “isyan zamanı”na girmeyiz, Gezi Parkı’nın İnönü Gezisi olduğu zamanlardan başlayarak okuruz. Babası, elinden tuttuğu küçük Adnan Özyalçıner’i Cumhuriyet Bayramı törenine götürmüştür: “Ön tarafı bir başından öte başına kadar basamak basamak yükselen tahta oturaklı, üstü brandaysa örtülü bir tribünle kapatılmıştı. Burası şeref tribünüydü. Komutanlar, vali, belediye başkanı, kentin ileri gelen öteki yöneticileriyle seçkinler orada oturup geçit törenini izlerdi. Başlarına güneş geçmeden. Bizse güneşin altında terleyerek bir yandan da atlı polislerin iri kadanaların kıçlarıyla kalabalığı ittirerek bizi sıkıştırdıkları, ezdikleri de denebilir, yerde izlerdik geçit törenini.” (s. 13) Hemen bize öyle bir tablo çiziverir ki Adnan Özyalçıner, “Bütün toplumsal -sınıfsal- güçler, bütün ilişki biçimiyle” canlanıverir. İşte bu “devlet” bayramından öykü sonunda okuduğumuz şu satırlara geliriz: “Parka gelip (Artık öykü zamanı içinde Gezi Parkı zamanlarına geldik. N.A.) kalabalığa karışmamın üstünden çok geçmedi. Tam ordan, bayramlarda tahta tribünlerin kurulu olduğu, işçi kürsüsünün kurşunlandığı yerden polis gaz bombalarıyla, tazyikli suyla, plastik mermiyle üstümüze saldırdı. Parkı yakıp yıktı. Kuşları kaçırdı. Biz de kaçıştık elbet. Gözaltına alınanlar, yaralananlar oldu. Yılmadık. Ertesi gün gene parktaydık. Direnmeyi sürdürdük.” (s. 16) Evet ne demek istediğim tam olarak gözüküyor sanırım. Yine birkaç satırda bir “meydan tarihini” okuruz. Polislerin Cumhuriyet bayramlarında kadanalarıyla halkı itip kaktıkları bayramlardan, işçilerin kurşunlandığı zamanlardan geçerek bütün bu zamansal kesitlerin bir anda somutlandığı direniş anına gelinmiştir. Direnmenin sürdürüldüğü zamanlara gelinmiştir evet; ama bu öyle “hemen, birdenbire” olmamıştır. Geçmişten bugüne gelinmiştir ve geleceği de vardır.

Bu diyalektik sürekliliğin somutlandığı onlarca örnek vererek sizi sıkmak istemem; ama bir su terazisi var Adnan Özyalçıner’in, hem zamanı ölçüyor hem de su gibi akan zaman içinde devinen gerçeği.

(*) Dr. Petra de Brujin, Lale’den Edebiyata Kent ve İnsan içinde, s. 55, 3C Yayınları, 2007

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl