Ana Sayfa Kritik Fener-Balat’a Rağbet: Bitpazarına Neon Işıklandırma

Fener-Balat’a Rağbet: Bitpazarına Neon Işıklandırma

Fener-Balat’a Rağbet: Bitpazarına Neon Işıklandırma

Taksim artık laik orta sınıfın, cuma ve cumartesi geceleri eğlenmeye çıkan ofis-plaza çalışanlarının deşarj olabileceği bir cazibe merkezi olmaktan çıktı. O popülist tabirle ifade edersek “Araplaştı”, Arap turistlerin alışveriş ve konaklama ihtiyaçları doğrultusunda akına uğradı.

Hepimizin malumu Türkiye’de hayli uzun süredir sosyokültürel bir dönüşüm yaşıyor. Bu dönüşümün kent ayağı da iktidarca “Beyaz Türkler” söylemine bir altyapı kurmak ve politik açıdan şeytanlaştırmak için dile sakız edilmiş “toplum mühendisliğinin” bizzat kendileri tarafından uygulandığı bir düzlemde örülüyor. Sulukule ve Tarlabaşı çok ses getirdi (çok az ses getirdi) zira bu semtler mahalle dokusu bakımından İstanbul’un,  giderek birbirine benzeyen insanların seri üretimini yapan canavar şehrin özünü koruyabilmiş, tektipleşmemiş özgün örnekleri arasında yer alıyordu. 

Kente dönük saldırı şehrin Anadolu Yakasına sıçrayıp Fikirtepe’yi bir beton mezarlığına çevirmekte gecikmedi. Ne var ki Avrupa-Asya fark etmeksizin ortaya hep aynı sonuç çıkıyordu: dönüşememiş bir dönüşüm… Bugün E-5 karayolundan geçerken ucube bir Fikirtepe manzarası görüyorsak bu yalnızca betonun iticiliğinden kaynaklanmıyor. Bana kalırsa daha önemli bir sorun var ki o da dönüşümün toplum mühendisliği aşamasında sarpa sarılmış olması. 

İktidarın güttüğü iskân politikalarının bir ayağını zenginleşmiş, zenginleşmeye yüz tutmuş İslami cenahın ve onların orta tabakalarının bu dönüşen yerlere “adil bir biçimde” yerleştirmesi oluşturuyordu. Ancak bu ayak diğer yandan iktidara laik orta sınıf mensuplarını nereye koyacağı sorusunu da sorduruyordu. Tarlabaşı bu anlamda doğru örnek olabilir diye düşünüyorum. Tarlabaşı’nın iç tarafları ve Haliç kıyısı muhafazakâr-milliyetçi kesimlere konukluk ederken kendisi; şehrin uğursuz-tekinsiz olarak adlandırılmış, aynı zamanda bu adlandırmadan ötürü ilgi de çeken ve güvenlik problemi dolayısıyla pek rahat gezilemeyen bir bölgeydi. 

Taksim iktidarın gözünde iki ciddi tehlikeyi barındırıyordu. İlki 2006’dan itibaren meydan 1 Mayıs kutlama iradesi sergilenmesiydi. Diğeriyse sembolik bir değer taşımasıydı. Taksim ‘ ‘‘Eski İstanbul’’ imajıyla özdeşleşmiş, dahası adeta cisimleşmiş bir yerdi. Beyoğlu ve çevresi zamanla eğlence mekânlarının artış göstermesiyle bir bakıma günah şehrine de dönüşmüştü. Taksim imana getirilmek istenirken hem Kasımpaşa-Dolapdere hattına propaganda yapılacak hem de güçlenen yeni İslamcı cenahın Tarlabaşı alternatifi çok daha uygun koşullarda pazarlanacaktı.

Bu hedefe büyük ölçüde ulaşıldı diyebiliriz. Gelinen noktada Taksim artık laik orta sınıfın, cuma ve cumartesi geceleri eğlenmeye çıkan ofis-plaza çalışanlarının deşarj olabileceği bir cazibe merkezi olmaktan çıktı. O popülist tabirle ifade edersek “Araplaştı”, Arap turistlerin alışveriş ve konaklama ihtiyaçları doğrultusunda akına uğradı. İstiklâl Caddesindeki mağazalar kapandı, eğlence işletmeleri ya battı ya başka semtlere -çoğunlukla Beşiktaş’a ve Kadıköy’e- kaçtı. Taksim’e bir bütün olarak kara çalınması çevredeki yerleşimleri de olumsuz etkiledi. Cihangir ve bir ara sürekli sanat galerilerinin basıldığı, “mahalle baskısı”na uğradığı Tophane’de laik, entelektüel orta ve üst sınıf mensupları yalnızlaştı, kimlik bunalımına girdi.

Taksim’in “Araplaşması” çok yeni bir süreç sayılır fakat ona kara çalınmasını AKM’nin, Harbiye’de Muhsin Ertuğrul sahnesinin kapatılmasına ve Gezi Parkı’nın yıkılma girişimine dek götürmek mümkün. Yine de çok sıcak bir durum ile karşı karşıya olduğumuzu söylemek gerekiyor. Hepi topu dört beş senedir bugünkü vurgusuyla “Taksim bozuldu”. Taksim şüphesiz evvelinde de pek matah bir eğlence anlayışı yansıtmıyordu. Yılbaşı kutlamaları esnasında yaşanan tacizlerin ana akım medya tarafından haberleştirilmesi, bar kavgalarının basında şişirilerek yer bulması, oranın bitirilmesini amaçlayan projenin bir parçası gibiydi. Tüm bunlar olurken genç kuşak için eğlence arayışları da gündemleşti. Avrupa yakası özelinde söylersek Beşiktaş ve Taksim’in eğlence kültürü en fazla kulüp (İstanbul yerli zenginlerine hitap eden nezih kulüplerle karıştırılmaması adına ‘‘club’’ notu düşmek gerekiyor sanırım) kültürünü, rock müzik kültürünü, meyhane kültürünü ve türkü bar kültürünü karşılıyordu oysa genç kuşak kahve zincirinden üçüncü nesil kahvecilere sıçramıştı. Genç kuşak yeni akımlar peşinden sürüklenmeyi talep ediyordu. Yoksul emekçi kitlelerde ‘‘apaçi’’ ve ‘‘emo’’ akımlarıyla kendini gösteren, giyim tarzında belirginleşen, arabesk rap ile müziğine kavuşan bu değişimin bir benzeri hipstırlığın yaygınlaşmasında, retro-vintage’nin pompalanmasıyla yaşandı.

Bu yeni eğilim pıtrak gibi çoğalan özel üniversitelerin kampüslerinden kente nasıl açılabilirdi? Neticede bu insanlar şehir merkezinde de gezip tozmak istiyorlardı, kampüslere ve kampüs çevrelerine kapanmış bir yaşam öngörülemezdi.

Eğlence sektörü bu krizi yeni bir cephe açarak savuşturmayı başardı. Karaköy’de, deniz işletmelerinin paraleline açılan kahveci ve hamburgerciler Taksim’in bira-patates tek düzeliğini kırıyor, Mimar Sinan öğrencilerine göz kırpıyor ve Tophane’de ecel terleri döken kitleyi çağırıyordu. Karaköy butik bir anlayışla düşünülse dahi gün geçtikçe bu mekânlar büyüdü. Hali hazırda İstanbul Modern’in varlığı belli bir müşteriyi garanti ediyordu. Öte yandan Tophane Rıhtımda bulunan nargile kafelerin taşınması bölgenin nezihleştirilmesine katkı sununca suyu çıkana kadar kullanılmaya karar verildi. Nitekim öyle de oldu ve bu kafelerin suyu çıktı. 

Yeni nesil kahveciler, bir hamburgerin yirmi beş liraya satıldığı lokantalar yeni mahalleleri gözüne kestirdi. Karaköy çok hızlı “tuttu” ve aynı hızda kendini tüketti dersek, yaklaşık 4-5 senede müşterisine doyduğunu ileri sürersek çok mu abartmış oluruz bilmiyorum fakat birkaç yıldır Fener-Balat’ta sarf edilen dönüştürme çabası ile beraber ele alındığında girişimcilerin yeni alanlar aradığını, “bir gün gelecek buralardan (da) ayak kesilecek” ihtimalini değerlendirdiklerini söyleyebiliriz. Karaköy, Cihangir’in alternatifi değildi, alıcı kitlesi yeniydi-gençti ve mahalle dokusuyla yer yer çatışma yaşanabiliyordu. Yerelliğin varlığını muhafaza etme refleksi gösterdiği genel yapısı itibariyle bir mahalle dokusu hangi dinamiklere yaslanırsa yaslansın yeninin ortaya çıkması çatışmayı hafifletmek bir yana derinleştirir. Bu genç kitle aileden ve mahalleden kaçıyordu. Taksim ise Beşiktaş ve Kadıköy’e, eğlence geçmişi olan bölgelere yöneldi. Karaköy’ün yedeği dönüştürülmüş -entelektüellerin sevdiği lisanla söylersek mutenalaştırılmış- bir mahalle olmalıydı ve bu mahalle bir kez daha kendi alıcı kitlesini yaratmalı, yenilik arayanlarla buluşmalıydı.

Esasında, hepimizin az çok fikir sahibi olduğu bunca şeyi niçin söyledim? Dönüşmemiş bir dönüşüm tablosunu Fener-Balat üzerinden incelemek için kısa bir özet geçmek istedim diyeyim. Yazının konusu Fener-Balat olsa bile bu dönüşümün en kaba saba çıkarımlarını elimden geldiğince yapmaktı niyetim.

Sonda söyleyeceğimi başta, yazının uzunluğu göz önüne alınırsa ortada diyeyim: Fener-Balat’tan bir Karaköy çıkmaz! Karaköy çıkarılmaya mı çalışılıyor? Açıkçası onu da zannetmiyorum. Fakat bir şeyden eminim ki Fener-Balat ucubeleşiyor! Fener-Balat rahatsız! Bir mizah dergisinde yer alan ‘‘Dudullu Postası’’ kıvamında söylediğime bakmayın, bu semtlerin yerlileri bu dönüşümden rahatsızlar. Ancak gelin görün ki her ortalama Türkiye vatandaşı gibi onlar da rant gelecek yerden rahat esirgiyor falan değiller! 

Fener-Balat’a neden yönelindi? Birkaç sebep sayabiliriz ilk elden. Özelikle Fener iki binli yılların başında ciddi anlamda bir saldırı yaşamaya başladı. Sermaye yoksulları semtten kovmak için bir savaşa girdi. Mahalle dokusu bozuldu, madde bağımlıları üzerinden sokaklar güvensizleştirildi hatta yine onların kullanıldığı korku verici kundaklama girişimleri yaşandı. Yerliler göçe zorlandı. Sözgelimi bu zorlanmanın birçok boyutu bulunuyordu ve ekonomik koşullar başı çekiyordu. Doksanların ikinci yarısında, bilhassa sonlarına doğru ve iki binlerin başında eli biraz olsun düzlüğe çıkan aileler Fatih’in Edirnekapı, Karagümrük gibi muhtelif semtlerine dağıldılar ya da Bağcılar, Güngören, K. Çekmece gibi ilçelere doğru gittiler, bir anlamda içe çekildiler. UNESCO’nun işbirliğiyle birçok evin restorasyonu teşvik edildi, belli miktarlarda ödenekler ayrıldı. Türkiye’nin her yerini saran, büyük şehirlerde ise kendini kavurucu bir rüzgâr gibi hissettiren rantsal dönüşümden Fener-Balat da nasiplendi ve semtin emlakçıları bu işin simsarlarıyla yer değiştirdi. İktidar saha kenarından bir tabela kaldırmıştı. Oyundan çıkan mahalle dokusuydu, oyuna girecek olan ise her cumbayı fethedilecek bir kale gören simsarlardı. Fener-Balat’ta yer alan birçok bina ikinci dereceden tarih eser olarak tescillendiğinden inşaat sektöründen ziyade emlakçıların restorasyon yapılmış ya da yapmak üzere binaları ele geçirme mekanizması daha çok öne çıktı. Peki, Fener-Balat günümüzde ne vaat ediyor? Evlerin kayda değer bir kısmının el değiştirdiği Fener ile Balat’ı ayırmakta fayda var. Balat Fener’e kıyasla daha “yerli ve milli” olmuştur. Fener kozmopolit ve göçer bir ruh taşımaktadır. -Daha sonra bu ruha geri döneceğim.- Bu semtler bugün artık plastikleştirilmiş haldedir, ruhları emilmiştir. Basında Fener-Balat’ın değişen çehresi minvalinde okuduğumuz haberler ruhun değiştiğine de değinmektedirler oysa plastik görüntü ruhsuzluğu da dayatmaktadır. Film-dizi setlerine ev sahipliği yapan Fener-Balat bu misyonunu başka bir misyona dönüştürmektedir: Cumbalı ev-sümüklü çocuk fotoğrafı-üçüncü nesil kahvecilik ile tanıdığımız bildiğimiz kafecilik-mekâncılık arasına sıkışmış melez ve eğreti bir kültürel form…

Fener-Balat sokaklarında bugün yeni evli çiftlerin fotoğrafları çekiliyor. Her köşeden bir gelinlik bir damatlık çıkıveriyor karşınıza. Eskiden yalnızca dizi çekilirdi. Bir mekânın bir semtin arka plan namına değer kazandığı koşullarda ruhu bozulmaya ve tartışmaya açılmış demektir. İkincisi Fener-Balat, Tarlabaşı kadar olmasa da tekinsizin cazibesini taşımaktadır. Bundan on yıl önce sokaklarında pek de konforlu dolaşılamayan bir semt günümüzde akademisyenlere, üniversite öğrencilerine, omuzlarında bez çanta gezenlere ev sahipliği yapabilmektedir. Bir kesim salt fotoğraf çekmeye ve çektirmeye gelirken bu günübirlik ziyaretçilerin dışında bir kesim de bu semtlerde ikamet etmektedir. Üçüncüsü Fener-Balat tarihi dokusuyla retro-vintage çılgınlığına uygun bir zemin sunmaktadır. Ayrıca hepsinden öte bu semtler yoksullukları üzerinden dönüştürülerek bir “kaçış” alanına çevrilmiş, eskiler sürgün edilirken yahut “gönüllü” göç ederken yeniler buraya kayışı, kaçışı üstlenmişler ve İstanbul’un boğucu betonundan, keşmekeşinden uzaklaşabilmişlerdir. Enikonu Fener-Balat yağmaya açılmıştır. 

Fener-Balat’tan Karaköy çıkmaz ama ne çıkar? Kanaatimce bu semtler ne kadar dönüşse de Balat bir Tophane-Boğazkesen olma riskini taşımaktadır. Fener’den yukarı doğru çıkıldıkça, o meşhur Kırmızı Mektep’ten yukarıya bir elli metre daha tırmanıldıkça Draman gerçeğiyle yüzleşilmektedir. Şunu belirtmek abes mi kaçar? Draman’da yahut Çarşamba’da bir laik kendinden emin yürüyemez! Bu bölgenin yerlileri dindarlardır, bu bölgede tarikat ve cemaatler ön plandadır. Yine Balat’ta bir ülkücü-mahalleci (namusçu-tutucu) damar varlığını hissettirmektedir. Bu işler maalesef “Fener-Balat kozmopolittir ne var ki yaşanılır güzelce” demekle olmuyor. Hele şu konjonktürde olacağı varsa da olmuyor. Balat’ta bir resim galerisinde içkili kokteyl düzenlemek bugün kolay olduğuna göre yarın da kolay olacaktır demek aşırı bir iyimserliğe işaret etmektedir. Karamsar bakmıyor, muhtemel riskleri değerlendirmeye çalışıyorum. Balat’ın yerlileri bugün bu akıma iyi gözle bakıyorlar. Çarşının ekonomik durumu göz önüne alınıyor ve herkes payına düşeni toplama gayretinde… Fener-Balat’ta adeta kültürel bir monopoly oynanıyor. Vintage-retro mekânların karşısına İslami camiaya hitap eden kafeler de açılıyor. Bir gün bu semtler de ilgisini yitirecek ve işletmeciler daha kora kor bir rekabete soyunacak.

Ekonomik meselenin yanı sıra Fener-Balat’ı bekleyen asıl tehlike, dokusunun her geçen gün tahrip edilmesidir. Takdir edersiniz ki “Edep yahu” demiyorum, bu yamalı bohçanın hangi ruhu temsil ettiğini sorguluyorum. “Kozmopolit bir ruh” bu köşe kapmacaya dayanabilir mi? 

Evvela şunu belirteyim: hayatımın ilk on bir yılını Fener-Balat’ta geçirdim, ilkokulu Fatih Çarşamba’da okudum. Kısacası 90’lı yıllar ile günümüzü kıyaslayabilirim. Bugün ülkede bir iç barıştan söz edebilir miyiz? Doksanlarda nasıl bir ortam vardı? Yaşadığım sokakta Laz da Kürt de Çingene de yaşardı, eski yerlileri olan Rumlar bildiğimiz sebeplerden dolayı İstanbul’u epey zaman önce terk etmişlerdi ve onların derip çattıkları ahşap ya da ateş tuğla ağırlıklı malzemeden evlerde yeni sakinler oturuyorlardı. Kastamonuluyu, Rizeliyi, Diyarbakırlıyı aynı semtte barış içinde yaşatan şey miting kürsülerinde, meclis grup toplantılarında atılan nutuklar değil yoksulluğun paydasıydı. Fener-Balat mahrumiyetin semtleriydi. Hani bakkallarında orta sınıf bir aile çocuğunun hiç göremeyeceği cipslerin, çikolataların satıldığı, kız çocuklarının kulaklarına o delikler kapanmasın diye iplikler taktığı bu semtlerde hâkim olan korku geçim şartlarının yitirilmesiydi. Kentsel dönüşüm bu korkuyu yıkıp geçti çünkü yoksullar ya kendi istekleriyle ya da mülk sahiplerine boyun eğerek buralardan taşındılar. Bugün baktığımızda retro-vintage mekânlar göze çarpıyor fakat Fener-Balat zaten mevcut yapısıyla geleneği yaşatıyordu.

Bugün Fener-Balat’ı şöyle bir gezdim ve çocukluğumun yağmalandığını gördüm. Üstelik bu yağma çok katlı betonarme yapıların kuşattığı bir semtte gerçekleşmiyor! Daha da yakıcı değil mi? Kasap dükkânı kapanmış mesela vintage tabelacı olmuş! Güler misin ağlar mısın? Balat çarşıda dükkânlar değişime ayak uydurmak için vitrinlerini yenilemişler. Çocukken dondurma aldığım pastaneler kapanmış yahut tabela yenileyip vizyon değiştirmişler. Orta sınıf, okumuş orta sınıf “vizyon” sözcüğüne bayılır, değil mi ya! 

Anılarımın üstünde bugün yeller esmiyor. Yele şöyle bir esecek fırsat dahi tanınmamış, hemencecik iki masa sekiz de sandalye atılmış. Üç-beş demeksizin herkes kazancına bakıyor. Yoksulun dayanışması yerini ticari bir karmaşaya bırakmış. Ben ise Fener Balat’a baktığımda E-5’ten Fikirtepe’ye bakmış gibi oluyorum. Dönüşememiş bir dönüşüm… Eskiye üşüşmüş sinekler ve bitpazarını neon ışıkla aydınlatıyorlar.

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl