Ana Sayfa Kritik Fragmanın Diyalektiği

Fragmanın Diyalektiği

Fragmanın Diyalektiği

1

Yirminci yüzyılın rüyası kitlesel ütopyalar inşa etmekti”1 diyor, Sussan Buck Morss. Kitlesel ütopyalar, bitmek tükenmek bilmez modern zamanın getirdiği toplumsal devrimlere bağlıydı. Kamusal alanın vazgeçilmez bireyi ise, Walter Benjamin’in Rüya Alemi dediği kavramla yaşıyordu bir anlamda. Ama rüya alemi, modernlikle eş güdümlü görülürken diğer yandan sürekli olarak devrimci hayaller makbüldü. Rüya Alemi. Walter Benjamin bu kavramı sadece kolektif bir zihinsel durumun şiirsel tasviri olarak değil, analitik bir kavram olarak görüyordu. Geriye bırakılanlar ise, diyalektik imgelerin görünümüydü.

2

Modernlik, mistik dünyanın büyüsünü yeniden kazandırmak isterken, geriye travmalar bıraktı. Battaile, insanın ilkelliğini ararken aslında bu mistik dünyanın işaretlerini ortaya çıkarmıştı. Modern hayatın bünyesindeki geçicilik ise Baudleaire’e nazaran, kültürü bir anlamda tehlikeye düşürdü. Sürekli değişim yani, Baudleaire’in açtığı patika geleceğin daha iyi olabileceği umudunu taşımaz. Çünkü onda ölüm, karanlık vardır. Gelecekle ilgilenmeyen bir ölüm. İşte bir örnek:

Ey böylesine güzel allanıp pullanan Hiçliğin albenisi!” Yaşamın yarattıkları arasında en hayran edici olan kadın güzelliği mi? “Pudra ve miskle becerdiğiniz bütün her şeye karşın/ her biriniz cennete- ya da cehenneme- kadar ölüm kokuyorsunuz!” “Ve sen bu saldırıyla yüz yüze geleceksin,/ bu korkunç çürümeyle, /sen, yaşamımın ışığı, aşkımın/ güneşi ayı ve yıldızları!” Ve böylece “Yatağın sonsuz boşluktur,” ve “Dudaklarını arasından Lehte(ırmağı) akar”. Yaşam ölümcül karışımdan arınamaz, ve aşk en hayranlık uyandırıcı anlarında ölümlülüğünü unutamaz: “Hiçbir şey Onarılamaz olana karşı koyamaz-/ karıncaları ruhumuzu, hastalıklı kaleleri/ alttan alta tüketir,/ hasarlı kule devrilene kadar./Hiçbir şey Onarılamaz olana karşı koyamaz!” Charles Baudelaire-Les Fleurs du mal

2

Ölüm’den kaçamayan bizler şimdi totalitarizmin yoğun olduğu bir toplumda yaşıyoruz. Kaçınılmaz olarak, iyi ve kötü arasındaki ayrım yapma yetilerimizin, kaybolması meydana geldi. Kitlesel rüya alemlerimizde ütopyanın koşulsuz mutluluk vaatlerini unuttuk, artık. Aydınlamacı aklın olağanlaştırma politikalarıyla yok olmaya yüz tutan ütopyamız, yeniden diriltilmeyi bekliyor. Sürekli değişim, geleceğin daha iyi olabileceğini umuduna imkan verir ama kamusal alanın kayboluşu yaşadığımız gerçektir. Görülen bu ampirik durum, insanlarda daha çok anlam karmaşasına yol açtı, sanki. Karmaşanın ortasında duran insan, ne yapabilir? İşte kamusal alanın kayboluş fikrinde toplumsal yıkımlara maruz kaldık. Diğer yandan da ütopyacılığı aradık durduk ama nafile, ütopya kaybolmak istiyor. Ama hala onu bu kararından caydırabilme ihtimalimiz var.

3

Bugün uzak diyarlardan gelen dostumuz yok. Yakındakiler de bir o kadar kendileriyle ilgileniyorlar. Herkes kendisine odaklanmış, tutulmuş, saplanmış. Yeter artık diyorum, yeter! Çık şu kendinden! Artık kendini tanımaktan vazgeç, Montaigne’liğin alemi yok saçmalama. Kendini kutsallaştırma, biricik değilsin. Kendini tanı ve kendini siktir et. Senden önce, senin yaptıklarını zaten yaptılar. ‘O bunu dedi, şu bunu dedi’, deyip, deyip geviş getirme. Okuduğun şeyleri tekrar ediyorsan, elindekini yere bırak. Konumunu değiştir. Üzerine bir şeyler söylemeye çalış. Analiz kasmayı bırak. Ve dost, edin. Ama bir dakika dostluk da tehlikede. Çağdaş filozoflar gibi düşün dostu yani, birisini dost bilerek, onu belirli bir şeyin içine sokmayarak.

5

İlk modern ressam, William Hogarth’dır. Çünkü biz onda görürüz fragmanı resim tarihinde. Fragman estetiğini, bize bir öykünün resmini belirli aralıklarda sekanslara bölerek yapar Hogarth. Yani, fotoğraftan önce. The Marriage Settlement, Marriage à-la-mode-1743, The Tête à Tête-1743, The Inspection-1743, The Lady’s Death-1743, The Toilette-1743, The Lady’s Death-1743. Bu resimlerde, açıkça eleştirilen 18.yy’ın üst orta sınıfıyla, para ve evlilik ikilemidir. Gravürlerinde ise, sarhoşlar, çocuklar, etler, tavernalar, fahişeler ve grotesk bedenler vardır. Karikatürler ise modernizmin işaretidir onun resimlerinde. Ve her resminin adeta orta malı olmuş bir köpek. Her resminde mutlaka bir köpek bulunur. Bu Hogarth’ın hicvidir.

6

İnsan doğanın utanç kaynağıdır. Onun fizik kurallarına bağımlı olmaktan hep rahatsız olmuştur. Ama yine de doğanın içinde küçük bir izden başka bir şey değildir. Doğanın bir parçası olmasına karşın ondan ayrı düşmüştür, yersiz yurtsuzdur. Öte yandan bütün öteki canlılarla paylaştığı çevreye bağlıdır, bağlı olacaktır. Raslantısal bir yere, gitmişse oradan asla dönmemiştir. Egzistansiyalistlerin aksine o dünyaya fırlatılmamıştır. Sürekli çöküşte olan bir varlığın çöküşü olmaz, ölümü olur. Kendinin farkına varınca, düzene karşı gelmek istese de, toplumsal sınırlanmalarının farkına varır. Bu yüzden birçok kişide kahramanlık örtük kalmıştır.

7

Roman formu, ölüm için biçilmiştir kaftandır. Ama ölüm romana gelir. Pikaresk olsun gotik olsun ya da savaş roman olsun durum değişmez. Mihail Bakhtin’den alıntılarsak romanda; “Olaylar kişiyi değil, kişinin yazgısını belirler”. Ölüm ve Edebiyat nasıl olurda bu kadar iç içe dururken birbirlerini öldürmezler/aldatmazlar? Sanırım böyle bir soruyla karşılaşmak insanı (karakterlerin, mekanların, doğanın, zamanın) iktidar momentlerine düşürür. Kolay değildir ölüm ve edebiyatın arasındaki deneyimin kurulması. Deneyim, ölümde sonlanır. Edebiyat, deneyimle iktidarını başlatır. Deneyim, ölümle kendini hatırlatır. Ölüm, edebiyata bağlanmış yara izidir. İktidar, hepsini düzenler onu insanın önüne serer.

8

Malumat değerindeki söylem akımı hakikat için vazgeçilemez bir unsur doğuruyor. Dolayısıyla ortaya bir yığılma ile sarmalanmış yanılsamalı hakikat algısı çıkıyor. Aynı şekilde, sorun gündelik hayattan sosyal medyaya taşınca malumatların korkunç dağılımı sere serpe gözümüze ilişiyor. Malumat yığılması hiç olmadığı kadar yoğun bir enformasyon dağılımı içinde, devam ediyor. “Diğer taraftan, mahremiyetin yitimi ile utanma duygusunun da ortadan kalkması öznelliğin düşünülmemesi tehlikesi doğuruyor”.

9

Coğrafya çoraktır, göçü yaşayanlar için. Ama bazen de renkli olabilir, olsun. Eğer renkli coğrafyadan uzaklaşıyorsa göçebe, renklilik neye yarar? Attığı her adım bir öncekini takip eder, oturduğu her taş bir önceki sapak yoldan fırlamış varoluş sorunudur, baktığı deniz mavisi yokluğu ve sonsuzluğu ifade eder, göçebenin. Göç, göçebeden azade olamaz. Göç, tarihi kavimlerin yerleşkelerini takip eder. Göç kelimesi, boşluktur. Boşlukta sallanan, kuyuya atılmış iptir, hayatlar belirsizdir, göçebeler için. Ne izi vardır ne kimsesi, kıyıya vurulmuş bir terliğin. Her bir yerde, farklı karşılaşmalar olur. Birbirini rahatsız eden, susan, konuşan karşılaşmalardır bunlar. Çizgisel kıvrımlar yollara bırakılmışsa, uzağa bakan gözler ise bakışa sığınmış yaşamlardır. Göç, yakınımda. Yakınımızda. Yanımızda.

10

Artaud organsız bedeni, bilinçdışının sapak yollarından kurtararak keşfetmiştir. Deleuze ve Guattari’nin “ödipal tatbik etme” olarak ifade ettikleri tüm oluşlar, yeri geldiğinde Thomas Mann’ın, “Buddenbrooklar” gibi bir aile romansına yahut, Dostoyevski’nin, “Karamazov Kardeşler”e sökülmüş olabilir. Bir şeyin diktatörlüğüne fallusa indirgeyen pratiklerle işimiz yoktur. Gösterenin ve sermayenin organsız bedene dönüşmüş evrensel modeli olan şizo, Dimitri Karamazov’la artık her yerdedir. Özneye ihtiyacımız yoktur. Tanrı’ya da ihtiyacımız yoktur. Çünkü Organsız Beden vardır. Bilinçdışının yani, ödipal kullanımı yoluyla üretilmiş özdeşlik momentleri tutkularla, değişen arzuları oluşturur. Özdeşlik, ne bir meta ne de bir tarihdir. Metal, bir organsız bedendir. Organsız beden, imgeseldir. Sandalyeye sabitlendiğimiz anda gösteren duvarına karşı konumlanırız. Pürtüklü mekanlar, toprakta saçılır.

1 Sussan Buck-Morss, “Rüya Alemi ve Felaket”, Doğuda ve Batıda Kitlesel Ütopyanın Tarihe Karışması. 2004. Metsi. Çeviren: Tuncay Birkan.

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl