İster işin eser üreten, ister sergi ve kavram yaratan kısmında olsun, sanat dünyasında bakış açısı kuranlar, düşünce geliştirenler, beyin fırtınası ortamı oluşturanlar, akım kurgulayanlar, resmine yoğunlaşanlar, kavramlar arasında kaybolanlar, geleceği bekleyenler, müze kuranlar, yeni dünyalar hayal edenler vardır.

Bir de sanat ortamımızda -ender de olsa- farklı yapıda bazı insanlar vardır. Sadece para peşinde koşup imaj inşasına bir ton kereste yığanlar, ideolojik olarak rüzgarın estiği her yöne kıvrılabilenler, her kâseden beslenebilenler, uzaktan sanata benzeyen -veya onun bunun sanatına benzeyen- içeriksiz ve sahipsiz iş yapanlar, başkalarının fiyatlarına bakarak tekin olmayan uydurma etiketler koyanlar, güneşli havalarda hayali satış haberleri pompalayanlar, kıskandıkları sanatçıların arkasından olmadık palavralarla ve küstahlıkla saldıran ender düzeysizlikte sanatçılar, uzun lafın kısası sanatın “sanat” kısmı dışında her yan uzantısına askıntılık yapıp bu şekilde parlama peşinde olanlar vardır. Bu yolda her şey mübahtır. Yalan, riya, sataşma, omuz atma, başkalarının üzerine basma, geçmiş uydurma… Her renkten hikâye vardır. Zamanlarını olumlu olarak kendi işlerine kullanmaktan çok, kimin üzerine basıp yükselmeye çalışacakları esastır onlar için.

Bir de sanatı üretmeyen, ama tarihsel, kavramsal ve eleştirel zeminleri kullanarak, sentez yazılar yazarak bellek oluşturan veya yaratıcı başlıklarla, kavramlarla, sanatçılarla sergiler hazırlayan insanlar vardır. Onlar da çoğunlukla eleştirmen, sanat tarihçisi, küratör veya müzecilerdir.

Bu isimlerden bazıları, maalesef sanat dünyasına fikir, kavram, estetik anlayış ve araştırmacı irdelemelerle yaklaşmak yerine, cerahat akıtmayı tercih ederler. Kim bilir, belki de yapıları böyledir! Yani sivilce oluştur-cerahat dolsun-patlat, sivilce oluştur-cerahat dolsun-patlat! Yapıcı işlerle uğraşmak yerine, içeriksiz, genelleyici, sözde bilgiç dekoratif sözcükler ve ağdalı bir stille etrafı kötüleme yarışına girerler. Yukarıda aktardığım sanatçı tipolojisinin yazar izdüşümüdür bunlar…

Size bir hikaye anlatayım… 1980’lerde, bizim kuşak Türk çağdaş sanat dünyasının çehresini A’dan Z’ye değiştirecek girişimleri yaparken, ilginç bir üniversite öğrencisi vardı. Bizleri izleyen, sürekli imza isteyip sonra elinde bu kağıtlarla gezerken heyecandan ve gururdan bayılacakmış gibi olağan dışı sesler çıkaran, birimiz kendisine ayaküstü bir desen çizse, bunu neredeyse ağlayarak minnetle karşılayan bir genç. Sonra artık mesleğe adım atıp, yazılar yazma vakti geldiğinde ise yapıcı, yaratıcı, araştırmacı yollara baş vuracağına, ucuz kahramanlıklar, hızlı dikkat çekmeler ve cerahat balonlu sansasyonlara yöneldi. Necmi Sönmez, “Şey” isimli haftalık magazin-skandal gazetesinde, mesleğe başlama girişimlerinden birkaç yıl önce (yani 80’lerin sonları) adeta her an peşinde koştuğu, bir numaralı hayranı olduğu bizim kuşağı taşlayarak birden dikkat çekmeye karar vermişti. “Uysa da kodum, uymasa da!” misali çıkışlarla, hızla genç bir şöhrete dönüşebilmek için eline geçirdiği her taşı bizlere sallamaya başladı. Hatta bizim ekibin sağı solu belli olmayan astroloji eksperi sanatçı arkadaşımız Kemal Önsoy, bir gün densizliğine dayanamadığı için -birkaç farklı kaynaktan duyduğuma göre- kendisini biraz hırpalamış! Dr. Necmi, yazısında yerden yere vurduğu sanatçıların Urart’taki sergisine hiçbir şey olmamış gibi gidince yaşanmış bu olay. Keşke iş hiç oralara varmasaydı. Bu da sanat literatürümüze böyle geçti.

DR. NECMİ EFSANESİ BAŞLIYOR…

Notunu verdik, geçtik. O da erken hırsına kendisini kurban edenlerden biri olacaktı. Sonra Necmi, Almanya’ya gitti, orada kaldı, okudu, artık daha bilge bir adam oldu sandık, halbuki sadece doktor olmuştu! Ortada “Dr. Necmi Sönmez” diye gezmeye başladı. Türkiye’ye “Almanya rüzgarı” getiriyor, Almanya’ya gittiğinde ise Türkiye bilirkişisi/muhtarı rolüne soyunuyordu.

Dr. Necmi, sanat üzerine yorumlarını 2015’te “Şimdiki Zamanın Yanında ya da Karşısında” başlıklı bir kitapta yayınlamış. Alıp karıştırdığınızda, kafası karışık bir gencin çelişkili yorumlarıyla karşılaşıyorsunuz. Kaçınılmaz şekilde kendisine kananlar olmuş ki, böyle bir kitap Yapı Kredi Yayınları’ndan yayınlanabilmiş. Bir yandan 30 yıldır Türk ve batı sanat ortamı tozu yutmuş olmanın getirdiği isim, kavram, anekdot ve yorum bolluğu, diğer yandan da bir türlü sıyrılamadığı o gençlik hastalığının kalıntıları, yani ünlü isimlere sataşarak kendisini “var etme” çabası herhalde birilerinin gözünü boyamaya yetmiş…

Kitabın bir kolu, “name dropping” (ünlü ismi serpiştirme) üzerinden bir isim bolluğu ile kendi önemini vehmetme çabası, diğeri de sürekli olarak birilerine hakaret ederek kendine cilâ vurma gayreti üzerinden gidiyor. İngilizce’de bu durumu tarif eden çok basit bir kelime var: Pathetic! (‘Acınası’ gibi bir çevirisi olabilir)

Dr. Necmi’nin kendinden menkul “sanatçı milletinin topuna” (!) değer biçme kapasitesinin inanılmaz boyutları hakkında kitabından yapacağım ilk alıntıyla size bir ön fikir vereyim:

Aldığım notları yeniden gözden geçiriyorum; şimdiye dek gördüklerimin ışığında ve bize özgü gerçeklere kendimi olabildiğine yakınlaştırarak şu sonuca vardım. Bu sergilerde çalışmalarını izlediğim (Neşet) Günal, (Adnan) Turani, (Turan) Erol, (Erol) Akyavaş, (Mustafa) Ayaz, (Mehmet) Güleryüz, (Oya) Katoğlu, (Burhan) Uygur, Komet, (Zafer) Gençaydın, (Güngör) Taner, (Timur Kerim) İncedayı, (Mustafa) Ata, (Balkan Naci) İslimyeli, (Kadri) Özayten, (Zekai) Ormancı, (Hale) Arpacıoğlu, (Yusuf) Taktak, (Kemal) Önsoy, (Mehmet) Gün, (Bedri) Baykam gibi kişileri ‘ressam’ etiketi altında değerlendirmemiz mümkün değil.” (Parantez içindeki sanatçı ön isimlerini ben ekledim.)

Buna ancak “helâl olsun!” denir, o günlerde henüz “Doktor” sıfatına da erişmemiş olan Necmi, acaba hangi özgüvenle Türk sanatının üç kuşağa yayılan en ünlü isimlerinin de aralarında bulunduğu bu grubu böylesine dinamitleyip tozunu da dağlara taşlara doğru fırlattı? Peh, peh, peh!

Kendimi dışında tutarak tabloya bakayım, Turan Erol, Erol Akyavaş, Güleryüz, Komet, Katoğlu ve kendi kuşağımın öncesinin neredeyse en önemli isimleri… Necmi’nin bunları kaleme aldığı andan itibaren artık onlara ve bizim kuşağa herhalde mesleği bırakmak düşüyordu. Ne kadar densiziz ki, bu ulvi kişiliğin büyük saptamasına rağmen yola devam etmişiz! (O günden bu yana kaybettiğimiz değerli meslektaşlarımı, Günal, Turani, Akyavaş, Uygur, Özayten, Ormancı ve Gün’ü polemiğin dışında tutarak, saygıyla anarak söylüyorum bunları.)

Necmi Bey, Yapı Kredi Yayınları’ndan nasıl çıktığını anlamakta güçlük çektiğim kitabının bir başka sayfasında bakın neler döktürmüş:

Ortam içinde etkinlik gösteren sanatçılar, ressamlar, heykeltıraşlar, seramikçiler, fotoğrafçılar aslında ‘kocaman bir sanatçı enkazından başka’ bir şey değiller. Bunlar bıraksanız yanılgılarının, yeteneksizliklerinin, düşünememelerinin öcünü, çevre baskısına aldırmadan açıkça yazan eleştirmenlerden alırlar. Eleştirmeni editörlere şikâyet ederek yazılarının çıkmasını engellemek bir yana, jurnalcilik geleneğinin kişisel yeteneksizlikle birleşmesi büyük bir kin uyandırıyor sanatçılarımızda, bu kin yapıtlara yansıyacağı yerde sadece çeneye vuruyor. Dedikodudan değil, kendine güveni olmayan ve bunu da yazarı susturmakla tatmin edebilecek sanatçılardan söz ediyorum, örneğin Balkan Naci İslimyeli, Bedri Baykam gibi başarılı ‘p.r.’cılarımızdan ve onların saman altından yürütmeye çalıştığı kulis faaliyetlerinden. Ortam içindeki sanatçının, o garabet çoğulluğun yaptıkları ‘sanat’ olarak nitelendiriliyor. Tüm samimiyetimle söylüyorum, bu ortam içinde üretim yapan ve satışını gerçekleştiren kişilerin yaptıklarını Edirne sınırları dışına çıkarın, kimsenin yüzüne bakmayacağı gibi suratlarına çürük domates fırlatabileceği türden işler bunlar.”

Evet doğru, anımsıyorum. “Şey” isimli magazin dergisini arayarak bu aşağılayıcı saldırının nedenini sormuş ve yanıt hakkı rica etmiştim. Eğer bir cevap doğuracak şekilde veya suçlar tavırda bir yazı yazarsanız, karşınızdaki kişinin her zaman tekzip (düzelti) hakkı vardır. Ama beyefendiye göre basında yer alan bu gelenek de gereksiz ve yanlışmış! Tabii ona göre attığı çamurların gölgelenmemesi lazım! Fazla söz sarf etmeyeyim. “Eleştirmenlerin Kaleminden Bedri Baykam” kitabının Türkçesi’nden yola çıksın ve dünyanın ve Türkiye’nin en saygın yazarlarından anladığı kadarını okusun. Bir de gelip arşivime baksın, eserler yurtdışına çıkınca çiçek mi atılıyor yoksa çürük domates mi diye…

Ne yapmamı beklersiniz? Bu bayağılıkta, bu seviyesizlikte sözleri, kalemini çamura bulayarak etrafa yayan bir bahtsıza, maddi-manevi tazminat haklarımı sonuna kadar kullanarak dava mı açayım? Mahkûm olsa ödeyemeyecek, dava sürerken kendini “mağdur” gösterecek, ben “bir yazarı dava etmiş kötü adam” sayılacağım, siyasi anti-Kemalist düşmanlarım arasından en omurgasızlar da bu durumu kullanmaya kalkacak, vs vs vs… Bu nedenle (şimdilik) davaya tenezzül etmedim. Bu yazılan zavallı iddiaların, böyle bir davaya harcayacağım zamanın onda biri kadar değeri olmadığını gördüğüm için değmeyeceğine karar verdim! Tekrar raydan çıkarsa da, avukatlarım karar versin, ben gerçekten çok doluyum.

DR. NECMİ’NİN DAR VE GELİŞMEMİŞ DIŞAVURUMCU NABZI!

Dr. Necmi, dışarı kustuğu kin ve kargaşa sayfalarının bir bölümünde de, Yeni Dışavurumcu resmin batı ve Türkiye ile arasındaki kıyaslamalarına girişmeye kalkıyor:

Dışavurumcu figürasyonun ülkemizdeki iki nitelikli yansıması Ali Çelebi kanalıyla ancak 1950’lere doğru kendi sesini yakalamıştı. Çelebi’nin tüm sanat yaşamı boyunca ‘Die Brücke’ çizgisine dahi yakınlaşmayan eğilimi, 80’lerin Türkiyesi’nde Yeni Alman Dışavurumculuğu’na olan hayranlık (evet, sadece hay/ran/lık) çizgisiyle birlikte değerlendirilebilir. Dışavurumcu resmin de bir gelenek/devamlılık çerçevesinde ele alın(a)maması, en iyimser bakışla; güdük ve ikinci el yorumlamaları gündeme getirdi. Gerçek bir iflasın eşiğinde olan Akademi çevresinde gelişen ve destek gören Yeni Dışavurumculuk yansımalarını, Middendorf, Fetting, Salomé, Hödicke, Elvira Bach, Albert ve Markus Oehlen gibi Alman sanatçılarıyla karşılaştırınca ilginç bir kimliğe bürünüyorlar doğrusu. Acaroğlu, Arapcıoğlu, Sinkil, Eviner, Tekand ve yaş olarak bu gruptan daha genç olan Sezer, Zeytinoğlu, Arıduru, Gedik, İnanç gibi isimlerin üretmiş oldukları resim ‘80li yılların ülkemiz açısından pek kazançlı olmayan Yeni Dışavurumculuk serüveni içinde ele alınabilir. Bu sürecin post-modern etiketi altına çekilmek istenmesi, üzerinde durulması gereken bir açmazı da vurgulamakta.”

Düzeltmelerin neresinden başlayalım? Madem Dr. Necmi, Ali Avni Çelebi’den sözü açmış, biz de oradan girelim, gönül koymasın. Hayır Dr. Necmi, Ali Avni Çelebi’nin o nefis dışavurumcu tattaki işleriyle Türk sanat ortamını etkilemesi 1950 değil, 1920’lerdi. Türk çağdaş sanatının en çarpıcı işlerinden biri olan “Maskeli Balo”nun yapım tarihi 1928’dir.

Dışavurumcu sanat tadını ve keyfini bu ülkeye taşıyan sanatçılar arasında, Ali Avni Çelebi dışında, her ne kadar eserlerinde Cézanne etkisi belirli bir ölçüde görülse de, çeşitli çalışmalarında Zeki Karamemi, ayrıca Hamit Görele ve Cevat Dereli gibi isimler de vardır. Eserleriyle gurur duyarız. Özellikle koleksiyonerlerde büyük rağbet gören Fikret Mualla da Paris ayağından bu gruba eklenebilir. Bir sanat tarihçi, böylesine iddialı ve hatta küstah yazılara girişirken, çeyrek asırlık hatalar yapamaz! Böyle bir lüksü olmayacağı gibi, bu hata bir bumerang gibi döner gelir ve şamar kendi yanağında patlar. Bu hata da dizgi olarak gazete veya dergide yapıldıysa, yıllar sonra yayınlanan bir kitapta tekrarlanmaz, düzeltilir. Nasıl bir gazeteci 25 yıl hata yapıp “İnsanlar Ay’a 1994’te gitti” diyemezse, nasıl bir bilim adamı “Pasteur kuduz aşısını 1910’da buldu” diyerek 25 yıllık bir hata yapamazsa, bir sanat tarihçi de ne “Picasso Kübizm’i 1930’larda ortaya çıkardı” diyebilir ne de Ali Avni Çelebi ve Türk sanatının figüratif dışavurumcu eğilimli işlerini 1950’lere yerleştirebilir. 1950’ler artık soyut resim döneminin başlangıç yıllarıdır Türk sanatında…

Ardından Dr. Necmi patinajı, 80’li yıllara varıyor. Bakalım, oralarda neler yaşanıyor?

Doktorumuzun, kitabın çok farklı yerlerine plase ettiği Türk sanatını aşağılayıcı cümleler, burada da karşımıza çıkıyor:

Batıdaki etkin olan eğilimler son ve mutlak gerçekler gibi ele alınıp benimsendiği için araştırıcı düşünceden yoksun olan ressamlarımız, son olarak benimsediği her kurtarıcıdan sonra bir başkasının ortaya çıkacağını (yaratılacağını) hiçbir zaman kavrayamayacak ve sürekli olarak ‘ittihat’ düzeyde bir güncelliğe sahip olacaktır. Aradan otuz hatta elli yıl geçse de bu saptamam geçerliliğini koruyor.”

Gördüğünüz gibi Dr. Necmi’nin koyduğu teşhis en ağır hastalıklardan bile beter! Çünkü en amansız hastalık bile insanı 3-5-10 yıl içinde bu dünyadan koparırken, gördüğünüz gibi “50 yıl geçse de, ressamlarımız ancak ittihat düzeyinde” bir güncelliğe sahip olabileceklerdir! Ne kadar gariban bir ulusuz değil mi? Allah’tan Dr. Necmi düzeyinde eli kamçılı yola getiricilerimiz var.

Dr. Necmi biraz önce okuduğunuz gibi, döküm-sayımını yaptığı Alman Yeni Dışavurumcuları’ndan sonra bu dönem ve akımın Türkiye yansımalarına sözü getiriyor. Burada da önce “Acaroğlu-Arpacıoğlu-Sinkil-Eviner-Tekand” gibi sanatçıları, onların ardından da “daha genç” diye nitelediği Sezer, Zeytinoğlu, Arıduru, Gedik, İnanç gibi isimleri sayıyor. Üstte belirttiğimiz gibi Ali Avni Çelebi konusunda 25 yıl kadar bir hatacık yapan Dr. Necmi, bu sefer kötü niyetine mağlup olarak giriştiği macerasında 5-10 yıllık hatalar yapmanın dışında, gerçek bir sanat tarihçinin kesinlikle yapması mümkün olamayacak bir gaf sergiliyor. Şöyle ki: “Yeni Dışavurumculuk” sözcüğü, Türkiye’de ilk defa 1983 Şubat -Ankara (Devlet Güzel Sanatlar Galerisi) ve 1983 Mart -İstanbul (AKM) sergilerim aracılığıyla, Türk basınına ve Türk sanat kamuoyuna doğrudan yansımıştır. O andan itibaren 1987’ye veya 88’e kadar, benim dışımda bu akımın aidiyetini, içeriğini veya sanatsal savunmasını benden başka üstlenen tek kişi olmamıştır. Aynı süreçte benimle yapılan sayısız röportajın yanı sıra, hakkımda çıkan onca yazı da Yeni Dışavurumculukla bağlantılı kullanımı kalıcı şekilde günahı ve sevabıyla üzerime mıhlamıştır. Aksini söyleyen, 80’lerin başlarından farklı somut belge sunmak durumundadır. Sanat tarihi, herkesin atıp tutabileceği bir alan değildir. Keşke araştırmanı doğru yapıp işe yarayacak bir kitap yazmaya çalışsaydın be doktor!

1984 Kasım ayında Galeri Baraz’da açtığım sergi de basında çok ses getirmiş, bu eserler ayrıca kalıcı koleksiyonlara girerek, Türk çağdaş sanatında yeni bir dönemin profesyonel olarak başlamasını sağlamıştı. Yeni Dışavurumculuk, böylece yalnız Türk çağdaş sanat ortamında değil, aynı zamanda bu sergilerden sonra, geniş anlamda kültür ortamımıza giriş yapmıştı. Ayrıca Çoker atölyesinde gerçekleşen (bu onura erişen tek sanatçıyım), ardından ilk kitabım Boyanın Beyni’nde de yayınlanan ve Akademi çevrelerinde büyük etki yapan Adnan Çoker ve öğrencileri ile uzun sohbetimiz de tarihteki yerini almıştır.

Bu sergileri Yeni Dışavurumculuğun en hızlı yıllarında sürekli olarak kataloglu ve uluslararası ilanlarla birbiri peşi sıra, San Francisco, İstanbul, Ankara, New York ve Paris’te, üstelik en gözde merkezlerde, en iyi galerilerde açmış olmam da Dr. Necmi’nin bir diğer şanssızlığı… Türk çağdaş sanat ortamının en saygın isimlerinden Prof. Jale Erzen, Ekim 1984’te Yeni Boyut dergisinde, Yeni Dışavurumculuğu her ülkede analiz ederek bir bir ele alırken (Amerikan-Alman-Fransız- İtalyan) Türkiye’den de sırayla beni, Şenol Yorozlu’yu, Yasemin Şenel’i, Mehmet Gün’ü, İsmet Doğan’ı, Cengiz Kabaoğlu’nu, Esat Tekand’ı ve Hale Arpacıoğlu’nu listeye dahil ediyordu. (Erzen yazısında, ayrıca Dışavurumcu olmayan iki sanatçıdan da söz ediyordu: Yılmaz Aysan ve İsmail Ateş) Her ne kadar bu dönemdaş meslektaşlarım akımın “avukatlığından”, sanat tarihsel doğum sancıları ve anlatımlarından benim kadar sorumlu tutulmasalar da, gerçekten de Türkiye’de Yeni Dışavurumculuk gündeme geldiğinde bu çerçevede ilk dikkat çeken isimler bu arkadaşlar ve Kemal Önsoy, biraz da daha farklı çalışsa da İsmet Doğan olmuştur. Bu gruba kısa bir süre sonra Arzu Başaran katılmıştır. Bunlar tartışmaya açık olmayan somut verilerdir.

Ne var ki, Yeni Dışavurumculuğun ülkemizde kitlelere mal olmuş olan ilk doğuş dönemi üzerinden gelen bu isimlerin neredeyse hiçbiri, Dr. Necmi’nin lûgatında bu ana bölümde yer almıyor! Bilgisayarlar buna benzer konularda “malfunction” cümlesini verirler ekrandan, hem de uyarı sesiyle. Şimdi burada yine sanat tarihi ve eleştiri ekseninde, kritik bir ayrıma işaret etmek durumundayım. Lütfen dikkatle izleyin… Hatırlayacaksınız, birkaç sayfa önce, Dr. Necmi’nin “ressam etiketi altında değerlendirmemiz mümkün değil” dediği sanatçılar arasında Hale Arpacıoğlu, Kemal Önsoy, Mehmet Gün, Bedri Baykam da vardı. Şimdi Dr. Necmi, “Yeni Dışavurumcu ressamlar” arasında bizleri saymadığı zaman kalkıp size diyebilir ki “Bakın, ben tutarlıyım. Onlar ressam değil demiştim!” (Gerçi normalde bu bile onun aklına gelmezdi ya, neyse…)

İşte Dr. Necmi veya herhangi bir tarihçinin bunu söyleme hakkı yoktur. En fazla “Bakın burada gündeme şu, şu, şu sanatçılar gelir, ama ben onların şu, şu, şu nedenlerle ciddiye almadığım için, burada sayfayı çeviriyorum” diyebilir.

Hemen burada örnek vermek istiyorum: “Maymunların Resim Yapma Hakkı” kitabımda nedenleriyle açıkladığım gibi, güney ve doğu kültürlerinden “aşırı esinlendikleri” için, Henry Moore, Alberto Giacometti veya Brancusi gibi usta modern heykeltıraşlar benim en büyük önemi atfettiğim sanatçılar arasında yer almazlar. Başka kültürlerin bakış açıları ile batı resmini bambaşka bir şekilde çalkalayan Picasso veya Braque ise, benim için bambaşka bir düzeyde önemlidir. AMA, buna karşın benim Moore, Brancusi veya Giacometti’yi yok sayma, onlar sanki hiç var olmamış gibi görme hakkım yoktur. Ancak, Dr. Necmi kendine bu hakkı da vermiştir gördüğünüz gibi! Ona göre burada özet dökümünü yaptığım tüm yaşanmışlıklar… hiç yaşanmamıştır! Dr. Necmi’nin kitabını “Yapı Kredi Yayınları” ibaresini görerek ciddiye alıp edinen bir genç sanat tarihi öğrencisinin başına neler geleceğini düşünebiliyor musunuz? O zavallı genç için artık ülkemizdeki Yeni Dışavurumculuk etrafında adı geçen sanatçılar arasında Baykam, Gün, Önsoy, Arpacıoğlu, Yorozlu gibi sanatçılar değil, çoğu o günlerde bu konulara uzak, ikincil-üçüncül diğer isimler var! Yani şöyle farklı bir örnekle netleştirelim: Dr. Necmi şayet spor yazarı olsaydı, Fenerbahçe, Galatasaray ve Beşiktaş’a kızsaydı ya da onlara karşı egosu kabarsaydı, Türkiye Süper Ligi’nden söz ederken bu takımları toptan yok sayar, futbolu yalnız Amasya, Malatyaspor veya belki Kasımpaşa üzerinden anlatırdı… Pes!!!

Burada ne yazık ki problem sadece Dr. Necmi’nin değildir. Çünkü deminden beri verdiğimiz örneklerle bu beyefendinin hangi seviyede sanat tarihçiliği yaptığını gördük ve artık şaşırmıyoruz. Sonuçta sorumluluk, ülkemizde aslında son derece kalıcı işlere ve kitaplara imza atan örnek bir kuruluş olan Yapı Kredi Yayınları’nındır. Çünkü böyle bir kitabı raflarında tutarak, yanlış bir tarih anlatımını okurlara sunmakta ve topluma yanlış bilgilendirme yapmaktadır. Böylece farkında olmadan ciddi prestij kaybetmektedirler.

ÖNCÜ SANAT OLUŞUMUNUN ÖNYARGILI VE ALGILARI KAPALI TAKİPÇİSİ

Sanatçılara teker teker sataşarak istediği kadar deşarj olamayan Dr. Necmi, bunu da Türk çağdaş sanat ortamının doğuş yıllarının yüz aklarından olan “Öncü Türk Sanatından Bir Kesit” sergisini hedef alarak yapmaya devam etmektedir. Okuyalım bakalım, konuya dair doktor teşhisini görelim:

İlki 1985 yılında açılan ‘Öncü Türk Sanatından Bir Kesit’ sergilerinin gerçekte dökülen çalışmaları içermesi, bu anlayışın küçümsenmesi ve daha önemlisi, ciddiye alınmaması gibi son derece olumsuz etki bırakmıştır ardında. Öncül’erimiz (!) biçim-içerik ilişkilerini sistematik bir düşünce aracılığıyla ele alamadılar. Sistematik bir düşünü kuramama, Çağdaş Türk Sanatı’nın en temel problemi olarak gündemdeki yerini korumaktadır. Tıpkı öbür disiplinlerde olduğu gibi Kavramsal Sanat da ancak ve ancak sistematik bir düş/ünün sonucunda kendini var edebilir. Genelde sanatta rastlantıya yer yoktur.”

Ne anlarsınız bundan? Rezil rüsva bir sergi yapılmış. Olur olmaz işler bu sergiye doldurulmuş, bir saçmalık yaşanmış… Baksanıza sonuçta bu sergi küçümsenmiş, ciddiye alınmamış ve “öncü”lerimiz (!) biçim-içerik ilişkilerini sistematik bir düşünce aracılığıyla ele alamamışlar!

Peki, bakalım Dr. Necmi müşahede raporunda haklı çıkmış mı? Her birini ele alıp tam bir döküm çıkarmak zor, ama gelin “Öncü Sanat” sergilerine katılan sanatçılar listesine bir göz atalım: Erdağ Aksel, Hale Arpacıoğlu, Tomur Atagök, Canan Beykal, Cengiz Çekil, Osman Dinç, Ayşe Erkmen, Adem Genç, Serhat Kiraz, Gülsün Karamustafa, Füsun Onur, Önsoy, İsmail Saray, Sarkis, Yusuf Taktak, Adem Yılmaz ve ben.

Şimdi bu listenin tümünün sanatçı olarak üretimleri, ulusal ve uluslararası başarıları, akademik başarıları vs vs… hepsinin dökümünü yapıp Dr. Necmi’nin teşhisinin nasıl çöpe gitmiş olduğunun “MR” raporunu çekip önüne koyalım mı? Bence o kadarını yapmayalım, çünkü sadizme girer, fazla gözüne sokmak olur. Bu konularda fazla bilgili olmayan arkadaşlar için özet bir yanıt vermiş olalım: Bu listenin içindeki her bir sanatçı ile karşılıklı bir tartışmaya girse, her biri Dr. Necmi’nin balonunu üç dakikada patlatır! Her birine “ağır” yargı hatası diyerek o dosyayı kapatalım.

Ayrıca size Doktorun bir diğer teşhis hatasını, Yusuf Taktak’ın bana anlattığı bir anekdotundan aktarmak istiyorum:

Öncü Sanat sergilerinin dördüncüsünü AKM’de açmıştık. Her sergimizi yakından izleyen İKSV Genel Müdürü Aydın Gün de açılışımıza katılmıştı. Sergiyi inceledi ve bana dönerek: ‘Yusuf Bey bu serginizi gördükten sonra heyecanım giderek arttı. İnanıyorum ki artık vakıf olarak İstanbul Bienali’ni başlatabiliriz’ dedi.”

Ne denir ki, bu cümlelerden sonra… Birileri o sergilerde o kadar aşağılayıcı unsur görmeyi başarırken, diğerleri de Türkiye’nin çağdaş yüzünü değiştirecek, bienallere ışık yakan çıkış olarak algılamışlar. Hem de İstanbul Kültür Sanat Vakfı’nın genel müdürlüğünü yapan, çok önemli uzman insanlar bunu böyle yorumlamış. Düşünebiliyor musunuz? Allah korumuş da AKM çıkışında bir gün Aydın Bey, Gezi Pastanesi’nde Dr. Necmi’yle karşılaşıp, “Yahu genç beyefendiciğim, nedir sizin fikriniz bu ‘Öncü Sanat’ sergileri hakkında?” filan diye soru yöneltmemiş! Elbette rahmetli Gün, Doktorumuzun laflarından etkilenmezdi ama… İnsan düşünmeden edemiyor, bir karşılaşsalar, belki bizim 1987 İstanbul Bienali filan güme gidecekmiş!

BERAL MADRA VE ALİ AKAY DA

DOKTORUN TEMİZLİĞİNDEN NASİPLERİNİ ALIYORLAR

Şu ana kadar, tabii ki bendeniz de aralarında olarak, Dr. Necmi’nin Türk sanatçıları hakkındaki incilerini okuduk. Özenle ve şevkle döşendiği agresif saldırı yazıları…

Halbuki şimdi, 10’ar yıllık dönemler halinde sanat ortamına bakış atmayı akıl etmiş, onda da sağ olsun, koca on yıllık dönemlerden bahsederken de aklına sanatçı olarak gele gele ben gelmişim. Yanlış anlamayın, tabii ki kendileri yine kötülük yapmaya çalışmak için adımı anmış, ama onu yaparken de yine beni fazlasıyla onurlandırdığını dahi anlamaktan aciz! Hani sözde varlığımı bile unutmuştu ya Dr. Necmi, 80’ler ve Yeni Dışavurumculuk’tan söz ederken? 80’ler yetmemiş, 90’ları da “üstüme yapmış” kendileri. Yanıma da aynen benim gibi alınlarına kötü “aura” yapıştırmaya çalıştığı iki küratör koymuş.

Bugün Bedri Baykam, Beral Madra ya da Ali Akay’dan konuşulmuyorsa, onların yerini günümüzde alan isimlerin de on yıl sonra hangi kaderi paylaşacaklarını az çok biliyoruz” 29.02.2012

Kader işte… Herkesin Dr. Necmi kadar ölümsüz olma şansı yok tabii. Bizler (Madra, Akay ve ben) koca 90’lara damgamızı vurmuşuz, o yıllarda hep bizden söz ediliyormuş. Ama işte şimdi artık bizlerin adı dahi geçmiyormuş. Güler misin, ağlar mısın? Beyefendi bunları yazarken, ben İstanbul, Paris, New York, Berlin hatları arasındaki sergilerimde her detaya yetişebilmek için sekiz olmuş durumdaydım. (Bir yıl sonra gelecek olan BoşÇerçeve kasırgası da filizlenmeleriyle proje olarak önümdeydi bile…) Madra ve Akay da en yoğun faaliyetlerle yüklü yıllarını yaşıyorlardı.

Neyse, geçelim… Beral Madra ve Ali Akay ucuz atlatmışlar Doktor raporunu. “Hiç konuşulmayan” kişiler olmuşlar ya, o kadarcık da oluversin işte…

VASIF KORTUN VE ZEYNEP YASA YAMAN’IN “YAMUK PERSPEKTİFLERİ” (!)

Salt ve Van Abbe Museum ortaklığında hazırlanan ‘Modern Zamanlar’ sergisi, Modernizm’in Batı Avrupa ve Türkiye’deki serüveni üzerine hazırlanmış en savruk, en özensiz ve kavram kargaşasının en çok olduğu etkinlik olarak izleyende “tutmamış hamur” izlenimini uyandırıyordu. Zeynep Yasa Yaman ve Vasıf Kortun tarafından hazırlanılmış olan bu sergi, giderek “resmi görüşün” temsilciliğini üstlenen bu çok amaçlı banka galerisinde, kelimenin tam anlamıyla çalakalem hazırlanılmış, bir tür Modernizm’den intikam alma girişimiydi.”

Bakın elinizde tuttuğunuz kitap dahil, geçmişte ben de çok eleştirdim Vasıf’ı… Aramızda ciddi ideolojik ayrımlar oldu, egosunu eleştirdim vs vs. Ama hiçbir zaman kendisi hakkında “savruk, özensiz, kavram kargaşası” gibi cümleler kullanmak aklıma gelmedi. Çünkü Kortun’un ne kadar dikkatli ve özenli olduğunu, asla “çalakalem” iş çıkarmayacağını onu seven/sevmeyen herkes bilir.

Dua edelim de Dr. Necmi, Salt Galata’dan “resmi görüşün temsilciliğini üstlenen bu çok amaçlı banka galerisinde” diye söz ederken, Kortun’u fazla ima ediyor olmasın! Çünkü herhalde Kortun’a en son yapıştırılabilecek kimlik “resmi görüşün temsilciliği” olur, kendisini tanıyanlar da ne dediğimi çok iyi bilirler!

Bakalım Doktor, Kortun ve Zeynep Yasa Yaman hakkında başka hangi cevherlerini ortaya koymuş:

Serginin duvarına konulan levhaların birinde ‘Modern Zamanlar, sanat pratiğinin yaklaşık yarım yüzyıllık ufkuna dair küçük ipuçlarını bugünün yamuk perspektifinden izliyor’ gibi ironi yüklü bir cümle gördüm. Günümüz perspektifini yamuklaştıran, Kortun ve Yaman’ın numarası çok eskimiş olan gözlükleri. Oysa günümüzde tarihe, hele de yakın tarihe artık “çoğulcu” bir çerçeveden bakılıyor. Zaten bir Gestapo merkezini andıran bu binadaki sergi mekânında uzunca bir süre benden başka sadece güvenlik görevlileri vardı. Salona benden başka ziyaretçi uğramadı. Nefes almak için kendimi dışarıya zor attım ve Galata Köprüsü’nün Haliç kısmına bakan kahvelerden birine doğru yürüdüm. Süleymaniye’ye buradan bakmayı çok severim. Çukurcuma’dan aldığım basılı malzemelerin olduğu torbayı açmaya başladım ki, eski bir derginin içinden katlanmış olarak Yaprak çıktı. Buruş buruştu ama ön kısmında Abidin Dino’nun kaleme aldığı bir yazı (1949, Yıl 1, Sayı 12) zar zor da olsa okunabiliyordu. Billur gibi bir Türkçeyle sesleniyordu Abidin: ‘Aslına bakarsanız biz yeniler eskilerden ancak şekilde ayrıldık. Özde ise eski tas eski hamam. Tanzimat’tan bu yana kendi kendimizi aldattığımız yeter. Yeniliği özde bulmadıkça bütün çabamız boş. Özde yenilik olmadıkça şekil yeniliği nemize gerek’”

Dikkatinizi çekti değil mi? Çok yaratıcı bir metafor!

Son Abidin Dino seslenişine gelince… Vallahi kanım dondu! İşte bu tam bir ilâhi ses! Bakın, sırf bu makalemin sayfalarına sığacak onca sanatçı, onca grup sergisi, onca küratör, onca yazar, onca ben (!) gözünüzün önünde çöpe gidiverdi Doktor eliyle! Şu ilâhi kaderin cilvesine bakın ki, gaipten o anda “tesadüfen” gelen sesle Abidin Dino, Dr. Necmi’yi ömrü üstünden olumlayan o inanılmaz cümleleri sanki onun için sarf etmiş. Herhalde Dr. Necmi kahvesini yudumlarken Abidin Bey’in -hatta ona seslenen Nazım Hikmet’in de- sesini duymuştur!

İŞ BANKASI VE KIYMET GİRAY DA DR. NECMİ’DEN RAPOR YİYORLAR

Dr. Necmi’nin herhalde kendine güzel bir yol açabilmek için, yerle yeksan etmeye çalıştığı kişi ve kurumlar arasında İş Bankası Yayınları’ndan çıkan, Kıymet Giray’ın “Çallı ve Atölyesi” kitabı var.

Şimdi bakın, Dr. Necmi dahil, kimse her kitabı beğenmek zorunda değil. Herkes övgü yazısı yazmaya da mecbur değil. Tabii ki isteyen -her ne kadar sanatsal kitaplar bu ülkede çok büyük zorluklarla finanse ediliyor olsa da- bir kitaba ciddi eleştiriler de getirebilir. Ama bir seviye vardır. Bir saygı vardır. İçerikle ilgili eleştiri yaparsanız, varsa maddi hataları belirtirsiniz (Bknz. 25 yıllık tarihsel kayma!), ama kelimelerinizi dikkatli seçersiniz. Sonuçta aynı sanat ortamında er geç karşınıza çıkacak, başka bir ortamda işbirliği veya sohbete mecbur kalabileceğiniz meslektaşınız veya o bölgeden insanlarla berabersiniz. Ama hayır, Doktor’un duyarlı olmak adına bir çabası yok. Kendisi nerede eline bir greyder geçirse, dümdüz ormanı yıkarak kendine yol açmayı tercih ediyor.

Birlikte okuyalım, Dr. Necmi bu kitabı ameliyat masasına aldığında, neler söylemeye cüret etmiş: Önce bu tip kitaplar hakkında bir genel giriş: “…gerek yapıtların röprodüksiyonlarında gözlemlenen yetersizlik, gerekse yer yer komik ve yer yer içler acısı önsözlerle metinlerle birlikte yayımlanan bu kitapların zayıflıklarını bir çırpıda ortaya çıkarmaktadır.” Sonra da Doktor, spesifik olarak Kıymet Giray’ın kitabını hırpalamaya başlıyor. “…bırakın araştırmayı, sadece gereksiz anekdotlarla donatılmış” Sonrası mı? Okuyun, bir paragrafa kaç adet gölgeleme, kötüleme melaneti bulaştırılabilir:

….çünkü tarihi fotoğrafların içeriğini altüst eden bu eğilimi şimdiye dek hiçbir yayında görmedim.”

…eğer kendisi arşivlere girmeye meraklı olsaydı, başka konuları araştırması gerekirdi. Bu bölümün sonu ise tam anlamıyla bir fiyasko!”

….kitabın bu ana bölümü, yazarın konusunu ne denli ciddiye aldığını da kanıtlıyor. Kitap bunu nasıl olsa kimse okumaz savrukluğuyla kaleme alınmış.”

Ancak Giray sağda solda daha önce başka yazarlar tarafından ele alınmış konuları, bir güzel yağmaladıktan sonra başlıyor saçmalamaya ve 118. sayfada ‘Türk resim sanatının gelişim hamleleri arasında Çallı ve sanatı çok önemlidir’ önyargısına varıyor”

…Çallı’nın resimlerinin temalara göre gereksiz biçimde uzun uzun ele alındığı altıncı bölüm ise ipe sapa gelir hiçbir yanı yok!”

Yeter, daha ne ekleyebilirim ki? Kullanılan dil, tanımlamalar, aşağılamalar ne yazık ki bu seviyede. Ama durun! Dram burada bitmiyor.

Bu ölümcül teşhisi, bu saldırı metniyle (“Sanat Tarihinin Saplandığı Bataklıklar”) döşeyen Dr. Necmi bununla yetinecek kadar pasif ve sabırlı olmayabilir. Kıymet Giray’ı hedef tahtasına oturtarak zehirini akıttığı yazıyı, tesadüflere terk etmeyebilir… Çok daha hedefe kilitli bazı mevki niyetleri söz konusu olabilir mi şeklinde iddialar varmış… Aşk olsun nereden çıktı bunlar! Aklı başında, kendine güvenen bir eleştirmen, hiç bunlara tenezzül eder mi?

Anlaşılan İş Bankası, bu çıkışları ciddiye almamış, ama bir başka bankamız Yapı Kredi, maalesef onun kendini iyi sunduğu bazı anlardan etkilenmiş ki, bu kitap yayınlanabiliyor veya beyefendi orada kimi sergilerin küratörlüğünü yapabiliyor!

Bu arada Fransızların ünlü bir deyim vardır: “le combat se termina, faute de combattants”, yani “Savaş bitti, çünkü savaşacak kimse kalmadı.”

Dr. Necmi de Beral Madra’yı, Vasıf Kortun’u, Kıymet Giray’ı, Ali Akay’ı, beni, onu, şunu, bunu kendi hayal dünyasının senaryolarında nakavt ettikten sonra, nasıl olsa artık meydan ona kalmıştı ve istediği yere konabilirdi (!)

DOKTOR KURUMSAL REÇETE DE VERİYOR MU?

Bundan dört yıl önce ne oldu biliyor musunuz? Ünlü Skira Yayınevi, benimle ilgili bir kitap yayınlamaya karar vererek temas etti ve Genel Koordinatörüm Öykü Eras ile uzunca bir zaman bu yayının hazırlıkları ile uğraştık.

Sonra 2015’de katıldığım Venedik Bienali için İtalya’dayken, Skira’dan dosyamızı takip eden yetkili ile görüştük. Her şey normal yolunda ilerlerken, o görüşmemizden sonra, Türk eleştirmen Necmi Sönmez ile buluşacağını söyledi. Öykü ile birbirimize baktık. 4-5 gün sonra Skira’dan bir e-posta geldi. Özetle kendi teklifleriyle geldikleri benim kitap projemin, Skira yayın kurulu tarafından “seçilemediğini” bize tebliğ ediyordu.

Şaşkınlığımızı ifade eden bir yanıt verdik ve Sönmez görüşmesinin bu durumla ilişkisi olup olmadığını sorduk. Bu e-postaya aldığımız yanıt, yine kitabın yapılamayacak olmasından dolayı duydukları üzüntüyü gündeme getiriyordu ve Sönmez konusu hakkında tek satır yoktu! Yani Skira “böyle bir etki yaşanmıştır, yaşanmamıştır, ne alakası var?” şeklinde tek bir kelime etmiyordu. Ha siz bana mı soruyorsunuz? Ne alakası var canım? Bence Öykü’nün Dr. Necmi konusunu Skira’ya sorması çok gereksizce olmuş! Nereden çıktı, bu saçmalık? Dr. Necmi saman altından su yürütmez! Onda hiç hırs, saldırganlık, dedikodu gibi saçmalıklar öne çıkabilir mi? Mümkün değil! Asla! Kendisi sade ve çalışkan bir sanat tarihçiden ibarettir. Başkaları ile işi olmaz. Kendi olumlu projelerine yoğunlaşan bir sanat yazarıdır o! Skira yanıtı, tamamen şanssız bir zamanlama rastlantısından ibarettir.

Söylemeyi unutuyordum, Dr. Necmi, hünerli kollarını bir de önemli bir holdingimizin sanat-kültür kurumuna uzattı. Orada üst üste sergiler düzenlemeye başladı. Beraber nice ortak projeye imza atmış olduğum, sanat, sanat kitapları ve müzik dallarında özellikle öncü ve mükemmeliyetçi ve saygın bir kurumdan söz ediyoruz. Yine şu tesadüfe bakın ki, Dr. Necmi, o bölgeye giriş yaptığından beri bu kurumla neredeyse ilişkimiz kalmadı, adını ancak ekonomi dergilerinde görür olduk. Ama lütfen kesinlikle art niyet aramaya kalkmayın. Bunlar da bir zamanlama tesadüfünden ibarettir. Aksini söyleyen, kötü niyetli, ön yargılı bir ruha sahiptir. Dr. Necmi, bilim, ilim, irfan ve tarih adına çalışmalar yapan, hırssız, kitaplar yazan, sergiler düzenleyen fevkalade bir aydındır! Vicdanlı olalım! Türk sanat, ekonomi ve edebiyat ortamına duyurulur.

Kendisine son Ai Wei Wei açılışında rastladığımda, o ortam yeri olamayacağından (tüm bu konuları karşılıklı konuşabilmek için) sanat merkezime gelmesini rica ettim. Ertesi gün İstanbul’dan ayrıldığını bildirdi. Hiç mi dönmeyecekti acaba? O anda “belki yazılı iletişim daha iyi” diye düşündüm ve kendisine iyi seyahatler diledim. Kim bilir, ne kadar yoğun bir yazışma-çizişme ve telefon trafiği içinde olacaktı ertesi gün… “Bu kadar dolu bir adam zor bulunur” dedim kendi kendime… Ama neyle doluydu, onu çözemedim…