“Kölelerin çoğunun akıllı, cesur ve hatta filozof olduklarına ilişkin yeterli kanıt vardır” Macrobius

Ezilenler, toplumsaldır/apaçıktır. Bir insan ezilen olabilirken bir diğer insan ezen olabilir. Ezilen sadece insan mıdır? Nerede bir trajik unsur varsa orada ezilme olduğu anlamına mı geliyor? Gizemli veya antik bir bilge, mesela Diyojen’in lambası karanlıkta kalmış köleleri gösterirken, köpek de “kinik”leri ifade eder. Ama Diyojen’i,  ezilen bir filozof kılan insanların acılarını hissetmesidir. Ya da daha da geriye gidelim Sokrates’in enigması çağlar boyunca süre gelen köleliğin dilidir. Deleuze, şöyle diyordu, “Nietzsche ve Felsefe”de, “Nietzsche, felsefeyi kölenin gözlerinden görmüştür”. Bundan çıkarabileceğimiz trajik olanın estetiğidir. Homeros’da ise, gözden düşmüş ve zayıf insanlar, hayvanlar, tanrılar, yarı/tanrılar sözde devinirler ama Hermes’in toprağında kucaklaşırlar. Sokrates öncesi tüm düşünürlerde ezilenlerin ruhun ateştedir. Hepaistos, kahin Apollon’nun korkulu rüyası Hepaistos! Tüm tanrıların, kılıçlarını, silahlarını yerin bin kat aşağısında yapar, Volcanus Ocağında. Ateşler içinde, bir topal tanrı Hepistos ezilendir.  Bu ateş aynı zamanda,  Heraklietos’un, Gogol’ün ateşidir. Gogol, bir delilik anında “Ölü Canlar”ın ikinci cildini şömineye atar, yakar. Gogol’ün ateşi “Palto”sundan önce gelir de kimse bilmez. Gogol’ü, görürseniz hesap sorun,  görebilirseniz eğer. Bizi, Ölü Canlar’ın ikinci cildinden neden mahrum bıraktın diye sorun, sorabilirseniz eğer. Heraklityen ateşi çağrıştırır tüm bunlar sevgili okur! Heraklietos derki, “Şu evreni, her varlık için BİR olanı, ne bir tanrı yaratmıştır, ne bir insan; hep o canlı bir ateş olarak her zaman vardı, vardır ve var olacaktır, belli ölçülere göre yanar, belli ölçülere göre söner”. Bu ateşden kimler çıktı derseniz eğer, verilecek cevap ve cevaplarımız çoktur emin olun. Parmenides, bir gün fikirlerini eleştirirken şunu der, “İnsanlar doğada birbirinden ayrı, birbirine zıt biçimler görürler. Bu biçimlere (morphe) ışık derler, karanlık derler; ışığı karanlığı, ateşle geceyi, iki ayrı vücut sanırlar”.

Halbuki hepsini bedeni bir bütünde var olurlar. Onlar önceden vardı insan onları müzik gibi keşfetti. Dionysos’un kulakları çınlasın.  Sokakta düşen çocuk, sarhoş Silenos,  kalkmak için bir bastona ihtiyaç duyunca o baston kiniklerden gelir. Tarihsel kategorilere sığmayacak derecede savaşların yıkımların meydana geldiği, Kantçı ahlak yasasının dışında ezilenler, hep etkilenen taraf olmuştur. Ezilenleri, ahlaka indirgemek, Kant’ın ahlakında “karar verme” mekanizmalarını erdemlere, göndermek sayılabilir buda tehlikelidir. İnsani dünyanın ezilenler sorunun, yok saymanın temelinde olduğu söylenebilir. Ezilenleri, ahlaki çerçeve almak Kant’ın işine gelirdi. Böyle bir meseleye temkinli yaklaşmak gerekir. Burada, ezilenlerin hangi tarihsel süreçlerin ürünü olduğu sorusu karşımıza çıkar. Filozof’un ‘ezilenler’i, ile Despot’un ‘ezilenler’i farklıdır, buna ek olarak da, bir Sosyolog’la, bir Edebiyat’çının ‘ezilenler’i aynı olmasa bile sanırım sorunumuz ortaktır. Ezilenler, kamusal alanda sıkışmışlığıyla, yalıtılmışlığıyla, yok sayılmışlığıyla anlaşılabilir. Antik Çağ’ın siyasal düzeneği birlikte köle sistemi karşımıza çıkar. Köle kampları, milyonlarca insanın ağır işlerde çalıştırılarak köleleştirildiği ceza mekanlarıdır. Bu kamplar, daha sonra Hitler’in 20.yy’da ölüm kampları olacaktır. Bu toplumsal diyalektiğin sıçrayışı ardında Antik çağ köle sisteminin ve dinin katı disiplinleri bulunur. Çalışmak, yaşamsal zorunluluğa tabi olmak demekti; sürekli, zora ki veya isteyerek bir gayretle hayatını sürdürme,(şimdiki zaman gibi), açlığını giderme gereğinden ötürü insanı köle haline getiren zorunluluğa, köle kampları içerisinde erişiliyordu. Zaten çalışmak ve hükmetme değil miydi ezilenleri ortaya çıkaran? Özgür insanın varlık koşuluyla, köle insanın varlık koşulu bir değildi o yüzden, bağdaşmayan sınıfsal ayrımların devamlılığı yönetme ve yönetilene bağlıydı. Sadece köleler çalışmazdı tabi, çobanlar, korsanlar, köylüler de çalışırdı. O yüzden,  Hannah Arendt’in belirttiği gibi, Antik Yunan veya Antik Roma’da döneminde çalışmanın sadece kölelere has olduğu için hor görüldüğü düşüncesi bir önyargıdır. Köleler çalışma yasasında ezilen durumunda olduğu için,  kurtuluş için, akıl yürütmüşler, temaşa etmişler ve hayatı idame ettirmeyi sürdürmüşlerdir.

Pudovkin, Ana, 1926

Yaşamsal faaliyetlerin kölece doğasından ötürü,  köleler varlığını ezilerek devam ettirebilmişlerdir. Başka bir deyişle, çalışmanın yaşamak için gerekli olduğu despotlar ve tiranlar tarafından kavrattırılmıştır. Egemenler ise bu durumlardan yararlanmayı iyi bilmişlerdir. Köleler’in çıplak bir şekilde ağır şartlarda çalıştırılması bir ezme yöntemi olmuştur. Ve köle aynı zamanda bir ezilen olarak yabancıdır. İnsanın bedeni (corpus) artık biyolojik yaşamdan azade, varoluş eylemi kısıtlanmış yabancı olarak karşımıza çıkar. Marx’ın tarihsel izleği önümüzde durmakta.  Bir olayın, bir sanat hareketinin veya bir devrimin ütopya hareketlerinin iyi anlaşılması için o dönemin siyasal, edebiyat, resim koşullarının iyi kavranması gerektiği kanısına bir şeyler daha katılmalıdır. O da, İnsani faaliyet alanlarına dair iç görülerimiz ezilenler ve yabancı için çok katmanlılık taşımasının önemi olmalıdır. Bu bağlamda, aşağı sınıf olarak nitelenen, “ezilen, yabancı” sınıflarının fikirleri o dönemin sembolik bakışlarını gösterir. Tabi ki, o çağın resminde, edebiyatında o sınıflardan çıkma baldırı çıplak tipleri öğreniriz. Edebiyat ve resim, romantik dönemde popüler olması tarihsel literatürün zenginliğiyle, içeriğiyle, yeterli sebep arayışı tarihsel verilerin kanıtlanabilirliği ile ilgilidir. Hakim sınıfa karşı durmaya çalışan/isyan eden/başkaldıran/dikilen ezilenlerin ifade alanı sanat olmuştur. Marx’ın, gene bir çift sözü vardır burada “İnsanlar kendi tarihlerini yaparlar ama kendi istedikleri gibi değil,  kendi seçtikleri koşullarda değil, geçmişin kendilerine sunduğu belli koşullarda yaparlar”. Bireyin kendi tarihi ve sınıfının temsilleri toplumsal yaşamın imkanlarında sınırlı olduğunda, ortaya bir tipin/tiplerin çıkması gerekir. Marx, bir gizil bir toplumsal tip veya tipleri ima eder gibidir. Söz gelimi, yabancıdır bu tip ya da ezilenlerdir. Birey ve bireylerin kendi tarihini ve kaçış noktalarını çizerken karşılaştıkları zorlukların içinde, söz söyleme ihtiyacı karşıt figürlere dayanır.“Ezilenlerin, baldırı çıplakların, aşağılananların, aç kalanların”, yok sayılan sınıfın kamusal alanda, pasif hale getirilmesi temsili sistemlerin bunalımını var sayar.  Romantizmin içinde, ezilenlerin fikirleri, duyguları nasıl kamu içerisinde cereyan ediyorsa, aynı şekilde dilde/edebiyatta vücut bulur. Ve denilebilir ki, “Ezilenler” ifadesi “yabancı”yla akrabadır.

Simmel’den okuduğumuz yabancı, Romantik Edebiyat’ta ezilenler olur. Bu minvalde, kent-taşra, zengin-yoksul, çirkin-güzel, kaba-kibar diyalektiğinde zuhur eden “deneyim” bireyin uyarlandığı sosyolojik ortamın varlığının göstergesidir. Baudelaire’in, bohem tipini  ezilen olarak okursak, aşağılanmış duyguların biçimleri modern (Geist) tinde bulunur.  Ezilenler ve yabancılar, daha çok 18.yy romantik edebiyatının bize gösterdiği, sert bir deniz fırtınasının şiddetini andıran hayattan tiplerdi. Aile dramı, bireysel acı, çocuk hayallerin çöküşe uğraması, bu edebiyatın kullandığı motiflerdir. Victor Hugo’nun, “Sefiller”i, (1862), tesadüf bu ya aynı tarihte, Dostoyevski’nin, “Ezilenler”i (1862), Balzac’ın “Kibar fahişeleri”, Gustav Flaubert’in, “Madam bovary”si. Daha sonra,   Emile Zola’nın, “Germinal”i, (1885) saymakla bitiremeyeceğimiz birçok ezilen külliyatı vardır. Charles Baudelaire, Victor Hugo’nun sefilleri için yazdığı önsözde(1); Hugo’nun şiirlerinin “merhamet” üzerine olduğunu söylerken, düşmüş kadınlardan yoksullara, aç gözlü insanların oburluğundan kurtulmak isteyen hayvanların sevgi ihtiyacına, vurgu yapar. Sefiller, bir acı tragedyasının içinde yoğrulan yoksul insanların, zenginler karşısındaki muhtaçlık romanıdır.  Victor Hugo, çamurlara batmış insanların, sıçrattığı hayatın sefalet çığlığını, “ezilenler”in resmini çizer. Hugo, romanın içinde bir ressam gibi çizgiler atar. Çizilen figürler, “yabancı”lardır. Sefiller’de, Jean Val  Jean, Küçük Gervias, Fantine ve nicesinin çığlığı zihinlere çalınır. Baudelaire’in dediği gibi, Sefiller, bir merhamet kitabıdır. Hugo’nun tarihsel epizodik sefiller kitabı/ yazını her ne kadar Baudelaire’in dediği gibi merhamete adanmışsa da, bir o kadar da ezilenlere adanmıştır. Tabi bu arada, Romantik resim geleneğinin tuvalleri boş durmaz. Emile Bayard’ın Sefiller için yaptığı gravür dokulu çizimleri, Cristobal Rojas Poleo’nun, “Sefalet”i, Albert Auguste Fourie’nin, “Madam Bovary’nin Ölümü”, Harald Slott Moller’in, “Fakir İnsanlar”ı…vb

Hakim sınıfa karşı durmaya çalışan/isyan eden/başkaldıran/dikilen ezilenlerin ifade alanı sanat olmuştur. Marx’ın, gene bir çift sözü vardır burada “İnsanlar kendi tarihlerini yaparlar ama kendi istedikleri gibi değil,  kendi seçtikleri koşullarda değil, geçmişin kendilerine sunduğu belli koşullarda yaparlar”.

Gustav Flaubert ise, Emma’nın burjuva ve orta sınıf arasında kalışını tipik bir bireyselliğin ezilişi ile betimler, Flaubert.  Emma’nın, baskının altında vicdan azabının getirdiği ağır yükle, bir ormanda kendini zehirlemesi ve ölmesi, duygusal çöküntüyle/ezilmeyle ilintilidir. Romantik resmin, felsefenin, edebiyatın neden böyle bir ‘ezilen’ mitologyası oluşturduğu sorulursa eğer, vereceğimiz cevaplardan belki de ilki; tarihsel olarak, toplumsal diyalektiğe bağlı olduğu ve hikaye arayışıdır. Germinal’de Catherine’i yabancı olarak ifade etmek pek yanlış sayılmaz. Çünkü modern tinin içinde, bu tipler kriz içindedirler. Bu minvalde Zola “Germinal” de, Fransız Kentsoylu’sunun yani, (burjuva) sınıfının hakim olduğu paranın altında ezilen insanı, sert bir edebiyat diliyle okurun içine işletir. Zola bir yabancıyı sefalete nasıl getireceğini iyi bilir. Bütün mizanseni, soğuğun içinden yaratır. Buna benzer betimlemeleri işleyen Zola, Germinal’in mahalle kurgusunda dip dibeliği, Simmel’in toplumsal tipleri için biçmiştir adeta. Zola’nın gerçekçi dilinin acının poetikasıyla, duygusal bir tip yaratma amacı taşıması göz ardı edilemez. “Sonunda dayanamadı, gömleğini de çıkarma gereğini duydu. En küçük kıvrımı vücudunu kesen, canını yakan bu giysi bir işkence haline gelmişti artık. Direndi, vagonu biraz daha itmeye çalıştı, ama yine doğrulmak zorunda kaldı. Bunun üzerine hızla belindeki ipi çözdü, gömleği çıkardı, öylesine yanıyordu ki, elinden gelse derisini bile yüzecekti, Çırılçıplaktı şimdi, acınası bir haldeydi, çamurlar içinde yuvarlanan zavallı bir sokak çocuğuna dönmüştü, böğrü ter içinde kalmış, karnına dek çamura batmış, dişi bir araba atı gibi didinip duruyordu. Dört ayak üstüne itiyordu vagonu” Emile Zola, Germinal, s.322Zola’nın, Catherine için bir  ‘ezilen beden’ biçtiğini görüyoruz. Zola, bir yabancının bedenini silik beden olarak, düşünür. Bedenin dayanıklılık ve sınırlarını zorlar.  Bu yüzden, Geriminal’de, yerin bilmem kaç metre aşağısında, açlık için insanlığından ve bedeninden vazgeçtiği bir acının yabancının temsili krizini okuruz. Antik Roma’nın kölelerinin madenlerde çalıştırdığı kampa dayalı çalıştırılma biçimini, 19.yy Fransa’sında, bir romanın karakterinde “yabancı” tipinin temsil edilişini okuruz. Aynı “aç” bırakılma ve “açlık”, iki toplumsal diyalektiğin yükünü taşıyan ‘işçinin’ ezilen olmasıyla bağ kurabiliriz. Diyebiliriz ki, dünya tarihinde zaten hep ezilen sınıflar olmuştur. Bu doğrudur fakat Zola’nın gösterdiği temsili kriz Catherine’in dışında, okurun zihninde işlediği (temsili kriz), ezilenlerin de aynı zamanda toplumsal tip olma durumlarıdır. Bu durum iki taraflıdır. Biri Catherine’in kendisi, diğeri de romanı okuyan bizlerizdir. Bizim ezilmemiz, zihinsel ve duygusal momentlerin yükselişi ile ilgilidir. Catherine ise, bedenini soyar, ondan vazgeçer, dolayısıyla kadınlık kimliği ezilir.Geldiğimiz nokta, Dostoyevski’dir.

K.R. Pomerantsev, “Christmas in the House of the Dead”

Eğer psikolojisizm olmayacaksa, Dostoyevski’nin dengesiz, düzensiz, sürgün yaşamı romanlarına sinmiştir. Dengesiz bir yaşamdan çıkacak olanlar,  ne yeri belli olan ne de gidecek yeri olan insanların halleridir. O’da böyle şeyleri, kızının ölmesini, sara oluşunu, Sibirya’da, kurşuna dizilecekken kurtulmasını, kumara saplantısını, romanlarına yedirir. Nasıl yedirdiği malumdur. Nefret’in, bir süre sonra sevgiye dönüştüğünü görürken birden; sevgi, nefret yer değiştirir. Böylelikle, ne sözün ne de duygunun yurdu, olur. Yani sözün yurdu yoktur dersek eğer Dostoyevski’nin anlatı diline kendimizi yakın bulabiliriz.  Sözün, nerelere gideceği belli değildir, bizi bir yerlere götüren, sözler vardır sadece. Mesela, (1868), “Budala”da, Prens Mişkin, belirsizliğin bedenidir. Çünkü Mişkin’de, Dostoyevski’nin kendisi vardır. Ama Mişkin’in içinde kendisi olduğu kadar, karakter tamamen Dostoyevski’dir. Prens, hem Mişkindir, hem de Dostoyevski’dir hem de değildir.  Daha fazlası elbette Mişkin’dir. Bu bir tekrarın temsilidir. “Ölüler Evinden Notlar”da, ağır ve kuvvetli portre tahlilleri kimliğin felsefesini yapar. 1860’da, “Ölüler Evinden Notları” bitirir, 1862’de “Ezilenler”i yazar.

“Seninle konuşmam gereken bir şey var…!”, “Yarın bana uğra, çok önemli bir konu hakkında konuşmamız gerek…!”, “Geleceksin değil mi?”, “Ah! Vanya, mutlaka gel. Ve bana bütün bildiklerini, ayrıntılarıyla anlat…!”. Nedir bu konuşulması gereken mühim konular? Dostoyevski’nin, “Ezilenler” ve birçok romanında bunlara benzer tümceleri, karakterler üzerinden sonuçlandırmadığını görüyoruz. Ortada ne konuşulan bir önemli konu var ne de söz. Ama bütün bir söz kıvrımları var. Bu bir tür formsuzluk arayışıdır. Böyle yapılarak, düzensiz/formsuz yaşamların duyguları harekete geçirilirken, hemen sahneye bir yabancının girmesi gerekir. Dosteyevski de, boş durmaz Neli’yi sahneye atar. Ezilenler romanı bir odaya kapanmış insanların konuşamamayı, birbirlerine hasret kalmayı gösterir. Neli’ye, kulak verelim.“Onlar beni azarlar ama ben hiç sesimi çıkarmam. Onlar beni döverler ama ben hiç konuşmam. Dövsünler boş ver, ben hiçbir şey için ağlamam. Bu onları daha da öfkelendirir” Dostoyevski, Ezilenler, s.186. Neli’de, boşluklar, formsuzluklar, inançsızlıklar yaratılır. “Hiç konuşmam”, “Dövsünler boşver”, “Hiç sesimi çıkarmam” gibi sözler, formsuzluğun belirtisidir.  Neli bu formsuzluğa bilerek/isteyerek dalar. Neli’nin, bu formsuzluk arayışı korkudan/inançsızlıktan dolayıdır. Yabancılıktan/ezilmişlikten dolayıdır.  Korku, deliksiz büyük bir duvardır. Neli, ezilenlerin “yabancı”nın sesidir. Dostoyevski, yaşamın boşluğunu, acısını, Neli üzerinde görür. Neli’yi romanda ‘yabancı’ tip haline getirir. Neli’nin, kendini Vanya’ya kanıtlamak istemesi ait olmamanın sirayetidir. “Yerleri kim süpürecek”,  gibi bir söz ‘ait olmama’ problematiğidir. Dostoyevski, iradeyi azaltır. İnsanı azaltır, acı da formsuzluğu arar. Platonik dünyanın temsilinden ayrı, Azorka kuyruğu paçasının arasına sıkıştırdığında, beli bükülür, büzüşür, formlar ters-yüz olur. Ezilenler romanı, iç sesin yükseldiği, vicdan üzerine merhametin söz söylediği, tragedyadır. Dosteyevski’nin, “yabancı”sı, Ezilenler’de Neli’dir.Not: bu yazının sonucu yoktur/yok  olacaktır.

1-1862’de Le Boulevard’da yayınlanan bu yazı, İletişim yayınlarından basılan, Victor Hugo’Sefiiler için önsöz olarak kullanılmıştır.

Kaynakça:

Emile Zola, “Germinal” 2016. İstanbul: İşbankası Yayınları.

Dostoyevski, “Ezilenler”,2016. İstanbul: Öteki.