Bilgi çağı, uzay çağı, yapay zeka çağı, büyük veri çağı vb. Hep geleceğe ilişkin varsayımlara ve çıkarımlara dayanan ifadeler. Bunlar, çoğunlukla, teknolojik belirlenimciliğe yaslanıyorlar. Bunlara göre, teknoloji öyle ilerleyecek ki toplumu peşinden sürükleyecek. Bunu teknoloji fetişizmi izliyor. O herşeyin ötesinde, herşey teknolojiden sonra geliyor. Oysa toplumsal süreçlerden bağımsız bir teknoloji yoktur; çünkü yeni buluşlar da bilimsel süreçler de toplumdan bağımsız değildir. Kimi ülkelerde, bilim kuruluşlarının başına hayvanat bahçesi müdürleri getirilir, kimilerinde eski astronotlar. Ayrıca, bu tür anlatılarda, teknoloji yüceltilirken, bilimin rolü ikincilleştirilir. Oysa teknoloji, çoğunlukla bilimin bulgularını pratiğe döker. Tersi de olabilmekle birlikte bunlar azınlıktadır. Bilimse, bir toplumda üretim ilişkilerinden ve sınıflardan bağımsız değildir.

Burjuvazinin Bilim Anlayışı

Burjuvazi, onu aklayacak bilim insanlarını öne sürer, onları televizyonlara çıkarır, bilimin sözcüsü ilan eder. Bilim, özellikle de doğa bilimleri, tartışmasız doğrular toplamıymış gibi sunulur. Doğrular tartışmasız olduğuna göre, ezenden ve ezilenden yana bir bilim ayrımı geçersizmiş gibi görünür. Oysa bilimde ham veriler yorum olmadan bir anlam ifade etmez; her yorum da felsefe ve bir ölçüde eleştirel düşünce içerir. Örneğin, genin bencil olduğu iddiası bilimsel değildir; felsefeden gelen bir önermedir. Ham veri bilim için yeterli olsaydı, aynı veriden farklı çıkarımlar yapılamıyor olmalıydı. Dolayısıyla, bilim, temel doğrular içermekle birlikte, çıkarım da gerektirdiği için felsefeden bağımsız değildir. Her bilim insanı, bilinçli ya da bilinçsiz olarak felsefe yapar, yapmak durumundadır.

Öznesizlik Yanlışı

İşte bu kesin doğru yanılsaması, gelecek tahayyüllerinde de görülüyor. İyimser ve karamsar gelecekçiler var. Kimileri, oldukça kesin konuşuyor, tahminleri tutmadığında da oralı olmuyor; kimileri ise, “zaten tahmin yapmamız olanaksız” diyerek, her tür yorumu spekülasyon olarak görüp değersizleştiriyor. Biz ikisinin arasındayız. Geleceğin bir bilimi olabilir. Gelecekbilim ya da gelecek çalışmaları alanında, oldukça ciddi akademik dergiler bulunuyor1 ve bu dergilerde çıkanlar, televizyon müneccimlerinin yaptıklarının tersine, senaryo planlama gibi belli tür yöntemlere dayanıyor.

Gelecekle ilgili tahminlerimizde zaman aralığını ne kadar uzatırsak, tahminlerimiz de o kadar gerçekdışılaşıyor. Örneğin, 1 yıl sonrasını tahmin etmek, 10 yıl sonrasını tahmin etmekten çok daha kolay. Dolayısıyla, gelecek yorumlarında, öncelikle zaman aralığı önemli. İkincisi, doğabilimcilik ya da öznesizlik yanlışına düşmememiz gerekiyor. Bu yanlış bakış, geleceği toplumdaki özneler yokmuş da toplum için değişmez doğa yasaları geçerliymiş gibi değerlendirir. Oysa gelecek yorumlarını karmaşıklaştıran ve tahminleri zorlaştıran belli başlı nokta, tam da öznelerin ne yapacağıdır. Örneğin, falanca teknoloji geliştirildi. Buradan dümdüz tek bir sonuç çıkmaz. Onun yerine, şunun gibi özneli sorular sorulmalıdır:

– Bu teknoloji toplumda ne ölçüde benimsendi?

– Pahalı mı ucuz mu?

– Seçkinlerin ve zenginlerin erişimine mi açık yalnızca?

– Kimler bu teknolojiyle kazanıyor, kimler kaybediyor?

– Kaybedenler, buna karşı ne yapacak?

– Kazananlar onlara karşı ne yapacak? vb.

Bu kavramsal girişten sonra, kimi gelecek yorumlarına geçelim.

Petrol Sonrası Dünya

Petrol bitecek, petrol üreten ülkeler batacak” deniyor. İşte yine öznesizlik yanlışı. Petrolün biteceğini bilen petrol üreten ülkeler hiçbirşey yapmayacak mı? Doğrusu şu: Onlar içinden alternatif enerjilere büyük kaynak ayıranlar, petrol sonrası dönemde de üstünlüklerini sürdürecek. Dolayısıyla, petrol ülkeleri tümüyle düşüşte olmayacak ve yerlerini yeni ülkeler alıyor olmayacak. Her kim petrolden bütçe fazlasına sahip olup alternatif enerjilere yatırım yapacak; işte onlar dünyanın yeni küresel büyük güçleri olacak. Bütçe fazlası olmayıp da alternatif enerjiye yatırım yapmak isteyen başka ülkelerin böyle bir olanağı olmayacak. Dolayısıyla, petrol sonrası dönemde, kartların yeniden karıldığını değil, birkaç kartın yer değiştirdiğini göreceğiz.

Geleceğin Hızı

Sık sık “gelecek çok hızlı gelecek” denir. Kime göre, neye göre? Genellikle bu hız konusu, teknolojilerin benimsenmesine bağlanır ve radyodan internete kadar ivme kazanan grafikler önümüze konur. Oysa teknolojilerin yaygınlaşmasını hızlandıran ve yavaşlatan etmenler vardır. Birçok teknolojinin ya devletler eliyle askeri amaçlı ya da şirketler eliyle ticari amaçlı olarak geliştirildiğini biliyoruz. Demek ki, teknolojiler, devletlerin ve şirketlerin çıkarlarına uygun olarak gördükleri hızda yaygınlaşacaktır. İnternet örneğinde bunu görüyoruz. İnternetin ortaya çıkmasından çok sonra halka açıldığını not ediyoruz. Ayrıca, gelecek, yalnızca teknolojiden ibaret değildir. İçine toplumsal ve kültürel öğeler de girer. Bugün bilim ilerlerken, dünyanın yarısından fazlasında bilimdışı inançlar, batıl inançlar vb. de yaygın. Toplumlar, kimi açılardan hızlı, kimi açılardan yavaş değişiyor. İşte bu iki nedenle (devlet ve şirket çıkarı ve toplumsal değişim hızı), “gelecek çok hızlı gelecek” sözü doğru değil.

Emek-Yoğun Sektörlerin Direngenliği

Büyük şirketlerin (örneğin fotoğraf vb.) dijitalleşme dolayısıyla birkaç yılda batmaları çok klasik bir örnektir. Oysa teknoloji, her sektörü aynı ölçüde etkilemez. Çarpıcı bir örnek, bütün ekonomiyi nitelemekte kullanılamaz. Kaldı ki, bu değişimlere uyum sağlayan şirketler de oldu. Şu anki büyük internet şirketlerinin (örneğin Amazon) ileride hâlâ aynı sırada olacağı da kuşkuludur. Değişim sürekli olduğuna göre, değişmeyen özne (şirket) batacaktır.

Öte yandan, makineleşmeyle emek-yoğun işlerin, dolayısıyla kalabalık şirketlerin sayıca azaldığı ileri sürülebilir. Fakat bu durumda bile kimi şirketler, çeşitli nedenlerle daha az etkilenir. Örneğin, bütün bu yapay zeka, otomasyon, makineleşme vb. tartışmalarına karşın, dünya ölçeğinde en fazla personel çalıştıran kurumlar/şirketler değişmiyor: Amerikan ordusu ve Çin ordusunun her biri, tüm personelleri toplandığında 2 milyonu aşıyor; onları 1 milyonu aşkın personeliyle Hint ordusu izliyor. Yine Çin ve Hint demiryollarının her birinde 1 milyondan fazla çalışan var ve bütün bu anılan sayılar, azalmıyor, tersine her yıl artıyor. Çin elektrik ve petrol kurumları da en kalabalık personel listesine (yine her biri 1 milyon üstü) sahip. ABD’den ise, Walmart ve McDonalds’ı görüyoruz listede. Son olarak, İngiltere’de milyon üstü bir kurum, Sağlık Bakanlığı.

Durumun ilginçliği burada bitmiyor. Şunu da ekleyelim: ABD’de 160 milyonluk işgücü üstünden hesaplarsak, her 25 çalışandan biri, ya orduda ya Walmart’ta ya da McDonalds’ta çalışıyor. Çin’de ise, her 100 çalışandan biri, ya orduda ya devlet demiryollarında ya devlet petrol kurumunda ya da devlet elektrik kurumunda çalışıyor. Hindistan’da ise, her 175 çalışandan biri, orduda ya da devlet demiryollarında çalışıyor. Çin’de diğer kalabalık kurumlar arasında, posta hizmetlerini, bankaları ve rafinerileri görüyoruz. Hindistan’da ise, ordu ve demiryolları dışında, otomotiv sektörü kalabalık çalışan sayısıyla başı çekiyor. Diğer bir deyişle, makineleşme her sektörü aynı biçimde etkilemiyor; ayrıca kimi sektörler, doğaları gereği, kazancı düşürdüğü için ya da siyasal nedenlerle (örneğin askeri-stratejik hedefler ve işsizliği azaltma çabası), sermaye-yoğun üretime geçişe yatkın da değiller istekli de değiller.

Gizemli Havanın Dağıtılması

Başka bir konu da şu: “Kim bilebilirdi şöyle böyle olacağını?” söylemi. Genellikle geleceğe ilişkin birçok teknolojik gelişmeyi çeşitli araştırmacılar öngörüyor; fakat bu öngörüler, onu uygulamaya dökme düşüncesinde olanlar dışındakilere ulaşmıyor. Bu beklenmedik gelişmeler, örneğin Uber, sanki birdenbire çıkmış gibi gizemli bir hava yaratılıyor. Oysa her düşüncenin bir öncülü vardır ve Uber gibi örnekler, uygulamaya araştırmacıların o düşünceleri yavaş yavaş geliştirmesiyle dökülür. Öncülleri ve onunla ilgili tartışmaları incelemeyenler için elbette her teknolojik gelişme şaşırtıcı olacaktır. Oysa gelecekbilim camiası, bu konuları ‘paylaşım ekonomisi’ başlığı altında yıllardır tartışıyordu.

Avukatlar İşsiz mi Kalacak?

Yapay hukuk programları nedeniyle birçok avukatın işsiz kalacağı söyleniyor. Oysa olacak olan, avukatlık mesleğinin dönüşümüdür. Avukatlar, doktorlar ve birçok başka meslek grubu gibi, bilişim ve veri teknikleri vb. konularda daha yetkin olmak durumunda kalacaklar. Eğitim müfredatları da ona göre yenilenecek. Avukatlar, verimsizcesine vakit alan, dosyalama, dosya tarama vb. işleri yapay hukuk programlarına yaptıracaklar. Böylelikle, bu programların yapamadığı, daha az öngörülebilir olan avukatlık işlerine yönelecekler. Dahası, belki bu gidişle, çalışma saatleri azalacak ve böylelikle, hem mesleklerine komşu olan sivil toplum kuruluşlarına, toplum düzeyinde hak arama mücadelelerine, arabuluculuk gibi tamamlayıcı uygulamalara vd. hem de meslekleri dışında kişiliklerini geliştirici etkinliklere, ailelerine, arkadaşlıklara vd. daha çok zaman ayırabilecekler. Yapay hukuk programları, hukuğun öngörülemez yönleri dolayısıyla, avukatları işsiz bırakmayacak, onun yerine çalışma saatlerini daha verimli kullanmalarını sağlayacak. Peki hiç avukat işsiz kalmayacak mı? Kalacak, bu süreçte mesleğin bilişim ve veri bağlamında dönüşümüne ayak uyduramayanlar, ancak yalnızca bunlar, herkes değil, işsiz kalacak.

Bir de şu var: Yapay zeka ve otomasyonun avukatlık mesleğine etkisi, bir ülkenin hukuk sisteminden bağımsız değildir. Diğer bir deyişle, konu, hukuk sistemi değerlendirilmeden kapsamlı bir çözümlemeden geçirilemez. Hukuk sistemi, bir yandan adalet dağıtırken, bir yandan da toplumdaki adaletsizlikleri yansıtır. Yapay hukuk programlarında adaletsizliklerin bir ürünü olan veriler, örneğin kimi kesimlerin daha çok suça yatkın olduğu iddiası, sorgu sualsiz olarak sisteme girilir. Büyük veri, sanıldığının tersine, yanlışlarla doludur. Bu yanlışlarla mücadele ve bunların sonul olarak sistemden ayıklanması da avukatların yeni işlerinden biri olacaktır.

Doktorlar İşsiz mi Kalacak?

Doktorların da işsiz kalacağı doğru değil. Yapay zeka, insani ilişkileri taklit edemeyeceği için, doktorlar işlerini yapmayı sürdürecek; fakat avukatlar örneğinde olduğu, bir dönüşüm ve uyum sürecinden geçecekler. Eskiden doktorlar kaşe basmak, el yazısıyla reçete yazmak, hastaların basılı dosyalarını tutmak vb. gibi toplamda çok vakit alan işlerle uğraşıyorlardı. Şimdi çok vakit alan işleri bilgisayarlar yapacağı için, ideal koşullarda, hastalarla daha insani ilişkiler kurmak, onların dertlerini dinlemek ve onlara yardımcı olmak için daha fazla zamanları olacak. Burada ‘ideal koşullarda’ diyoruz, neden? Çünkü gerçekte, bu tür rutin işleri bilgisayarlar yapacak olsa da, doktorların nasıl yönetileceği, onların yapay zekadan ve otomasyondan ne ölçüde etkileneceğini büyük oranda belirleyecek. Ne demek istiyoruz? Örneğin, devlet hastanelerine yeterince kamu kaynağı ayrılmazsa ve doktorlar performans baskısıyla çalıştırılırlarsa, ilaç şirketleri tarafından belli ilaçları yazdıklarında ödüllendirilirlerse (bir başka rüşvet biçimi elbette) vb. yapay zekanın ve otomasyonun olanaklarından umulduğu kadar yararlanamayacaklardır. Yeni sistemde, kaynak yetersizliği de, zaman darlığı da, diğer olumsuz koşullar da etkili olmayı sürdürecektir. Özel hastanelerde ise sermaye mantığı egemen olduğundan, orada da yapay zeka ve otomasyon, beklentinin altında sonuçlar doğurabilecektir. Yönetim geri, teknoloji ileri olduğunda; her zaman yönetim baskın çıkar; ileri teknoloji, geri bir yönetim elinde, toplumu daha da geriye götürür.

Büyük Biraderin Gözetiminde

Yapay zeka ve büyük veri iktidarında, çok olası sonuçlardan biri, insan hakları, yurttaş hakları ve tüketici haklarının gerilemesi biçimindedir. Yapay zeka ve büyük veri, yurttaşlara daha fazla gözetim ve denetim olarak dönmüştür. Eskiden fiziksel takip (birini birinin peşine takma) ve teknik takip (örneğin telefon dinleme) düzeyinde olan büyük birader etkinlikleri, internet üzerinden gözetleme ve MOBESE’lerle birlikte, inanılmaz boyutlara ulaşmıştır. Snowden skandalı, tek başına, fiber optik kabloların bile gözetim amaçlı olarak kullanıldığını ortaya çıkarmıştır. Sosyal medya kullanımı ise, bu gözetim-denetim aygıtına yakıt sağlamaktadır. Sosyal medyayı yaygın olarak ve bilinçsizce kullananlar, büyük biradere gönüllü olarak kişisel verilerini teslim etmiş olmaktadır.

Sigorta Diktatörlüğü

Haklar bağlamında, şu tür kıyamet senaryoları dillendirilmektedir ki bunun tek çaresi, dernek, oda, sendika vb. türünden örgütlü mücadeledir. Örgütlü mücadelenin yokluğu ya da zayıflığı durumunda bu senaryoların gerçekleşmesi oldukça olasıdır. Bu senaryolar özetle şöyledir: Devlet gözetimi-denetimi düzeneğinin sigorta sistemiyle içiçe geçirilmesi şu sonuçları doğurabilecektir: Büyük veriyle beslenen yapay zeka, ileride kimlerin hasta olacağını, kimlerin beklenen ömrünün daha kısa olduğunu vb. belli bir yanılma payıyla öngörebilecektir. Bunun için çok karmaşık algoritmalara bile gerek yok. Bütün kişisel veriler tek bir sistemde bütünleştirileceğinden, örneğin şöyle basit bir ilişki kurulabilir: Devlet, şirketlerle birlikte, kredi kartı ödemeleri üzerinden, her bir yurttaşın alkol ve sigara tüketimini saptayabilir. Bunları çok tüketenlerin ileride hastalanıp sisteme yük olacağını öngören sigorta sistemi, bu kişilerden daha yüksek ödeme talebinde bulunabilir, hatta sigorta hizmeti sağlamayı reddedebilir. Bu düzene ‘sigorta diktatörlüğü’ adını verebiliriz. Bu ifadeyi ilk kez burada kullanıyoruz.

Muhafazakar hükümetler elinde, bu reddiye, kimilerini vatandaşlık haklarından mahrum bırakmaya da dönüşebilir. Böylelikle devletler ve şirketler, birbirlerini yapboz gibi tamamlamış olurlar; el ile eldiven gibi birbirlerine uyarlar. Ayrıca, devletler yine ödemeler ve internet trafiği üstünden, kimin kime oy verdiğini saptayabilir ve buna göre yurttaşlık haklarında kesintiye gidebilir. Tüketici hakları da aynı biçimde gerileyecektir, insanların özeli kalmayacaktır.

Dede Olacağını Şirketlerden Öğrenmek

İnsanların özelinin kalmamasına verilen ilginç bir örneği burada analım: Bir giyim şirketi, genç kıza bebek giysilerine ilişkin broşürler postalamaya başlar. Kızın babası, bunda bir yanlışlık olduğunu düşünür. Gider, mağazayla konuşur. Şirketin kullandığı program, kızın alışveriş alışkanlıklarındaki değişikliklerden onun hamile olduğu sonucuna varmıştır; buna göre tarihi hesaplamış, doğum tarihi yaklaşırken bebek broşürleri postalamaya başlamıştır. Baba, dede olacağını şirketten öğrenir. Kızı, gerçekten de hamiledir.

Nesnelerin İnterneti Aslında Ne?

Bu çarpıcı örneğin ötesine geçilmesi de söz konusu: ‘Nesnelerin (aslında İngilizcesi’nden doğrudan çeviriyle şeylerin) interneti’ denilen akım, kullandığımız tüm elektronik araçların internet bağlantılı olması anlamına geliyor. Akıllı ev uygulamaları örneğinde, günlük hayatımızı kolaylaştıracağı söylenen bu düşünce, aslında devletler ve şirketlerce suistimal edilmeye oldukça açık. İşin kötüsü, bu, bir olasılık değil; bu suistimali, Çin’de şimdiden görüyoruz ve bu iş gizli kapaklı yapılmıyor. Bu suistimal biçimi de şudur: Çöpünde kaç tane kondom ya da ped olduğundan haftada kaç kez yıkandığına, evine kaç kişinin (ve hatta kimlerin) girip çıktığından evi haftada kaç kez temizlediğine kadar özel yaşama ilişkin her tür veri, büyük biraderler tarafından erişilebilir hale geliyor ve bu kayıtlar, şeffaf değil. Kaydı tutanların sizin hakkınızda ne yazdığını bilemiyorsunuz ve bu kaydı tutanlar, kim daha çok para basarsa verilerinizi ona satıyor. Diyelim, devlette bir işe başvuruyorsunuz; işe alınma ölçütlerini her açıdan karşılıyorsunuz; fakat işi alamıyorsunuz. Eskiden bu, hakkınızda tutulmuş bir dosya varsa ondan kaynaklanıyordu. Oysa şimdi o dosya çok daha kabarık ve özel yaşama daha fazla ilişkin. Örneğin, belki de işe, evinizi haftada beş gün değil de üç gün temizlediğiniz için alınmıyorsunuz; ya da alkol tüketiminiz dolayısıyla… Bunu bilemiyorsunuz. Hak ve özgürlük hareketleri cılız olursa, bu tür kişisel verileri kötüye kullanma uygulamalarının önünde herhangi bir engel olmayacak.

Nesnelerin internetine karşı, şu anda kullanmakta olduğumuz türden buzdolabı, fırın vb. bağlantısız elektronik araçları kullanmayı deneyebilirsiniz. Ancak, bir kez bağlantılı araçlar yaygınlaştığında, bağlantısız araçların üretimi durdurulduğunda ya da yavaşladığında (eski büyük cep telefonlarını düşünün), teknik servis hizmeti verilmediğinde, bağlantılı araçlar çeşitli nedenlerle daha cazip hale geldiğinde ya da pazarlama taktikleriyle cazip gibi gösterildiğinde, gözetim-denetim muhaliflerinin teknolojik değişime karşı koymak için pek fazla güçleri olmayacak.

Sürücüsüz Araçlar… Ya Kazalar? Ya Etik?

Sürücüsüz araçlardan heyecanla söz ediliyor. Gerçekten de bu araçların hayatı kolaylaştırması bekleniyor. Araç kullanamayacak olan yaşlı ya da engelli yurttaşların daha sosyal bir yaşamları olacak. Bu araçların kaza oranının ileride iyice düşmesi bekleniyor; çünkü içkili ya da uyuşturucu etkisi altında araç kullanmak söz konusu değil, dalgınlık, dikkatsizlik, ihmal ve yorgunluk gibi kaza etmenleri de ortadan kalkacak. Araba kaynaklı hava kirliliğinin de sürücüsüz araçların kullanımının yaygınlaşmasıyla azalması bekleniyor. Bilindiği gibi, birçok metro hattı zaten şimdiden sürücüsüz. Sürücüsüz arabalar, hem rutin hem de beklenmedik ve risk içeren öğelerle cebelleşmek durumunda. Bu nedenle, bir ölçüde otomasyon, bir ölçüde de yapay zeka ürünüler.

Ancak, sürücüsüz arabalar için yine de iki temel sorun var. Birincisi, kaçınılmaz kazalarda ne yapılacağı ve kimin sorumlu tutulacağı noktasında ve hepsinden önce, kaçınılmazlığın nasıl tarifleneceği. Örneğin, diyelim öyle bir durum oluyor ki, düz devam etmesi, geri gitmesi ya da durması olanaksız olan bir araç sağa kırarsa bir arabaya, sola kırarsa bir otobüse çarpacak. Otobüste daha çok insan olduğu varsayılarak, böyle bir durumda arabaya çarpsın diyelim. Fakat sonradan ortaya çıkabilir ki, otobüs, boş olarak garaja dönüyormuş ve araba, aile üyeleriyle tıka basa doluymuş. Ya da diyelim, araç içindeki insan sayısı için tarama programı var –ki bu program, birçok dış etmen nedeniyle iyi çalışamayacaktır, ama haydi çalıştı diyelim – ama meğer açı ve diğer nedenlerle, sonradan, arabaya çarpış hızının daha hafif, otobüse çarpış hızınınsa daha ölümcül olduğu ortaya çıkıyor. Burada 3 farklı ölçüt sıralamış olduk: Araç tipi, yolcu sayısı ve çarpış hızı. Bu listeye başka ölçütler de eklenebilir. Böyle bir durum, etik karar verme becerisi de gerektirir. Oysa etik ve yapay zeka kesişimindeki araştırmalarda henüz yolun başındayız.

Sürücüsüz Araçlar… Ya Kapitalizm?

Sürücüsüz arabalarla ilgili ikinci sorunsa şu: Sürücüsüz arabaya girilen kimi veriler, yanlış ya da yanlı olabilir. Araba şirketleri, kendi araçlarına övgüler düzer; sigorta şirketlerinin, verileri çarpıtmaya yol açacak belli bakış açıları vardır. Trafik kurbanlarının ve onların yakınlarının sağladığı veriler, daha farklı olabilir vb. Böyle yanlı ve yanlış verilerle dolu bir yapay zekanın sürdüğü arabaya binmek, insan sürücülü bir araca binmeye göre daha riskli olabilir. Araç kullanılırken, bir hata varsa, insan sürücüyü uyarırız; yapay zekayı ise nasıl uyaracağımız henüz belli değil. Yolcunun uyarısı, veritabanındaki verilerle uyuşmazsa ne olacaktır? Bu gibi sorular daha fazla araştırma ve uygulama gerektiriyor. Şimdiye dek konuyla ilgili olarak yapılan çalışmaların çoğu, sürücüsüz ve yolculu araçları değil, sürücüsüz ve yolcusuz araçları test ediyor.

Sürücüsüz araçların yaygınlaşmasıyla, kentlerde park sorununa bir ferahlama geleceği, daha az park alanına gereksinim duyulacağı ve buraların yeşil alan olarak kullanılacağı ileri sürülüyor. Ne kadar güzel bir düş… Keşke böyle olsa… Kapitalizm olmasaydı böyle olabilirdi. Şehrin göbeğinde büyük rant getirmesi beklenen birçok eski park yerine yüksek binaların dikilmesi çok daha olası…

Sürücüsüz araçlarla birlikte, araba sigortasının tarihe karışacağı iddiası doğru olabilir, ancak sigortacılığın tarih olacağı doğru değil. Gerekçelerden birini yukarıda andık (sigorta diktatörlüğü); diğeri ise şu: Sigortacılık zaten insanları korkutmaya ve risk algısına dayanır. Araba kazaları azalırsa onların yerine başka korkular ve riskler yaratılacaktır. Bunların gerçek olması gerekmiyor; önemli olan, potansiyel müşterilerin korkutulup yüksek risk altında olunduğuna ikna olması…

Sürücüsüz araçların yaygınlaşmasıyla, araba kaynaklı hava kirliliğinin azalacağı doğru, yukarıda zaten böyle söyledik; fakat bu kirlilik kaynağının yerini hızla artan endüstriyel kirlilik alacaktır, çünkü geleceğin ekonomisi daha çok çeşit ürünün çok sayıda üretimi üstüne şekillenmektedir ve doğa dostu üretim uygulamaları konusunda, dünya sermaye sınıfı çok da istekli değildir; bunlar fazladan harcama olarak görülmektedir. Gelecekte, çevre hareketleri güç kazanmazsa, sermaye sınıfı çevre kirliliğinin ve diğer ekolojik sorunların maliyetini ve sonuçlarını yurttaşlara yıkmaya devam edecektir.

Maliyetin Düşmesi Eşit Değildir Ucuzlamaya

Gelecekte elektriğin ucuzlayacağı ileri sürülse de, bu, tümüyle, ekonomi üstündeki düzenlemelere bağlı. Dünyanın birçok ülkesinde elektrik üzerinde devlet tekeli bulunuyor ve devlet, elektriği stratejik bir sektör olarak gördüğü için, elektriği en ucuza mal etmeye ve sunmaya çalışıyor. Ancak bir yandan da, neo-liberalizm güç kazanıyor ve elektrik sektörü özelleştiriliyor. Özelleşmeyle birlikte, düzenlemeler de hafifliyor ve özel sektör, elektrik fiyatı üstünde söz sahibi olmaya başlıyor. Bu trend sürerse, elektrik ucuzlamaz, pahalılanır; çünkü herkes elektriğe muhtaç olduğundan, düzenlemelerin olmadığı bir kapitalizmde, özel sektörün elektrik fiyatlarını arttırması karşısında herhangi bir engel bulunmamaktadır –yine ve bir kez daha, yurttaş hareketleri dışında. Bu tartışmadaki temel yanlış şudur: Bir ürünün maliyetinin düşmesi, onun otomatik olarak ucuzlamasını getirmez. Maliyetin düşmesiyle diğer seçenek, kâr payının artmasıdır.

Feminist Ütopya mı Varsa Yoksa Ataerki mi?

Sağlıkta birçok testin ileride telefonlar ve cep sağlığı aygıtlarıyla yapılabileceği doğru. Fakat az bilinen bir nokta da var. Sağlığın ve başka birçok sektörün otomasyonuyla birlikte, makineleştirilemeyen birtakım öğeler kalıyor. Bunların başında, duygulara dayanan insani ilişkiler, empati, bakım vb. geliyor. Rutin olan, yaratıcılık gerektirmeyen işler makineleşirken bunlar kalıyor. Geleceğin yükselen mesleklerinden birinin hemşirelik (ve genel olarak bakıcılık) olacağı ileri sürülüyor. Bakıcılık gibi işler, ataerkil toplum yapısında genellikle kadınlarla ilişkilendiriliyor ve üstelik, saygın, statülü işler olarak görülmüyorlar. Ancak makineleşmeyle birlikte bunların değeri artabilir. Bu da, bizi, kadınların, makineleştirilemeyen varlıklar olarak yüceltildiği feminist bir ütopyaya götürebilir. Elbette bu, olasılıklardan yalnızca biri. Bunun gerçekleşip gerçekleşmeyeceği, ataerkil öznelerle kadın hareketlerinin yapacaklarına bağlı.

Öte yandan, bunun tam tersine, yapay hukuk örneğini düşünürsek, yeni teknolojilerin ataerki başta olmak üzere toplumsal adaletsizlikleri iyice pekiştirip perçinlemesi de olası. Kimi araştırmacılara göre, geleceğin asıl sorunu, kontrolden çıkıp bizi aşacak ve böylelikle tehlikeli olacak yapay zekalar değil; asıl sorun, bu toplumsal adaletsizliklerin yapay zeka eliyle daha da kötüye gitmesi. Örneğin, Google’un kimi uygulamalarında çeşitli mühendislik alanlarına ilişkin iş ilanları yalnızca erkek kullanıcılara gösteriliyor; kadınlar bunları göremiyor; çünkü algoritmalar, zaten kadınların bu işlere başvurmasını ve işleri almasını düşük olasılıklı olarak görüyor. Bu basit örneğin, tüm verileri içeren bir sistemde çok daha büyük olumsuz sonuçları olacağı kuşkusuz…

Ya Dünya Barışı?

Coşku dolu geleceğin teknolojileri söylemi, şunu hep unutuyor, yukarıda andık: Birçok teknoloji, devletler eliyle öncelikle askeri amaçlı olarak geliştiriliyor. Aslında şimdiye dek anılan risklere denk bir tehlike tam da buradan kaynaklanıyor: Yapay zeka silahları. Daha şimdiden, düşman askeri ya da terörist diye sivil halkı vuran SİHA’ları yani silahlı insansız hava araçlarını görüyoruz. Bu araçların çok daha gelişmişlerine çok sayıda devlet sahip. İleride olası bir teknoloji-yoğun savaşta, çok büyük insan kayıpları gerçekleşebilir. Bunu önlemek de, dünya barış hareketlerinin gücüne bağlı olacak…

Sonuç

Görüldüğü gibi, gelecekte neler olacağı yalnızca teknolojik gelişmelere bağlı değil, aynı zamanda öznelerin yapacaklarına da bağlı. Özneler öngörülemez oldukları için, tahmin yapmak zor; fakat yine de, kimi olasılıkları ortaya serebiliriz. Biz tam da bunu yapmaya çalıştık. Geleceği insancıl bir gelecek yapmak için hepimizin çaba göstermesi gerekiyor, ucundan da olsa kenarından da olsa… Bizi nesneleştiren egemenlere karşı, özneleşmemiz gerekiyor. Yoksa bizi kapkara bir gelecek bekliyor…

1 Bu dergiler arasında öne çıkanlar şunlar: CT&F-Ciencia Tecnologia y Futuro, Futures, Futurist, Global and Planetary Change, Information Society, Science Technology and Society, and Technological Forecasting and Social Change.

TEILEN
Önceki İçerikKöprü Üstü Âşıkları
Sonraki İçerikStephen King, romanlarını nasıl kurguladığını anlatıyor.
1978’de İstanbul’da doğdu. Türkiye, Vietnam, Tayland ve Malezya’da 15 yıl ders verme deneyimine ve Yeni Zelanda (doktora), Avustralya (ortak proje) ve Latin Amerika’da (gazetecilik) araştırma deneyimine sahip bir akademisyen-yazardır. Araştırma ve öğretim konuları, iletişim, psikoloji, eğitim bilimleri, şehir plancılığı, Asya çalışmaları vb. gibi geniş alanları kapsamaktadır. Eğitimini Darüşşafaka, Boğaziçi Üniversitesi, ODTÜ ve yurtdışında tamamlayan Gezgin’in yayınlanmış 13 kitabı ve çok sayıda kitap bölümü, makalesi ve gazete yazısı vardır. Akademik çalışmalar dışında, çeşitli dergi ve gazetelere köşe yazıları yazmakta; şiir, şarkı sözü ve deneme türlerinde yapıtlar vermekte ve çeşitli ülkelerden şairleri Türkçe’ye kazandırmaktadır.