Ana Sayfa Art-izan Dünden Bugünden: Ateşin Zamanı…

Dünden Bugünden: Ateşin Zamanı…

Dünden Bugünden: Ateşin Zamanı…

Çağdaş seramik sanatının önemli temsilcilerinden Zehra Çobanlı D’art Galeri’de ‘Bende zaman dünden bugünden’ adlı bir sergi açtı. Sergide, farklı yıllara ait bir seçki sunan sanatçı, geleneği çağdaş bir üslupla birleştirdiği eserlerinde, Anadolu kültürüne, doğaya ve kadına göndermeler yapıyor. 28 Ekim tarihine kadar izlenebilecek olan sergide, seramiğin fonksiyonel yanını ötelemeden, hat sanatı yorumlarıyla birleştirdiği eserleri izlenebilir.

Pek çok ülkede seramik alanında araştırmalar yaptınız. Bu araştırmalarında neler gördünüz, edindiğiniz deneyimler nelerdir?

Teknik ve estetik açıdan bana çok katkı sağlayan ilk deneyimim 1986-1990 yılları arasında, batı ile doğu sanatlarının kesiştiği Avusturalya’da ,İlk defa yüksek dereceli stoneware, porselen sırları, astarları ve Raku yöntemi üzerine çalışma ve araştırma olanağı bulmam oldu. Pek çok sanat galerisi ve müze de sergileri izledim. Yurda döndükten sonra Anadolu Üniversitesinde göreve başladığımda edindiğim deneyimleri öğrencilerimle paylaştım. Bu konularda kendi hammaddelerimiz ile kendi yüksek dereceli sırlarımızı,astarlarımızı yaptım. Raku konusunda ülkemizde ilk çalışmalar yapıldı.Benim çalışmalarım renklendi, Avusturalya’nın güneşi, ışığı beni renkli, astarlar yaparak yüzeyde resimler çalışmalar yapmaya yöneltti. 1992-1993 yılları arasında Japonya serüveninde ise Şintoizm ve Budizm’in sanatı nasıl etkilediğini izledim. Sanatçıya ve sanata verdikleri önemi gördüm. Bu süre ardından çalışmalarım sadeleşti. 1997 yılında başlayan Çin gezilerim seramiğin pişirme,betimleme olanaklarının zenginliğini yakından izlememe olanak verdi. Köklü seramik geçmişlerini onlarca müze ve seramik merkezinde araştırmama olanak sağladı. Bu geziler ardından Uzak Doğu seramikleri hakkında pek çok makale,bildiri yayınladım. Edindiğim deneyimler ile yıllarca seramik eğitimine katkı sağladığım Anadolu Üniversitesinin de doğu ile yakınlaşmasını sağladı. Tarafımdan pek çok kurum ile değişim anlaşmaları imzalandı. Ne mutlu ki ilişkiler hala devam ediyor. Belki bu deneyimlerden en önemli olan nokta da çok yakından tanıma fırsatı bulduğum uluslar arası seramik dünyasında kendimin nerede olduğunu anlamak, kendimi anlatma olanağı kazanmam, eserlerimin yurt dışında tanınması ve müzelerde yer almasıdır.

Türk seramik sanatını dünyada nereye konumlandırıyorsunuz?

Günümüzde Türk seramik sanatının bulunduğu konum çok önemsiyorum. Seramik sanatçıları kendi olanakları ile yurt dışına açılmakta, pek çok yarışmada ödüller almakta,bienallere katılmakta,eserleri müzelere girmekte,pek çok sergi, sempozyum ve çalıştaylara davet edilmektedir. Ancak ülkemizde hakkettiği önemin verilmediği kanısındayım. D’Art Sanat Galerisi gerçekten fedakarlık yaparak yolculuğuna seramik ile devam ediyor, çabalarının desteklenmesi gerekli. Koleksiyonerler seramiğe çekimser bakıyor, galericiler seramik sergilemek istemiyor. Örneğin benim eserlerim Japonya’dan Amerika’ya pek çok özel ve kurum koleksiyonda yer alıyor. Yurt dışından eser alan sanatseverler beni buluyor. Ne yazık ki ülkemizde bizlerin olağanüstü çabalarına rağmen durum çok iç açıcı değil. Kültür bakanlığının bu konuda kapsamlı desteği çok önemli, belki bir gün o da olur.

Seramik sanatımızın Türkiye’de son 20 yıllık yolculuğunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bu süre içinde çok yol alındı; ilk defa Prof. Beril Anılanmert’in çabalarıyla 1990 yılında Uluslararası seramik akademisi (IAC) İstanbul’da toplandı. İzmir’de Prof. Sevim Çizer uluslararası çalıştaylar yaparak ülkemize pek çok yabancı sanatçı davet ederek uluslar arası bir değişimi başlattı.Ben 1997 yılından sonra Japonya’da uluslararası seramik eğitimi ve değişimi derneğinin (ISCAEE) kurulmasında bulunarak bu kanalla genç meslektaşlarım ile özellikle Çin,Japonya ve Kore gibi uzak doğu ile değişime devam ettim. Pek çok sanatçıyı davet edip, pek çok öğrenci ve meslektaşımın yurt dışına gitmesine fırsat verdim. Yetiştirdiğimiz öğrenciler yeni bölümlerin kurulmasında yer aldı, seramik alanında pek çok kitap yazıldı, etkinlikler yapıldı. Eskişehir’de Toprak sempozyumu, Hacettepe Üniversitesinde yapılan Maksabal gibi diğer pek çok sempozyum seramik sanatçılarının ve eğitimcilerinin aktif olduğunun göstergesidir. Ama hala sorun var, galeriler seramik sergileme konusunda istekli değiller.

D’art Galeri’de açtığınız serginiz, farklı yıllardan bir seçkiyi sunuyor. Bu serginizdeki eserleri neye göre bir araya getirdiniz?

Anadolu’da yaşamak ve sanat üretmek çok zor. Gözden ırak oluna gönüllerden de uzak olunuyor galiba. Bu nedenle İstanbul’da bazı çalışmalarımı sergileme olanağı bulamamıştım. Bu sergiyi bu nedenle çok önemsedim, farklı yıllarda yaptığım çalışmalarımın dört farklı kesitinden oluşturdum. Amacım kendimi daha iyi anlatabilmek ve izleyicinin bani daha iyi anlamasını sağlamak, statik olmadığımı vurgulamaktı.

Sizin sergilerinizde genel olarak bir objenin çoklu tekrarı yer alıyor ki bu serginizde de izliyoruz. Bu tekrarların amacı sadece estetik mi yoksa kavramsal bir vurgu da söz konusu mudur?

Hem estetik,hem de kavramsal vurgu önemli benim için. İfade etmek istediğim öykümü tekrar ile güçlendirmek istiyorum. Seçilen tekrar sayıları tesadüfi değil. Çoğu zaman geleneğimizde anlamlı rakamlar,yedi ve kırk gibi, bazen katları. Kadına dair, yaşama dair,doğaya dair, barışa dair söylemler, deyimler tekrarlar ile daha güçleniyor.

Bu serginizde eserlerinizde kullandığınız renkler ağırlıklı olarak beyaz, mavi ve yaldız. Bu seçiminiz ve sanat objeleriyle bir araya gelirken ki seçimlerinizde neyi ön plana alıyorsunuz?

1997 yılında “Tuğralar” sergimde mavi çalışmaya başladım. Bu renk geleneğimizdeki İznik çinilerinden etkilendiğim için seçtiğim renk idi,barışın,sonsuzluğun,sevginin rengi,romantizmin rengi. Yüzeysel alanlarda kullandığım mavi sonra çamurun içine girdi, geliştirdiğim mavi çamur ile çok keyif aldığım, çok özgün bulduğum, dünya müzelerinde yer alan gerçekten biricik eserler yaptım. 2006 yılında “White-Light-Diet”konulu bir sergi hazırladım. Bu sergide özellikle saflığın,asaletin,huzur ve güvenin , istikrarın rengi beyazı seçmiştim. Altının aydınlanmanın,bilgeliğin, denge ve gücün ,kutsallık niteliğinin sembolü olduğu söylenir. Eserlere değerlilik, zorlukla erişebilir olma,mükemmellik ,zenginlik anlamını katar.Kullandığım renklerin, şekillendirdiğim objelerimi daha anlamlı kıldığımı düşünüyorum.

Konsept ağırlıklı çalışan bir sanatçısınız. Neye göre konseptleri belirliyorsunuz?

Bugün her ne kadar globalizm’den çok konuşuluyorsa da ben evrensel olabilmek için eserlerimizin yaşadığımız topraklardan, lokal ve geleneğimize ait ipuçlarından, kültürümüzden izler taşıması gereğine inanıyorum. Bizleri farklı kılan özelliklerimizin sanatımıza aktarılmasının özgünlüğümüzü yakalamada bir fırsat olduğunu düşünüyorum. Özümüzden ayrılmadan, geleneği, eskiyi kopya etmeden,ip uçları,semboller ve vermek istediğimiz mesajlarla özgünlüğe ulaşmak fikri bu güne kadar kullandığım yöntemdir. Çevremizde beni etkileyen her olay, kendi yaşamım, kadınlara dair öyküler, deyimler benim hikayelerimi oluşturuyor. Yaptığım her çalışma tesadüf değil,hepsinde uzun süren araştırma, tasarlama ve oluşturma evreleri olan uzun soluklu işler.

Kimi zaman kurgu hikayeler de yer alıyor mu?

Yok, kurgu hikayeler yer almıyor.

Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı?

1980 yılından beri aralıksız üretiyorum, çalışıyorum. Sürdürilebilir sanat ,sanatçı açısından hiç kolay değil. Büyük bir fedakarlık, özveri istiyor. Oğlum “Seramiği her şeyden çok sevdin anne “ dedi, bir an öylece kaldım ve düşündüm. Demek ki farkında olmadan onları ihmal etmişim. Umarım emeklerimizin karşılığını daha keyifle alacağımız günler yakındır.

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl