Ana Sayfa Litera Düşünsel Bir Empati Şiiri Olarak Akla Çarpan 

Düşünsel Bir Empati Şiiri Olarak Akla Çarpan 

Düşünsel Bir Empati Şiiri Olarak Akla Çarpan 

“Gelecek kuşaklar da akılla şiir arasındaki uyumu yeniden tesis etmek durumundadır. Onları birbirine karşıt göstermeye, ortak kökenleri üzerine bir edep örtüsü atmaya devam edemeyiz. Kendinden bu kadar emin olan ve bilinçdışı dayanaklarını genelde hiç kale almayan akılcı düşüncenin bilinçle bilinçdışını, hayalle gerçekliği keyfi olarak birbirinden ayırmasını eleştirmeliyiz.”

Bu sözler Fransız sürrealist şair Benjamin Peret’ye ait. Nihat Ateş’in “Akla Çarpan” adlı şiir kitabının başlangıcında yer alan üç alıntıdan biri… Peret burada akılcı düşünceye karşı bir tutum içindeymiş gibi görünüyor. Ancak burada kastedilen akılcılık, irrasyonalizmin karşıtı olan akılcılık, yani gerçekçilik değil. Tersine hayalle gerçekliği keyfi olarak birbirinden ayıran, insanın iç dünyasına, zihinsel yetilerine yapay sınırlar getiren görüşler var şairin hedefinde.

Şiiri düzenden yoksun, hayata temas etmeyen duyguların dışa vurumu olarak görenlerin ya da didaktik düşünceleri dizelere dökmenin şiir için yeterli olduğunu sananların aksine Peret, öznenin tüm zihinsel işlevlerini hesaba katan bütüncül bir gerçekçiliği dile getiriyor.

Nihat Ateş de kitabının adını “Akla Çarpan olarak belirlemekle daha ilk adımda kendini bu sorunsalın içine atmış oluyor. Şimdi sözünü ettiğimiz bu sorunsalın arkasındaki konuyu biraz daha netleştirmekte yarar var. İnsanlık kendini bildiği andan başlayarak çevresindeki dünyayla zorunlu bir ilişki içine girmiş ve kazandığı zihinsel yetilerle dünyayı, hayatı, çevresini kuşatan gerçekliği çözümlemeye çalışmıştır. Bunu yaparken de karşılaştığı olgulara birtakım anlamlar yüklemiştir doğal olarak. İnsanın gelişim süreci içinde gerçekleşen bu çaba giderek ayrımlaşmış ve akılla belirlenen anlamların gittiği yol felsefeye ve bilime, duyguyla gerçekleşenlerinki sanata, sezgiden yola çıkanların yolu ise gizemci öğretilere ve aynı zamanda sanata ulaşmıştır. Bu tanımlamalar çağlar boyunca neredeyse hiç tartışılmadan geçerli kalmış ancak günümüze yakın sayılabilecek tarihsel dönemlerde, hayatın gitgide karmaşıklaşmasının ardından yetersiz kalmaya, tartışılır olmaya başlamıştır. İnsanın evreni ve kendisini daha iyi tanıması, hayatın yeni dinamiklerine eskisinden farklı anlamlar vermeyi zorunlu kılarken sözü geçen tartışma da ilk verilerini ortaya koymuştur.

Kültür, insanın hayatı anlama çabasının genel adıysa; felsefe, bilim ve sanat olarak kollara ayrılmış olsa da içinde yaşadığımız evrenin bölünmez ve bütünlüklü bir sistem olarak davranmasıyla bizim yüzyıllardır süren tanımlarımız ne kadar uyum içinde? Hayat en küçük parçayla en büyük bütünün sonsuzluğunda bir uyum sergilerken, bilimi sadece akılla, sanatı sadece duygularla sınırlamamız, evrenin gerçekliği yanında ne kadar gerçekçi? Ulaştığımız her yeni bilgi bu konunun yeni kanıtlarını sergilerken, bizim felsefe ve bilim akılla, sanat sadece duygularla yol alır, dememiz, donanımlarımızı eksik bırakmaz mı?

İşte bu sorular böyle sürüp giderken, çağını toplumbilimden daha iyi açıklayan sanat

yapıtlarının ortaya çıkması ve bunun yarattığı çalkantı yetmezmiş gibi, kuramlarıyla bize yeni bir evren anlayışı kazandıran Albert Einstein günün birinde şu mealde sözler söyledi: “Ben farkına vardığım bir sorunu önce düşünürüm, sonra sezgisel ve duygusal bir sıçramayla çözümlerim ve en sonunda da ona bir düzen veririm. Kuramlarım hep böyle doğmuştur.” Bu sözün üstüne bu tartışma bağlamında başka söze bence gerek yok. Ancak dünyanın büyük bir bölümü hala birinci görüşe uygun düşünüyor ve eyliyor. Bu da bizi ister istemez tartışmanın içinde tutuyor…

Bu kadar açıklamanın getirdiği bu noktada artık bir şeylerin akla çarpma zamanı:

bir dolmakalem gibi

kullanıyorum aklımı bugünlerde

beyaz ince pelür bir kağıt olmuş içim

değdikçe dağılıyor

kocaman mavi bir leke

Yukarıya alıntıladıklarım, kitaptaki ilk şiirin başlangıç bölümleri. Şiirin adı da:”Her Şeyi Akıtan Bir Dolmakalem Başlattı“. İlk iki dizeyi atlayarak ikinci bölüme başlarsak, anlatıcının şair özne olduğunu ve bir pelür kâğıtla özdeşlik kurduğunu düşünebiliriz. Ancak Nihat Ateş, ilk iki dizede perspektifini, bütün kitap boyunca sürecek olan yöntemini duyuruyor bize. Bu şiirde anlatıcı bir dolmakalem, diğerinde bir pencere, sonra da bir fotoğraf makinesi…

bir pencere gibi kullanıyorum aklımı bugünlerde

sabah güneşine açıyorum kanatlarımı

aydınlanıyor köşe bucak

Her şeyi bir dolmakalemin başlattığını en baştan okuruyla paylaşan Ateş, anlatıcı

öznenin her şiirde değiştiği bir içsel yolculukta onlara refakat ediyor.

Anılar Saniyelik

Boynunda bir fotoğraf makinesi böyle bağırıyordu şipşakçı

Eminönü’nde balık-ekmek yiyenlere ve yiyeceklere…

bir fotoğraf makinesi gibi

kullanıyorum aklımı bugünlerde

pozlarını vermiş bütün hayatlar

bir sen yoksun içinde

Hazır eski kuralları hiçe saymaktan söz açmışken, tam bu noktada ben de standart eleştirmenlik düsturunu (Eleştirmen duygularını işe karıştırmaz.) hiçe sayarak bu şiirin

bende özel bir yer edindiğini söylemeliyim. Kişisel bir yaklaşım?.. Olabilir… Estetize

edilmiş içselliğin salt toplumsal olduğunu kim savunabilir ki?

Düşünmeye devam ederken ve estetikten söz açmışken, hocam İsmail Tunalı’nın felsefi estetik derslerinde sanat yapıtına bakışımızı açıklarken önemle üstünde durduğu bir kavram aklıma geliyor: Einfühlung. Sözcük Almanca, İngilizcesi emphaty, TDK’nın bulduğu karşılık ise özdeşleyim. Empati okunuşuyla, günlük dilde de sıkça karşılaştığımız bir kavram. Ancak günlük dile doğal olarak anlam daralması yaşayarak geçmiş. Estetik disiplinindeki anlamı kabaca şu: Bir varlığı algılarken ona çeşitli duygu anlamları yükleriz. Yalçın kayalar, coşkulu bir deniz, bunaltıcı bir ev… Oysa bunun gibi özellikler varlıklara ait değildir. Biz kiçimizdeki duygu ve ruh hallerini varlıklara yükleyerek onlarla duygusal-tinsel bir özdeşlik ilişkisi kurmuşuzdur. Bir anlamda kendimizi kendi dışımızdaki bir varlıkta gerçekleştirir, kendimizi onda yaşarız.

Bunlar Akla Çarpan’da izlenen poetikanın bir bölümünü açıklayıcı nitelikte görünüyor. Farklı olan şu ki Nihat Ateş, şiirlerindeki anlatıcı varlıklara önce düşünsel bir yönelimle yaklaşıyor ve sonra da onların gözünden hayata bakıyor. Bu bakışta duygusal ve düşünsel öğeler birlikte ilerliyor ve sonuçta estetize edilmiş bir yaşam gerçekliği çıkıyor karşımıza.

bir uzun yol otobüsü gibi aklım

pencerede kelebek

koridorda asker

sanki mola bitmiş

yola düşmüşüm

bütün yolcular uyuyor içimde

Kör Kelebek ve Asker adlı şiirin son bölümü… Burada ilk dikkatime çarpan şey, anlatım biçiminin yani retoriğin kendine özgü bir içerik oluşturması. Belirtmeliyim ki bu tamamen şiir sanatına kişisel bakışımla ilgili bir sınıflandırma. Şöyle açıklanabilir: Tüm sanat ürünleri gibi şiir de belli ve önceden tasarlanmış ya da duyumsanmış bir içeriğe uygun biçimler arayarak yola çıkar. Uygun biçime ulaşan sanatçı başarılı bir yapıt ortaya koymuştur. Evet başarılıdır ancak genelgeçerdir bu. Bana göre, başarılıdan daha üst nitelikli sanat yapıtları vardır ki onlar daha önce hiç dile getirilememiş bir içeriği özgün bir biçimle kurgular ve görünüşe çıkarırlar. Bunun bir adım ötesi de o güne dek hiç düşünülmemiş, kimsenin aklından geçmemiş bir içeriğe biçim veren yapıtlardır ki bu, çığır açmak anlamına gelir.

Son alıntıdaki ilk dört dizenin ardından, “bütün yolcular uyuyor içimde” dediğiniz zaman, kendi içeriğini dışa vuran özgün bir anlatıma varmışsınız demektir. Buna benzer fragmanlar ve şiirler, kitabın içinde ilerlerken başka yerlerde de karşımıza çıkıyor.

korkarak çürümüş tahtalarım

ve eprimiş iplerimden

bir tek sen kaldın öte yanımda

İp Köprü adlı şiirden…

işte sabahı bekleyen bir pencereden sarkıtılmışım

gün doğmamış da oracıkta kalakalmış

kararsız ayak iziymiş gibi

çıkmış ve inmeyecekmiş gibi

inenler hiç gelmeyecekmiş gibi sanki içim

İp Merdiven’den…

Örnekler çoğaltılabilir. Ama şimdi Akla Çarpan şiirlerinde karşıma çıkan başka bir özellikten söz etmek istiyorum. Okuma sürecinde, harmonik bir dinginlikle kaotik bir gerginliğin bir arada ilerlediği duygusuna kapıldım. Üzerinde kafa yorunca bu durumu bir ölçüde açıklayan veriler çıktı karşıma.

öylece gelmişim geçmişe

toprağa değmiş bakışlarım

Salınım-1 adlı şiirden aldığım bu örnekte “ş” sesleriyle algılanan bir aliterasyon göze

çarpıyor ki buna başka şiirlerde de rastlıyoruz: harmonik doku.

en son kim gitmişti buradan

hatırlamıyorum

bir tarih cildimi

çekip almıştı raflarımdan

zaman onda akıyor

bende durdu şimdi

Kuytu Kütüphanenin Rafları’nın son dizeleri bunlar. Bir yerlerde akıp giden zamanın başka bir yerde -içerde- durması gibi kontrastlar da söz ettiğim gerginliği besleyen unsurlar olarak göze çarpıyor. Buradan yola çıkıp bütüne varınca da uyumlu iç seslerin yarattığı melodik zemin ve dingin gidişi birdenbire kıran zıtlıklar… Kozmos ve kaos… Güzel ve çirkin, doğru ve yanlış, geçmiş ve gelecek… Hep birlikte yaşadığımız dünyanın, hayatımızın yasalarına denk düşen unsurlar. Onlar, çoğu zaman bizi bir seçim yapmaya zorlayarak hep karşımızdalar.

Nihat Ateş, Akla Çarpan’da hayata kendi elleriyle dokunmayı başarmış. Onu gerçekte olduğu gibi önümüze koyarken nesnelliğini; güzeli, doğruyu ve geleceği seçen tavrıyla da öznelliğini paylaşmış okuyanla. Şiirimizin ya da genel olarak sanatın tutunmaya çalıştığı uçurum kenarlarında güzel durmuş Akla Çarpan.

(*) AKLA ÇARPAN, Yitik Ülke Yayınları, 2013, 46 s.

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl