Ayşegül Tözeren, geçtiğimiz günlerde yayımlanan ilk kitabı Edebiyatta Eleştiri’nin Özeleştirisi’nde Türk edebiyatındaki eleştiri ortamını mercek altına aldı. Tözeren’in çalışması, öykücülüğümüzün özellikle 70’lerden bugüne kat ettiği mesafeyi… bu süreçte yaşadığımız siyasi ve sosyal değişimlerin öykülere nasıl yansıdığını popüler örneklerle ortaya koyması bakımından da kıymetli.

Son dönemde yayımlanan edebiyat eleştirisine dair kitaplardan tavrı ve tarzıyla kendine has bir yere konumlandırabileceğimiz çalışma, altı ana bölümde şekillenmiş. Bu bölümler, kesin çizgilerle bir sistematik barındırmasa da, konuya ilgili okurun Türk eleştiri geleneğinin son 40 yıla dair bilgilerini tazeliyor.

Edebiyatta Eleştirinin Özeleştirisi, özellikle sosyal medyanın gücü ve etkisiyle, eleştirinin neredeyse kişisel bir PR eylemi olarak algılandığı – eylendiği edebiyat ortamımızın silkelenip kendine gelmesi için de bir umut kaynağı olabilir.

Son yirmi yılda, eleştirinin birçok şey gibi nasıl yozlaştığı hepimizin malumu. Yazarların kendi kitabını pazarlayan plasiyerlere dönüştüğü, eleştirmenlerin de angaje entry’lerle birer imaj destekleyicisi ve algı yöneticisi haline geldiği durum, çok daha tavizsiz bir bakışı ve bu bakışın ürünü kapsamlı bir incelemenin konusu olabilir. Tözeren, bu dejeneratif ortamdan duyduğu rahatsızlığı, isimler de zikrederek duyarlı okurun yüreğini serinletecek yüreklilikte taşları gediğine koyuyor.

ELEŞTİRİ YAŞAMA DOKUNMAZSA…

Onlarca yıldır edebiyat dükalığının elitist isimlerinin neredeyse tüm edebiyat yarışmalarının gedikli jüri üyesi olduğunu, kendine ait yayınevi ve dergisi olan, birden fazla yayınevinin yayın kurulunda yer alan birinin eleştiri yapmaya kalkınca, nelerden nasıl etkilenebileceğini düşünmemizi istiyor Ayşegül Tözeren.

Ve eleştiri geleneğimizin dönüştüğü durumu eleştirmekle kalmıyor, onun nasıl olacağının standartlarını da veriyor;

Yaşama dokunmayan bir eleştiri metni, yaşamdaki pürüzleri fark edemeyeceğinden sahici bir eleştiriye yelken açamaz. Otoriterliğin tuzağına düşmek, bu yüzden tehlikelidir. Üst bakışla yaşamın detaylarını, kenarlarını göremezsiniz… ütopyasını öldürmeyenler için hep bir ihtimal daha var. O da özlenen, biat kültüründen uzaktaki edebiyat eleştirisidir… Eleştiri, düzene karşı bir direniş biçimidir.” (Eleştirinin Özeleştirisi, Sayfa 20)

Yani eleştiri hayata dokunacak, sahici olacak, biat kültüründen uzak olacak ve direnecek.

Sadece iktidara ve statükoya değil hayatın doğası gereği hayatın içine akın eden tüm yozlaşmalara, basitliklere de teslim olmayacak.

ÖYKÜ HAYVANI NASIL UYANIR?

Ayşegül Tözeren, kitabının “Ödül Kurumunun Özeleştirisi” adlı bölümünde, edebiyat ödüllerinin yeni yazarları destekleyecek ve teşvik edecek ortamı hazırlamaktan çok, yarışma sahiplerinin ve gedikli jüri üyelerinin hizmet ettiğini hatırlatıyor duyarlı edebiyat okuruna. Ardından ‘Öykü Hayvanını Uyandırmak’ başlığı altında zaten çok iyi bildiği alana el atıyor; öyküye ve öykü yazımına.

Yazarın, Necati Tosuner’in öykünün tanımı ve öykü yazmaya dair kimi değerlendirmelerine yer verdiği bu yazısı, sanki bir mini öykü atölyesi gibi.

AKIP GİDEN HAYATA TUTUNMAK

Kitabın ikinci bölümünün ilk yazısı Lethe Nehri’nde Su Analizi: 80’lere Bakmak, hem o dönemin eleştiri hayatına hem de o eleştiriler çevresinde Murathan Mungan, Mahir Öztaş ve Hakan Şenocak gibi öykü ustalarına odaklanıyor.

İlk anda aklına gelmeyenler için açıklamakta yarar var.

Lethe Nehri, Yunan mitolojisinde çağlayan bir ırmak. Ki, bu nehrin suyundan içen gölgeler lüp gitmiş ruhlar) dünyada yaşadıkları her şeyi unuturlarmış.

Edebiyatta Eleştirinin Özeleştirisi‘nin 70 ve 80’lere dair metaforik yüklü bölüm başlığı, hayata… hayatın dile ve öyküye yansıyan haline ve o sözlerin sahipleriyle birlikte hayat içinden akıp gitmesine dair birçok anlamı içinde barındırıyor.

Zaten devam eden yazısı ‘Edebiyatta Ertesi Gün’de de yazar, söz konusu yıllarda öykücünün günlük hayatın olağan akışında yaşadığı ani değişikliklerden nasıl etkilendiğini (mesela yazının kalem sahibine para kazandırmaya başlaması vs..), o günlerin ideolojik ortamının yazma ve okuma tercihlerini nasıl belirlediğini, yine ünlü yazarların bazı öyküleri üzerinden açıklamaya girişiyor.

EVCİLLEŞEN SÖZCÜKLER

Teknolojinin mutlak iktidarında değişen hayatın, edebiyatta yankısını bulmasından daha doğal ne olabilir?.. Bunda aslan payı hiç kuşkusuz, ‘aptal kutusu’ diyerek telin edilmesine karşın çoğumuzun hayatının merkezine bağdaş kurup oturan beyaz camdadır.

Ayşegül Tözeren’in, kitabının ‘Televizyon Çağında Hikâye Anlatmak’ adlı bölümünde yer verdiği bir saptama dikkat çekici. 12 Eylül Darbesi sonrası yazarlar üzerinde nasıl bir oto sansür mekanizması oluşturduğunun altının çizilmesi çok önemli. Çünkü bu oto sansür, biçim ve nüanslar değiştirerek günümüze kadar varlığını korudu. Hala bir biçimde oto sansür var ve daha uzun yıllar edebiyatın ensesinden ayrılmayacak gibi görünüyor.

Tözeren, bu bölümün bir ara başlığında ilginç bir tabir kullanıyor: Sözcüklerin evcilleşmesi!

Tözeren, özellikle her eve eşit biçimde sirayet eden televizyon marifetiyle söz sahibinin evcilleşme sürecini şöyle anlatıyor;

“Yazarların birçoğu camın ardından yazmayı tercih ediyordu. Ne sokağın tozunu duyuyor, ne fırtınanın gözüne bakıyor, ne sevgilisinin dudağına yapışabiliyordu metinde. Her şeyin arasında kalın bir cam vardı. Okur metinde o camın tadını hissediyordu. Artık sözcükler evcildi…” (Sayfa 57)

HAYDİ EDEBİYAT SELFİE’SİNE!

Dördüncü bölümün başlığı “Müebbet Edebiyat”, adının da çağrıştırdığı üzere, sadece ‘içeride’ değil ‘dışarıda’ da bir biçimde hüküm giymiş kalem ehlinin yaşadıklarının yazılarına nasıl ve ne ölçüde yansıdığının cevabını arıyor Ayşegül Tözeren.

Yazar, bu bağlamda Sibel Öz’ün derlediği Kıyıya Vuran Dalgalar ya da F Tipi Öyküler‘ini mercek altına alıyor.  Öte yandan müebbete hükümlü Murat Saat’in Ters Rüzgârlar adlı öykü kitabının serüveninden söz ederken kullandığı ‘edebiyat selfie’si tabiri, üzerinde düşünülmeye değer.

KISA BİR ÖYKÜ TARİHİ

Öykü eleştirisinin geçmişini incelediği beşinci bölümde Ayşegül Tözeren, öncelikle Türkiye öykü eleştirisinin geçmişinin üç noktada titreştiğini belirliyor.

* Sadece öykü değil tüm edebiyat eleştirisinin bir ‘gramer’ ve ‘dil’ meselesine indirgenmesi…

* Öykülerin içindeki tiplerin konuşmaması ya da çok az konuşması noktasında ele alınması.

* “Kısa / kıpkısa / küçürek / mikro öykü”nün edebiyat dergilelrinde sürekli dosya konusu yapılması. Bu akıma da birçok yazar, akademisyen ve eleştirmenin ayak uydurması. Buna mukabil, esas yapılması gerekenin ihmal edilmesi.

Son bölümünde Gezi şemsiyesinin koyağı altında yaşanan gelişmelerin değerlendirildiği Edebiyatta Eleştirinin Özeleştirisi,

ele aldığı konulara içtenlikli yaklaşımı ve özellikle cesaretiyle, edebiyat eleştirisi adına önemli bir adım.