Ana Sayfa Kritik Gençliğin Baştan Çıkma ve Yola Gelme Rehberi Olarak Fesat

Gençliğin Baştan Çıkma ve Yola Gelme Rehberi Olarak Fesat

Gençliğin Baştan Çıkma ve Yola Gelme Rehberi Olarak Fesat

“Belki de gerçek eylem niteliğinde pek az şey bulunduğundan olacak, çiftleşmeler, cinayetler, anıtların yapımı, yol açma, bir tiyatro topluluğunun kaçırılması gibi şeyler biter serüven sayılıyor.” (Kitaptan)

Paul Nizan (1905-1940)’ın kaleme aldığı Fesat (La Conspiration-Komplo) hakkında yazmaya kitabın yurdumuzdaki yayın hikâyesi ve kitabı okumak noktasında sergilediğim kişisel girişimlerden söz ederek başlayacağım. Türkçe’ye Özdemir İnce tarafından çevrilen Fesat ilk olarak 1975’te Bilgi Yayınevince basılmış, 1996’da ise yine İnce’nin o dönem yayın yönetmenliğini üstlendiği Telos Yayınları ikinci baskıyı yapmış. Baskı adetlerini bilme imkânım olmamasına rağmen yaklaşık yirmi yıla denk düşen bu aralıklara dair 2017’de “yirmi bir yılda bir” döngüsünün hakkını vererek tamamlanmış diyebilirim. Elimdeki kitap, Özdemir İnce’nin “yapıtın aşırı Fransızlık’larını” yumuşatabilmek adına dipnotlarla zenginleştirdiğini belirttiği güncel bir önsözü içeren son baskıdan…

Evvela yurdumuzda şu ana değin yalnızca üç baskısı yapılan Fesat’ın bu kadar az ilgi görmesi dikkatimi çekti. İnce her ne kadar ilk baskıyla ikincisi arasındaki kopukluğa doğrudan bir gerekçe göstermeyerek ilk baskı sürecindeki düzeltmenin ölümü ve dolayısıyla kitabın hatalı, üstelik son bölümünün eksik basıldığını söylese bile tek nedeninin bu olabileceğine inanmak güç. Roman ancak yirmi yılda bir basıldığına göre yurdumuz okurunda beklenen etkiyi yaratmadığını öne sürebiliriz. Yahut beklenen etkiyi az-çok okunmasıyla ölçmek yerine okur üzerinde yol açacağı düşünsel izlere yoğunlaşmak isabet olacaktır. Fakat benim bu izler hakkında da genel yorumlar yapabilmem pek mümkün değil. Her okur gibi ben de kişisel deneyimlerimi aktarmaya çalışacağım.

Kişisel okuma gayretime dönersek. Fesat’a tam üç kere başlayıp üçüncüde bu kez iki günde bitirebildim. İlginç bir istatistik olabilir diye ekleyeyim. İlkinde çeyreğini, ikinci denemedeyse yarısına yakın bir kısmımı okumuştum. Kitabın az baskı yapması ve kişisel deneyimim yan yana gelince kuşkusuz şu yoruma kapı aralanıyor: Fesat pek kolay tüketilebilen bir serüven anlatısı değil. Kişisel deneyimim üzerinden romanın, edebi yetkinliği dışa vuran tasvir gücünün sular seller gibi akması beklenen bir gençlik macerasını yavaşlattığını, zengin bir dil ile aktarılan sınıfların, mekânların ve durumların yer yer olayların önüne geçtiğini öne sürebilirim; fakat diğer yandan Fesat’ın “referans kitap” olarak nam salması aklımı kurcalıyor.

Fesat denince akla Dostoyevski’nin bir siyasi hücrenin hüzünlü macerası biçiminde kabaca aktarabileceğimiz Ecinniler‘i, Jorge Semprun’un Neçayev Dönüyor‘u ve küçük burjuva devrimci maceracılığını ele alan yaklaşımlar da geliyor. Örneğin Yeşim Dinçer Ecinniler’in Gölgesinde adlı incelemesinin son bölümünde bu üç romana dair matruşka benzetmesi yaparken Paul Nizan’ın da Jorge Semprun gibi Fransız Komünist Partisi’nden istifa eden eski bir üye olduğunu belirtiyor (2009, s.181-182). Öte yandan bu zincirin son halkası sayılabilecek Neçayev Dönüyor bahsi geçen iki romandan alıntılarla açılıyor.

Esasında Neçayev Dönüyor’un da ciddi bir okur kitlesine ulaşmadığı söylenebilir. Ayrıntı Yayınlarının polisiye türe ayrılan Kara Ayrıntı serisinde değerlendirdiği eserin baskısı tükenmiş ve bir internet satış sitesinde “telifi bitti” notu düşülmüş.

Öyleyse Fesat hakkında değerlendirmelere geçmeden önce küçük burjuva maceracılığına atıfta bulunan romanların Türkiye’de pek karşılık bulamadığını saptamakla yetiniyorum.

Fesat’ın Öyküsü ve Fesat Kimin Öyküsü?

Romanın son baskısında arka kapakta Sartre’nin görüşlerine yer verilmiş Sartre Fesat’ı, Marks’ın meta fetişizmini çözümlediği bir yetkinlikte hareket halinde olan bir kavram olan gençliğin çözümlenişi biçiminde anıyor. Gençliğe atfedilen bu dinamizm romanda bir çocuk kalma-erginleşme çatışması olarak aktarılırken bir zamanlar genç olanların kahramanı olduğu Fesat kimilerinin tercihleri doğrultusunda büyüdüğü, büyümek zorunda kaldığı, kimilerinin çocuklukta ısrar edişine eğiliyor. Bu noktada, küçük burjuva maceracılığının bir gençlik yanılsaması olmasının ötesinde çocukluk duygularının, anılarının yansıması gibi bir anlam taşıdığı da kitabın temel yargıları arasında yer alıyor.

Fesat, iki dünya savaşı arasında, 1928 yılında başlayıp birkaç yıllık bir sürece tanıklık ederken Fransa’nın en saygın okullarından olan Yüksek Öğretmen Okulu’ndan bir grup aydın öğrencinin devrim tutkusuna ve bu tutkudan ziyade devrimcilik perspektiflerine eğiliyor.

Rosenthal, Laforgue, Bloye, Jurien ve Pluvinage adlı beş gencin “İç Savaş” dergisini yayınlamaya karar verişleriyle açılan roman gerek derginin gerek gençlerin akıbetini ve çeşitli şekillerde sonlanan savruluşları konu alıyor. Kitapta sırasıyla Rosenthal, Pluvinage ve Laforgue’un geçirdiği evrimler aktarılırken dönemin Fransa’sına siyasal ve toplumsal açılardan adeta ayna tutuluyor. Bir bakıma İç Savaş gençler için nasıl kendilerini eyleyecekleri bir araç anlamı taşıyorsa gençlerin hikâyesi de dönemin siyasal atmosferinin hangi köklerden beslendiğine dair ortaya sürülen fikirlere payanda ediliyor. Romandaki kahramanlar kendi varoluş ve yok oluşlarından ziyade temsil ettikleri çizgiye ve o çizgiye katılma motivasyonlarına dair ibretlik çıkarımlara vesile oluyorlar.

Fesat’ı Ecinniler’den ayıran fakat aynı zamanda yine bu romana yakınlaştıran vasfı da kahramanlarının hikâyesi sona erdiğinde geriye alınması gereken nice dersler bırakması. Ecinniler’in meşhur Stephanoviç Verhovenski’si Rus devrimci Sergey Neçayev’ini kişiliğine göndermeler barındırırken Fesat’ta doğrudan yahut dolaylı bir benzetmeye yer verilmiyor. Ancak bir zamanlar devrimci çevrelerde bulunmuş, onları yakından tanıma fırsatı edinmiş Dostoyevski’den farklı olarak Fesat’ın yazarı Paul Nizan, romanına mekân olarak kendisinin de okuduğu okulu seçiyor ve bu tercih anlatısında kendi başından geçmesi muhtemel ilişkileri kullanabileceği ihtimalini düşündürüyor.

Peki, Fesat bu arkadaş grubundan kime daha çok eğiliyor ve yazar hangi karakterinin bakış açısını öne çıkarıyor? Roman daha çok baskın biri görünüm sunan, derginin de teorisyenliğini yapan burjuva kökenli Rosenthal’in öyküsünü sivriltirken son bölümünde Pluvinage’ın tahlilini yapıyor. Laforgue ise kitabın görünmez kahramanı… Rosenthal ile en yakın ilişkiyi kuran ve derginin beyninde yer alan Laforgue anlatıya da son noktayı koyuyor.

Bu beş arkadaştan Jurien ve Bloye’aii ayrıntılı değinilmezken ülkenin örgütsüz aydınını temsilen Regnier, Komünist Partisi’ni temsilen Carre ve siyasi polisi temsilen Messart romanda kendi görüşlerini aktarma fırsatı buluyor. Özellikle Regnier’in düşünceleri “bir siyah defterden parçalar” biçiminde anlatının anlamlı bir yerinde araya girerek gençliğin içinde bulunduğu duruma ve örgütsüz aydının çaresizliğine yönelik eleştirel bakış getiriyor.

Öte yandan romanda burjuva sınıfı da Rosenthal’in ailesi ve sosyalistler Laforgue’un babası üzerinden duruşunu, siyasi gelişmelere yaklaşımını ortaya koyabiliyor.

Fesat’ta Ecinniler’deki kadar olmasa bile “kurban” konumunda tarif edebileceğimiz Andre Simon adında orduda casusluk yapmaya zorlanan bir genç de bulunuyor. Simon, Ecinniler’den İvan Şatov gibi örgüt içi bir cinayete kurban gitmiyor, askeri mahkeme tarafından çarptırıldığı hafif bir cezanın peşi sıra kendisine duyulan güveni sarsmış olarak hayatına dönüyor ve hikâyeden tamamen çıkıyor.

Fesat’ta yazarın hangi karaktere yakınlık duyduğu tam anlamıyla açığa çıkmıyor ancak kendi babası gibi babası işçilikten mühendisliğe geçen Laforgue ile aralarında sınıfsal bir yakınlık kurmak mümkün. Hikâyeyi Laforgue’un son derece belirsiz bir gelecek tasarısıyla noktalaması ve gençlik heyecanları içinde anlatıcıya has bir kontrol gücüyle kendini dış etkilerden yine en çok bu karakterin koruyabilmesi yazarın da Laforgue’a daha çok katıldığı yorumunu yapmamıza olanak tanıyabilir.

Siyasi atmosferin ele alınışı ve karakterlerin eylemsel süreçleri

Fesat kuşkusuz siyasi roman üst başlığında ele alınabilecek bir eser ve bu yönüyle Neçayev Dönüyor’a nispeten Dostoyevski’nin Ecinniler’ine daha yakın. Edebi bakımdan da siyasi polisiye şeklinde tasarlanan Neçayev Dönüyor’a kıyasla nitelikli. Bu üç romana dair matruşka benzetmesine yol açan ufuk birliği ise gençlik, illegalite, komplo temalarını merkeze alışı ve olayların derinleştirilmesinde intihar, cinayet ve ihanet gibi öğelerin öne çıkarılışı ile açıklanabilir.

Fesat’ı Ecinniler’e mesafesi üzerinden tarif etmek istemiyorum fakat siyasal atmosferin izahı için bazı tema ve karakter benzerliklerini açmakta fayda var. Yukarıda saydığım gençlik, illegalite ve komplo temaları her iki kitabında çekirdeğini meydana getiriyor. Fesat’ta da kahramanların çoğu arayış ve bunalım içinde çırpınan, gel gitlerinin kılavuzluğunda ülkeyi, dünyayı yorumlamayı düstur edinen gençler arasından seçilmiş. Kahramanların gençler içinden seçilmesi, hataların teşhirine, yargıların keskinliğine ve komploculuğun bir siyasi yöntem olmanın ötesinde toyluk kusuru olarak anılışına imkân sağlıyor. Ecinniler’de olduğu gibi Fesat da bir illegalite ve iç illegalite tartışması ekseninde yön buluyor kendine. İç Savaş adlı bir propaganda yayınına orduda casusluk ve ne işe yarayacağı belirtilmemiş bir üretim kazanı planlarının kopyalanması gibi komplocu faaliyetler eşlik ediyor. Bu faaliyetlerin ucu bir yere bağlanamıyor ve illegal örgüt, henüz hiçbir eyleme kalkışamadan dağılıyor. Romanda Komünist Parti’nin kapsayamadığı ateşli fakat kendilerini tamamen feda etmekten ve merkezi bir iradeye bağlanmaktan çekinen bu gençlerin illegal yapılarına hassasiyetle yaklaştıklarını görüyoruz. Örneğin Rosenthal’in Laforgue’a yazdığı bir mektupta şu ifadeler geçiyor.

Toplayacağımız bilgilerin gidecekleri yere aktarılmaları, uygulama yönünden değil de, daha çok ahlaki açıdan bir sorun getirmektedir: Bu ulaşımın anonim bir biçimde yapılmasının kaçınılmaz olduğu kanısındayım. Gönderdiklerimizi alacak olanlarla, ki bunlardan kuşkulanılmaması gerekir, bizim aramızda hiçbir ilişki kurulmamalı (Nizan, 2017, s.71).

Burada altı çizilen anonimlik, gençlerin yapacakları işlerin ne olması gerektiğini kestiremeyişlerine rağmen uygulamada titizliği ve iç illegaliteyi benimsediklerini gösteriyor.

Buradaki illegalite – iç illegalite tartışması Ecinniler’de Verhovenski’si vasıtasıyla komploculuğa bağlanıyordu. Fesat komploculuğu ve ihaneti öne çıkarmasına karşın faaliyetlerini kararsız bir genç topluluğun hevesleri doğrultusunda sınırlandırıyor. Dolayısıyla çılgın bir karakterin yönettiği illegal örgütü çıkarları ve ruhsal doyumu uğruna kullanması retoriğine Ecinniler düzeyinde rastlanmıyor. Fesat’ın da çılgın, ruhsal yönden aç bir karakteri var: Rosenthal. Rosenthal için de başkalarını kullanmaktan, ateşe atmaktan geri duran, düzenin insancıl şeklinde pazarlanan duygularına teslim olan bir genç diyemeyiz fakat o, Verhovenski kadar ileri gitmiyor, belki de kültürel kaynakları ve 20’ler Fransa’sının şartlarından ötürü gidemiyor.

Fesat’ta olayların derinleştirilmesinde ve sonuçlandırılmasında ihanetin, aşkın ve intiharın belirgin rolünü görüyor ne var ki bir cinayetle karşılaşmıyoruz. Bu unsurların anlatıdaki vurgusunu iki romanın karakter kullanımı üzerinden karşılaştırabileceğimi umuyorum. Ecinniler Fesat’a göre eylemin ve suçun somutlaştığı bir roman. Ecinniler komplo etrafında dönerken eyleme geçişi de mümkün kılıyor. Eyleme geçiş siyasi cinayetleri de peşine takıyor ve Verhovenski’nin örgütü muhbirlikle suçladığı İvan Şatov’u soğukkanlılıkla öldürüyor. Fesat’ta bir ihtimal eyleme geçilemediğinden böylesi bir cinayet yer bulmuyor. Peki, Fesat’ın Verhovenski’si kim olabilir? Sanırım Fesat’ta bu denli gözü kara biri bulunmuyor. Rosenthal böyle bir karaktere evirilmiyor ve coşkusunu kişisel devrimi saydığı aşk ile başka bir tarafa kanalize ediyor, dahası kazandığı bu yeni mevzi onun siyasetten de neredeyse tiksinmesini sağlıyor. Verhovenski’nin ise siyasetten uzaklaşma şansı yok ve o heyecanını başka bir alanda körleyemiyor.

Rosenthal’de beliren bir diğer Ecinniler karakterinin ise Prens Stavrogin olduğunu söyleyebiliriz, intiharda birleşen yazgılarının suça karışma anlamında aynı derecede sorumluluk taşımadığını not düşmek kaydıyla. Stavrogin tam bir pişmanken intihar ediyor, Rosenthal pişmanlık duymaya fırsat dahi bulamıyor. Şu satırlar Rosenthal’in kararsız intiharını açıklıyor. “Yaşadığı fırtına ve ardından gelen durgunluk, birdenbire korkunç saçma göründü ona. Catherine’i artık sevmiyordu bile ve çalınmış bir ölümle ölecekti” (s.187).

Rosenthal’in çalınmış ölümü kararsız intiharını öne çıkarıyor. Diğer yandan Fesat’ta bir Krilov da görünmüyor. Krilov Ecinniler’de hiççiliğin, anlamsızlığın sözcülüğünü yaparak bir özgürleşme eylemi biçiminde tasavvur ettiği mantıksal intiharı‘nı savunuyordu. Krilov’un intihar ederken pişmanlık duyduğu açıktı fakat pişmanlığının ölmekten yana mı yoksa bir hilebaz (Verhovenski) tarafından kendini öldürmeye zorlanışından mı esin bulduğu anlaşılmıyordu. Rosenthal’in intiharında Prensin suçluluk duygusunu ve Krilov’un pişmanlığını bulabiliriz. Ancak yinelersek Rosenthal intihar ettiği sıra ne Prens kadar suçluluk duygusunun hüküm sürdüğü bir boşluktaydı ne de Krilov kadar intihar eyleminin açmazlarını ve kazanımlarını muhakeme ederek tüketmemişti.

Eserde ihanetin iki ucuna da yer veriliyor. Devrimcilerce ordudan bilgi sızdırması için ayartılan apolitik er Simon ve Komünist Parti’nin bir yetkilisini ihbar eden Pluvinage. Simon’un casusluğu gülünç denebilecek bir biçimde son buluyor. Rosenthal’in duyduğu hayranlıktan dolayı hayır diyemeyen, kendi dünyasına sıkışmış bir yaşam sürmekten memnun er yakalandığında lise arkadaşını ele vermeyecek bir ergenlik tavrı geliştirerek biraz da postacılığını yaptığı çavuşun yardımı sayesinde ucuz yırtıyor. Çavuş erin iş bilmez bir aydın olduğunu ve heyecanına geniş düşüp bir roman yazmak üzere askeri bilgileri kopyaladığı yalanını ortaya atıyor. Üst rütbeliler bu yalana inanınca romandaki bir ilk casusluk çabası birkaç mahalle hakkındaki bilgilerin sızdırılması haricinde başarısızlıkla son buluyor.

Pluvinage’ın ihaneti ise daha içeriden ve sonuçları bakımında daha bağlayıcı bir taraf taşıyor. Pluvinage ihaneti gençlik grubunun değil yeni üye olduğu Komünist Parti’nin aleyhine gerçekleştiriyor.

Romanda Komünist Parti genellikle olumlu anılırken ve onlarca siyasetçinin adı geçerken tüm siyasi hattı beş kişilik grubun çizdiğine tanık oluyoruz. Regnier, Carre gibi örgütlü yahut örgütsüz aydınlar fırsat buldukça görüşlerini belirtseler de bu görüşlerin gençlerin heyecanı ve amaçsız planları yanında esamisi okunmuyor. Kısacası Fesat politik bir dönemi çoğu burjuva kökenli gençlerin gözünden değerlendirerek mesajını da siyasal bir çatışmanın taraflarını karşı karşıya getirmek yerine bilinçli olarak daraltıyor.

Fesat’ta Sınıfların Durumu ve Pluvinage’ın Bulanık İhaneti

Fesat’ın siyasi roman bağlamında değerini artıran önemli bir etmen de sınıfların durumunu son derece etkileyici ele alması ve kahramanlarının yazgısını sınıfsal kökenleriyle bağdaştırmaya dönük yorumlara olanak sağlaması. Kitabın arka kapağından şu cümleleri aktarma gereği duyuyorum. “Çatışmalarla dolu bir dünyanın ortasında yönünü bulmaya ve zalimleri devirmeye niyetlenen farklı sınıfsal kökenlerden bir grup üniversiteli genç, toyluklarını alabilmek, işçilerin arasına katılabilmek, iktidarı ele geçirebilmek için neler yapmalı? Gençler, devrimci bir savaşım içerisinde gerçekten sınıfsal kökenlerini alabilir mi, yoksa “gençlik macerası” herkesin kendi kökenine dönmesiyle mi sonuçlanır?

Yukarıda alıntılanan satırlar aşağı yukarı eserin gidişatına ve kahramanların çekildikleri mevziiye işaret etmesi bakımından bir hayli anlamlı. Yalnızca” işçilerin arasına katılabilmek” önermesi biraz iddialı duruyor zira İç Savaş dergisini çıkaran bu gençler savaşlarını sürdürürken talihin cilvesi diyebileceğimiz bir tesadüfle kendi iç dünyalarındaki savaşa gömülüyorlar. Sebepleri değişse de sonuç değişmiyor. Rosenthal yengesini baştan çıkartarak rüştünü ispatlama gayretine esir düşerken Pluvinage kıskançlığının ve arkadaşlarına duyduğu, sürekli bastırmak zorunda kaldığı öfkenin etkisiyle ihanete sürükleniyor. Öyküleri detaylandırılan bu üç genç arasında en aklı başında görünen Laforgue ise romanın sonunda ağır bir hastalık geçirerek ayrıntılarını paylaşmadığı yeni bir yaşama başladığını duyuruyor. Bu gençlerin işçilerle bağ kurmaya çalıştığı veya onların çıkarları uğruna siyaset ürettikleri söylenemez. İç Savaş vesilesiyle kurdukları ilişki şöyle geçiyor eserde.

İç Savaş, ilk aylarda çok oyaladı onları: O sıralar, bu serüvendeki en önemli şeyden kuşkulanmıyorlardı. Bu, onlara bol bol kitap okuma, işçilerle ilk ilişkileri kurma şansını sağlamıştı (s.53).

Bu ilişkilere karşın Nazin grubu tahlil ederken şu ifadelere yer veriyor.

Ürünü oldukları burjuvaziyi, kıyıcı ve tehlikeli olduğundan çok, budala buluyorlardı. Bu sınıfın yıkılıp ortadan kalkacağından hiç kuşkuları yoktu. Ama işçiler uğruna savaşmak akıllarının ucundan bile geçmiyordu, işçilerin de böyle bir şey bekledikleri yoktu ya zaten, onlar kendileri için savaşacaklardı (s.52).

Nazin’in tahlili kendini aydın olarak tanımlayan bu genç grubun işçilere ve sınıf mücadelesine duydukları aykırılığı ele veriyor ama diğer yandan grubun kendini toplumdan yukarı görüşü Rosenthal’in şu ifadelerinde vücut buluyor.

İnsanlar can çekişiyorlarsa, bunun nedeni, yalan kabuklarının altında soluksuz kalmış olmalarıdır. Bu miskin ördeklere niçin öldüklerini biz söyleyeceğiz. Hepsi bize kızacaklar, hiç kimse hoşlanmaz kendi gerçeğinden. Marx, kendileri istemeseler de, insanlara kendi özlerinin bilincini vermek gerektiğini söyler. Bilinci sevmiyor bu insanlar, ölümü seviyorlar (s.55).

Rosenthal’in insanlara dair sarf ettiği bu sözlerde belli bir üstünlük ve kibir okunuyor.

Pluvinage için ise sınıfsal kökeninden ötürü işçileri anlamaya daha yatkın diyebiliriz fakat onun partiye üye oluşunda da esas motivasyonun arkadaşlarını aşmak olduğu anlaşılıyor. Pluvinage buna karşın ihanetini açıkladığı mektubunda şu satırlara yer veriyor.

Arkadaşlarım neşeliydiler, gülmesini biliyorlardı, ağzından İnsan ve İnsanlık’ı düşürmeyen sizlerden çok daha iyi insandılar. Kin nedir, hınç nedir, hiçbirini bilmiyorlardı, hepsi sağlıklı işçilerdi. Beceriksizse seçilmiş sözcüklerinin altından hayatın anlamı fışkırıyordu (s.222).

Pluvinage işçilerin insanlıklarına hayran kalırken asıl olarak bir aydın diye kendine tuhaf bakmayışlarını önemsiyor.

İşçilere bakış üzerinden gençlerin sınıfsal kökenlerine eğilebileceğimizi umuyorum.

Pluvinage dışında grubun tamamı orta-üst sınıflara dâhil… Rosenthal grubun en varlıklısı… Babası bir borsa simsarı. Bu genç nefret etmesine karşın belki de konforunu yitirmek işine gelmediğinden ailesiyle bağını koparmayı reddediyor, sık sık aile evinde kalıyor hatta tatile birlikte çıkıyorlar. Zaten yengesi ile yakınlığı da bu tatil esnasında gelişiyor.

Laforgue babasını küçümseyen bir tavra sahip. Babası işçilikten mühendisliğe geçmiş, teknik kafayla düşünen, kontrolü bir kişilik taşıyor. Dahası bu baba oğlunun aşırı devrimci çizgisini onaylamamakla beraber Laforgue’un kendisi gibi bir mühendis olmayışından üzüntü duyuyor.

Grubun yoksulu ise Pluvinage! Bu genç henüz kitabın başında diğerlerinden ayrı bir yere konuyor. Hem arkadaşlarının hakkındaki düşüncelerinden hem yaşadığı mahalleden Pluvinage arkadaşlarını bekleyen geleceğe erişemeyecek bir görüntü sergiliyor. Pluvinage için eşitler arasında sonuncu demek doğru olacaktır. Bu sonunculuğunu ise sınıfal kökenine yorabiliriz. Babası basit bir memur olan gencin dramını tüm çocukluğunu, ilk gençliğini ve aile ilişkilerini anlattığı mektubunda şahit oluyoruz. Pluvinage’ın bu kökeni grupta da zayıf halka görülmesinin zeminini hazırlıyor yahut en azından Pluvinage böyle düşünüyor. Arkadaşlarını kıskanan, muhabirliği görece yoksul bir aileden geldiği için kendisine yakıştırdıklarını ifade eden Pluvinage’a değineceğim.

Varacağımız bir nokta şu olabilir. Devrimci bir gençlik örgütü kuran, özünde ise eyleme geçmek amacıyla dergi yayınlamaya başlayan bir aydın çevresinden ibaret olan bu gençler kendi köklerine dönmek durumunda kalıyorlar. Bu geri dönüşlerinde alışkanlıkları, arzularının dönüşümü ve belki her şeyden öte ailelerinin adı konulmamış baskıları yol oynuyor. Gençlere izleyecekler rotalar çok evvelden çizilmiş ve bu gençler kendi devrimlerine duydukları güçlü tutkuyu İç Savaş’a ve ülkenin politik koşullarına kanalize ediyorlar. Avrupalı felsefecileri sayarken de onlara söverken de aslında ailelerine, kültürlenme süreçlerine doğru bir adım atıyorlar. Gençler siyasete yönelirken atalarını aşmanın peşine düşüyorlar. Babaları, dedeleri gibi bir yaşam sürerlerse onlara benzeyeceklerinden şüphe duymuyorlar. Siyaset ve devrimcilik sığınılacak bir liman biçiminde nitelendirilir. Öte yandan gemilerine “aydın” adını verdikleri de aşikâr.

Babanın yazgısından kaçma eğilimi Pluvinage’ın ihanetinde tüm çarpıcılığıyla karşımıza çıkıyor.

İhanetini açıkladığı mektubunda şöyle diyor Pluvinage.

Bizler orada yaşıyorduk. Her zaman. Babamın dostları, meslektaşları da bizim gibi orada yaşıyorlardı; ölü ilaçlayıcılarının, mumyacıların da aynı şekilde, kendi aralarında, yaşıyor olmaları gerekir, diyorum kendi kendime, pis işlerde çalışan işçilerin, casusların, polislerin, ölümün ve can çekişmenin memurlarının yazgısı bu; bunu on beş yaşımdayken hissediyordum ve iyileşmeyeceğime inanmam için bir yığın neden var (s.211).

Pluvinage bu nedenler arasında aydın çevresinde içten içe dışlanışını da gösteriyor ancak ilginçtir ki aynı genci Komünist Parti’ye götüren motivasyon salt arkadaşlarından bir adım ileri geçme kaygısıyla açıklanamaz. Pluvinage komünistlere yakınlık duyuyor çünkü burjuva arkadaşlarının “işçiler kendi başlarının derdine bakar” ifadelerindeki bir baş da tam olarak yine Pluvinage’ın kendisine ait. Aslında bu noktada ihanetin ilkin küçük burjuva maceracılığına yöneltildiği fakat hedefin şaşıp Komünist Parti’yi isabet aldığı öne sürülebilir. Pluvinage Komünistlere katılırken aydın çevresine üstü kapalı bir ihaneti vurguluyor ve “benim bu çevrede yerim yok” itirazını ete kemiğe bürüyor. Nedir ki çıplak gözle pek sezilemeyen bu ilk ihaneti daha somut ve kendi sınıfına dönük bir ihanet izliyor. Çomağı tam buraya sokmak olasıdır. Pluvinage aydın kimliğiyle kaçtığı sınıfından intikam mı alıyor? Yahut aydın kimliğini kendine açıkladığı kıskançlık duygularıyla maskeleyerek sınıfından kaçmak için mi kazanıyor? Pluvinage ihanetten çok başarısız bir sınıf atlama hikâyesinin mi kahramanı?

Fesat biterken nedamet getiren Laforgue ve kendi sınıfına dönüp oraya da ait olamayacağını kavrayınca tümden bir yokoluşa sürüklenen Rosenthal, sınıflarına duydukları tiksintiye rağmen orada var olmayı veya imha olmayı yeğlerlerken diğer bir deyişle sınıf intiharı faslını kendi yordamlarınca kapatırlarken olan Pluvinage’a oluyor. Pluvinage’ın gönül rahatlığıyla dönebileceği bir “her zaman” kalmıyor. Kendi zamanını sabote ediyor bu genç üstelik kendi yazgısına (kendi sınıfına) kavuşmak yolunda. Pluvinage mektubunda şu satırlara da yer veriyor.

Bir ele verme hiçbir şeydir, söylenen bir cümledir, bir cinayetten daha az tiyatrovaridir, ne bir polis romanından bir parçadır, ne de acılı bir opera sahnesidir, ama bir cinayetten daha onarılmazdır, daha güçtür, derinlerde oluşan bir değişimdir, bir sıçrama, bir kopma, bir ölümden sonra dirilmedir: Montaigne’in ölülerden söz ederken söylediği gibi varlıkdışı’dır insan (s.231-232).

Pluvinage’ın kendini varlıkdışı saymasını, bilincini esir alan çelişkilere bağlayabiliriz. Memurluğa dönüyor Pluvinage fakat babası gibi esen değil!

Babayla çatışmanın bir diğer başarısız örneği: “Gençlikten Çıkan” Laforgue

Fesat, son sözü Laforgue’a bırakıyor çünkü Laforgue romanın son bölümünde ölümcül bir hastalığı zar zor yenebilmesine karşın Rosenthal ve Pluvinage gibi ölüme, ihanete bulaşmadan, elini ve zihnini hiç kirletmeden bir hastane odasında yeniden doğuyor. Laforgue’un yeniden doğmasında şaşırtıcı bir taraf görmüyorum. Ölüme ve ihanete edilen şahitlik bu gencin anlatı boyunca kendini koruyan sağduyusunu ve iş bilirliğini bir kez daha uygulamaya dökmesine ortam hazırlayarak rahata çıkmasını sağlıyor. Devrimci sebepler dışında ölündüğünde ve yine devrimci sebepler dışında ihanet edildiğine göre devrimcilikte ısrar etmek için bir fayda görmüyor. Hatta yitip giden iki arkadaşı gibi köküne dönmek üzere bir tren garında beklerlen geride kalan Bloye ve Jurien ile şöyle bir gelecek bile hayal edebiliyor.

Taşrada bir süre öğretmenlik yaptıktan sonra, en çok on yıl sonra, eşler ve çocuklarla birlikte tekrar buluşacaklarını hayal ediyordu: Eşler ve çocuklar birbirlerine ters ters bakacaklar ve hep birlikte susmamak için Yüksek Öğretmen Okulu ve Sorbonne döneminin artık tavsamış anılarından başka bir şeyleri olmayacaktı (s.234).

Denebilir ki gözü kapalı dalınan bunca macera, çekilen bunca çile ve kazanılan bunca deneyim tavsamış anılara dönüşür mü? Laforgue için dönüşebilir diyebiliriz o maceraya en az atılan, çileyi en az çekendi öte yandan ve daha önemlisi o deneyimleri anlamlı kılmanın yolunu gençlikten çıkmanın yoluna indirgemişti.

Laforgue babasını aşmaya çalışan ve babasını aşmanın yolunu kitaptaki diğer karakterler gibi babasına benzememekten geçtiğine inananlardan. Oysa babası gibi hesaplı ve hesapçı düşünmenin hayaleti daha ilk satırlardan itibaren bu gencin gölgesi oluyor. Fesat Rosenthal’in dergi için fikir öne süresiyle açılıyor. Laforgue bu öneriye katılırken şu soruyu sormadan edemiyor: “Ama bu adı kullanma hakkını daha önce başkalarının almadığından emin misin?” (s.17) Harekete geçememenin kusuru Laforgue’da ihtiyat biçiminde daha ilk andan itibaren beliriyor. Tüm arkadaşları bir şekilde yoldan çıkarken kendi dertlerine dönerken derginin çıkarlarını yine en çok gözeten Laforgue oluyor. Rosenthal’i dergiyi boşlamakla itham eden yine Laforgue. Laforgue’un davasına neredeyse teknik bir duyarlılıkla sadakat duyduğunu öne sürebiliriz. Bu genç bulunduğu mevziiyi yitirmekten yana endişe duyuyor. Biraz abartılı olacak ama mühendis babası nasıl bir makinenin bozulmasından endişe duyacaksa Laforgue da derginin bozulmasından, mevziinin dağılmasından endişe duyuyor ve ancak mevzi tamamen dağıldığında bulunduğu yeri terk edecek bilince erişiyor.

Laforgue hareketsiz, izleyen, gayrinizami notlar alan bir denetleyici kimliği taşıyor adeta. Yoldan çıkıldığında uyarıyor ama yolun nereye gittiğini, hareket edilip edilmediğini pek dikkate almıyor.

Laforgue asıl çatışmayı babasıyla yaşıyor, onun iç savaşı da babasıyla. Rosenthal’e yazdığı bir mektubunda aile yaşantısının yavanlığından ve daha çok babasından yakınan Laforgue şu dikkat çekici sözlere yer veriyor.

Babam politeknikli ve mühendis konumuna giderek daha çok uyuyor, hakkında neredeyse hiçbir şey bilmiyorum: Kabuklarının çatlaması ve onların sardığı insanın ortaya çıkması için hastalanması ya da birdenbire toplumsal bir felakete uğraması gerekiyor hiç kuşkusuz. Şimdilik dayanılmaz bir kendini beğenmişlik ve mesleki gurur sergiliyor (s.154).

Laforgue’un babasına dönük eleştirilerinde tekniğe körü körüne bağlılık ve bu bağlılığın yol açtığı gurur öne çıkarken kapalı bir kişilik olarak betimlediği babasının bir hastalık neticesinde kendini ele vereceğini savunması altı çizilmeye değer görünüyor. Laforgue da bir hastalık sonucu gençlik kabuklarını kırıyor ve büyüdüğünü fark ediyor. Yeni bir hayata başlayamaya karar verişi ise şöyle ifade ediliyor.

Her şey başlıyordu, büyük bir öfkeyle var olmak için yitirilecek bir saniyesi yoktu artık; gerçekten ölmediği için, boşa çıkmış girişimlerin büyük oyunu sona ermişti.

‘Seçim yapmak gerekecek. Yaşamın üzerini örten hayallerin zamanı geçti… Yoğunluğu aramak gerekecek… Önemsiz şeyleri feda etmek gerekecek’ (s.239).

Bu satırlarda Laforgue yaşamının üzerini örten hayallerden bahsediyor. Babası için de bir kabuktan bahsediyordu. Yine Laforgue aranması gereken bir yoğunluğu gündeme getiriyor. Babasını tanıyamadığını söyleyen kendisiydi. Öyleyse evlat Laforgue bir hastalık geçirerek, arkadaşlarının felaketini gözlemleyerek bir basamak atlıyor ve babasına doğru ivme kazanıyor. Erkekliği ve babasını bulabilen Laforgue, babasına benzememenin yöntemini bulamıyor. Bu yöntem babasının kazan planlarını bulmaya benzemiyor. Maalesef titizlikle kat edilen bir yolda bile teknik değil geçirilen ağır bir hastalık gibi rastlantılar rehber oluyor.

Rosenthal’in Aile sabotajı: burjuva karşıtlığından burjuva rekabetine esen gençlik rüzgârı

Fesat’ta öyküsü aktarılan Rosenthal de ihtilalci gençlik çekirdeğini terk edip aile hesaplaşmasına dönenlerden. Derginin adına yönelik İç Savaş fikrini ortaya atan Rosenthal, aile içi savaşına, ruhsal fırtınalarına gömülen ve giderek devrimci mücadeleyi külfet olarak görmeye başlayan bir çizgiyi yansıtıyor. Bir bakıma saman alevi gibi parlayıp sönen o oluyor.

Rosenthal çevrenin en çılgın delikanlısı! Zeki, saldırgan, saygısız… Tüm toplumsal değerlere, aklın ve ahlakın çeşitli görünüşlerine hiçbir ayrım gözetmeksizin kafa tutabiliyor. Bu gözü pekliği arkadaşları arasında da ağzına bakılan kişi, bir tür doğal öncü haline getiriyor Rosenthal’i. Bir adım atılacaksa o adımın Rosenthal’den gelmesi bekleniyor. Rosenthal arkadaşlarını şaşırtmayarak ilk komplo önerisini getiriyor dergiye. Ordudan bilgi sızdıracak bir genç bulunuyor. Bu genci de hayranlık duygusuyla kendisine bağlamış Rosenthal fakat roman boyunca rastladığımız büyümek suretiyle gençlikten kopuş eğilimi “hayatın gerçekleri” denebilecek bir deneyimsel sarmalda kendi özgünlüğünü bularak her defasında karşısına çıkıyor Rosenthal’in. Arkadaşı Andre Simon casusluk yaparken yakalanıyor ve bu işlere göre olmadığını söylüyor. Simon bu işlere göre değil kendi işlerine göre, kendi gerçekliğinin bir eridir Simon. Simon haylazlık yaparken yakalanmış ve kaçınılmaz olarak büyümüştür. O artık hayalci bir örgütün maşası olamayacak denli olgunlaşmış, kendi yazgısına yoğunlaşmıştır.

Rosenthal’in anlamaktan kaçındığı bu durum er ya da geç kendisini de kıstırıyor. Abisinin karısını ayartmayı ilk kişisel devrimci hamlesi sayabilecek kadar ileri gidiyor Rosenthal ve kendi devrimine mesai harcamaya başlamasıyla birlikte bir dönem tüm zihinsel faaliyetlerini meşgul eden yıkıcı politik tasavvur çarçabuk parçalanıyor. Devrimci düşünceleri parçalanınca geriye kuşkusuz yıkıcı tutkusu kalıyor. Rosenthal’in anarşistleri de hor gören bir siyasal çizgiyi benimsese bile Bakunin’e gönderme yaparcasına yıkıcı tutkusunu adeta bir eminlik haliyle kendini inşa etmeye eşitlediği görülüyor. Rosenthal yıkmalı ki yeniden doğabilmeli. Rosenthal bu yönüyle Rus roman kahramanlarını andırıyor. Raskolnikov’u, Bazarov’u, belki Peçorin’i… Maceracı, atılgan ve sonuçlardan muaf tutulmuş bir yaşamın sürdürücüsü olan Rosenthal kendi yaşam kayığının dümenine geçmekte ısrar ediyor. Bu ısrarı ise onu tabiri caizse açık denizlerde fırtınalara sürüklüyor. Çocukluğunu yıkmanın yolunu çocukluk arzularına dönmekte bulan bu genç adam ensestik duygularının kabartısına ve “suç ortaklığı kurma” sevdasına kapılınca olanlar oluyor.

Elbette Rosenthal’in yengesine yakınlaşma çabasında, çocukluğa, ilk kültürlenim sürecine has bir rekabetten söz edilebilir. Kendi kökenine dönmeyi talep edişi de gündeme gelebilir. Abisi Claude kendisi kadar zeki değil fakat bir kadına sahip! Bunun sebebi Rosenthal için çok açık olmasa da sezilebilir türden. Claude oyunu kurallarına göre oynamış ve yaşamını dingin kılmayı başarmış, başka bir deyişle arayışını kesin hükümlerle sonlandırmış. Rosenthal de normal şartlarda kıyasıya eleştireceği bu kesin hükümlere öykünerek kendi dingin yaşantısını kurmanın olanaklarını arıyor. Abisine meydan okuyor ve bir anlamda abisinin iktidarına, burjuva dinginliğine ortak oluyor. Bu ortaklığı yahut suç ortaklığı -adına ne dersek diyelim- bir yıkımı öne çıkarsa dahi amacın “yeniden inşa” olduğu söylenebilir.

Öte yandan Rosenthal’in yengesine yöneliminde saf cinsel açlığından öte aileyi fethetme duygusunun ve çocukluğu çekiliş dürtüsünün ağır bastığı, dahası bu anlamda Rosenthal’in biraz iddialı bir yorumla ensestik duygularının uyandığı bir süreçten geçtiği de önerilebilir. Bu yorumu neden yapıyorum, açayım. Rosenthal için ailede iktidarın somutlandığı unsur abi Claude, erişilmez ve yasaklanmış unsur ise abla Marie-Anne. Abi, Rosenthal’in bir türlü kopamadığı, dolayısıyla muhakkak bir çekiciliği olan burjuva yaşantısında iktidarın temsilcisi… Rosenthal abiyi geride bırakmanın burjuvaziye boyun eğmek anlamına geleceğini bildiğinden olacak abiyi iktidarsız bırakmanın önemine inanıyor. Abla ise Rosenthal için burjuva yaşantısıyla kolayca lekeleyip atamayacağı başka bir dinginliğin paydaşı. Yunan vatandaşı bir sanayiciyle evlenip yuvadan uzaklaşan bu kadın yine bir burjuva yaşamı sürmesine karşın Rosenthal’in ailesine duyduğu nefretin dışına taşarak başka bir nüfusa geçmiş. Marrie-Anne, Ege Denizinde, Kiklat adalarından olan Naksos Adasında yaşıyor. Kadının ulaşılamazlığı bir kez daha bu coğrafi koşullardan ötürü pekişiyor. Aileden uzak ve Ortadoğu’ya yakın bir abla…

Rosenthal 1924 yılında bu adaya gerçekleştirdiği ziyareti ve ablasıyla yakınlaşmasını coşkuyla anıyor. Marie-Anne ise Rosenthal’i aileyle barıştıracak değil de ayrıştıracak bir noktaya denk düşüyor. Şu satırları aktarıyorum.

Ne yazık,” diyordu Bernard, “seni çok daha erken tanımalıydım. Bütün çocukluğumuz boyunca, senin de ötekiler gibi bana karşı olduğunu sanmıştım (s.119).

Ne var ki Marie-Anne sanki başka bir gezegende yaşıyordu, Bernard’ın kendisine anlattığı devrimden hiçbir şey anlamıyor, ona dostça bakıyor, onunla birlikte gülüyordu. Bernard her şeye karşın onu kendisine çok yakın, suç ortağı gibi hissediyordu, ailelere ilişkin ilginç düşünceleri vardı; nihayet kendisinin de gevşeyip yatışabileceğini anlamaya çalışıyordu: Hiç bu denli sevmemişlerdi onu (s.120-121).

Rosenthal hikâyenin geçtiği dönemden yaklaşık beş sene önce ergenlikten çıkışı ablasının yanında karışık duygularla karşılıyor. Koşulsuz bir sevgi görüyor. Bu koşulsuz sevgi ailenin beklentilerle anlamını bulan ve sınıfsal bilinçle biçimlenen sevgisine benzemiyor. Marie-Anne ailenin içinde değil ama aileden bağımsız da değil ve bir bakıma Rosenthal’in erişilmez bir geçmişine ait pişmanlığı imliyor. “Senin de ötekiler gibi bana karşı olduğunu sanmıştım” Bu ifadelerde Rosenthal’in ezberinin bozulduğunu ve savunmasının zayıf düştüğünü görüyoruz.

Rosenthal büyük bir mutluluk duyuyor ablasının yanında öyle ki yengesi Catherine ile kurduğu gelecek planında kendisini aile rekabetini hatırlatan ana karadan uzak ve ablasıyla geçirdiği hoş vakte yakın duyumsuyor.

Catherine’le baş başa olduklarını düşlüyordu, her şeyden kaçmış, her şeyden arınmış, İtalya’da ya da Naksos’ta artık kendini tanıyamayacak kadar değiştiği tutkulu bir serüvene sürüklenmiş bir Catherine’in yanında düşünüyordu. Her erkek için aşkı tasarladığı bir yer vardır: Bernard için yirmi beş yılından bu yana bu yer Yunan adalarıydı: ‘Naksos’ta’, diye düşündü, ‘kız kardeşimin yanında mutluydum. Sevdiğim, yatağımda yatan ve geceleri benden ayrılmayan bir kadınla birlikte orada yaşamak ne büyük bir mutluluk! (s.148).

Rosenthal’in mutluluğu daha önce tattığı yer tarifi aileden kendisini anlayabileceği bir işbirlikçi bulmanın sevinciyle örtüşüyor. Abla, Rosenthal’e yasaklanmış olduğundan bu mutluluğa yeni bir figür yaratılıyor ancak o figürle bile yaşanacak yuvanın adresi ablayla sevince ulaşılan yer olarak veriliyor.

Rosenthal de aile içi mahremiyetin ayırdında bir genç… Laforgue ile tartışırken bunu düşünüyor. Catherine kan bağı kurulmamış niteliğiyle suç ortaklığı için biçilmiş kaftan haline geliyor. Diyebiliriz ki Rosenthal suçun yeşerdiği yerde, ailesinde, çocukluğunda bir ortak arıyor kendine. Ailesini, tüm ideolojik tercihlerini ve geleceğini sakatlayabileceği sanrısına kapıldığından suçlu ilan eden Rosenthal bu yargısız infazının esininde aileden kopuş-aileye dönüş çatışmasını da aileden hem koparak, mahremin sınırlarını kan bağının devre dışı bırakıldığı bir düzlemde çiğneyerek hem de aileye dönerek, abisinin iktidarına ortak olarak sonlandırıyor.

Lise hazırlıkta, edebiyat dersi öğretmenimiz etkilendiğimiz bir kitabı incelememizi istediğinde benim için sarsıcı bir yere denk düşen Suç ve Ceza‘yı ele almıştım. O yazıda Raskolnikov’un eylemine dair pek sıra dışı sayılmayacak şu tahlili yaptığımı hatırlıyorum. “Raskolnikov, toplumun, kişisel geleceği önünde yükselttiği duvarları yıkmış fakat enkazının altından kalmaktan kurtulamamıştır.” Raskolnikov’un ayrışma ve engelleri bertaraf etme mücadelesine benzer bir duyunun Rosenthal’de açığa çıktığını söylemek istiyorum. Rosenthal de kişiliğine kavuşmak, büyümek ve aile ile münasebetine henüz sonuçlarını kendisinin de kestiremediği yeni boyutlar kazandırmak için duvarlarını yıkıp enkaz altında can vermiştir. Kendi enkazının altında, kendi çıkmazında, intihar ederek. Bu tür yitimlerin her daim gençlikte yaşandığını söyleyemesek dahi genellikle gençlikte yaşandığını ve yaşanacağını, siyasete ve felsefeye karışan gençlerin yıkılması gereken duvarlar keşfettiğini söyleyebileceğimizi umuyorum. Turgenyev’in Babalar ve Oğullar eserinde de Doktor Bazarov duvarını yıkmamış mıydı? Ayrıca Bazarov enkazından çıkabilmek için bir heves göstermemiş, talihsiz bir ölümün pençesinde gönüllü esareti benimsememiş miydi? Sorun belki de “duvarın kime ait olduğu” sorusunun duvarın karnı yarıldığı takdirde yanıtlanabilmesi. Duvarı toplum örse bile hafriyatın mütemadiyen yıkanın elinde kaldığı ve ayrışmanın, bir nevi “büyümek” şeklinde adlandırılabilecek bir toplumsallaşma ile imkân kazandığı görülüyor.

Fesat’ta kimi dinamikler ve eylemsizliğin kesişiminde doğal bir ürün: İktidarsızlık

Fesat’ta gençlerin eylemlerinden ziyade eyleme geçme emellerini, bu uğurda kimi teşebbüslerini ve nihai olarak eylemsizliklerini görüyoruz. Ciddi eylemlerden kaçan çünkü sorumluluk almaktan ve uzlaşmaktan beri duran, bakirliklerini savunan gençler var karşımızda. Bu bakirlik doğrusu cinsel anlamda da korunuyor. Bekâretin cinsel ayağına değineceğim ama önce eylemsizliğin siyasi temeline yönelirsek “çocukça” kalkışılmış eylemler-eylemsizlikler yumağı ile baş başa kalıyoruz: orduda casus edinme, bir üretim kazanına ait planlarının çalınması, komplo ihtiyacının şiddetli duyulması, yayın yaparak dünyayı değiştirme yanılgısının yanılgı yönünün kabulüyle beraber sahiplenilmesi…

Kokmaz bulaşmaz, orta yolcu bir aydın olarak tanıtılan Regnier Siyah Defterine şunları yazmış.

Rosen bana “tasarısı”ndan söz etti. Gülünç ve etkisiz, her zaman olduğu gibi şıpınişi, doğaçlama. Canları sıkılıyor delikanlıların! Kendisini desteklememi istiyor, çok tuhaf. Genellikle casusluk, “komplonun değerleri”, eylemlerin anlamı ve iki karşıt özelliği üzerinde tartışıyor; gerçek nedenlerini ya da gerçek sonuçlarını araştırmak yerine girişimini haklı göstermeye çabalıyor.

(Rosenthal) Bu olmazsa, başkalarını buluruz! Eylemin önünde, tıpkı göksel fiziğin karşısındaki Epikuros gibiyiz, umurumuzda bile değil varsayımlar (s.101).

Bu satırlardan gençlik grubumuzun eylemi fetişleştirdiği çıkarımına varabiliyoruz. Eylem ve acele mümkün mertebe örtüştürülüyor. Yeri gelmişken Laforgue’un Rosenthal’e yazdığı mektubunda bulunan şu sözleri de analım.

Kısacası bir şeyler yapmaya karar vermeyi, bu aşağılık çağda devrimin somut bir biçimde yakınlaşmasını beklerken, genç seçkinlere özgü yaşamımızda öylesine canımız sıkılıyor ki, Narodnikler gibi, Ecinniler gibi biz de hükümete karşı niçin bir komplo hazırlamıyoruz anlamıyorum (s.72).

Narodnikler ve Ecinniler’in aynı cümlede anılması birbirlerine koşut ele alınışlarından başka bir sonucu da gözler önüne seriyor. Ecinniler’in kişileri, kurgusal bir anlatının öğeleri ve ilham alınan çevrelere eleştirel yaklaşımı vurguluyorlar. Narodnikler ise gerçek yaşamdan kahramanlar, eylemciler, komplocular, -nezaketi elden bırakırsak- dolandırıcılar ve ellerinde tuttukları bağı kimin ayağına doladıklarının önemi yok. Kendi ayaklarına da dolayabilirler, başka ayaklara da. Esasında Narodniklere yönelik yaygın çizilen bu kaba çerçeve, Neçayev’in efsaneleştirilmiş kişiliğinden ve Dostoyevski’nin Ecinniler romanından hareketleniyor. İkisinin yan yana anılması gençlerin eylemlere bakarken nesnel olamadıkları fikrini pekiştiriyor. Gençler karikatürle gerçeği, asıl ile sureti birbirine katıp eyleme ilgilerini kutsayacak bir sentez elde ediyorlar. İstedikleri sonucu elde ediyorlar. Deneyleri doğallıktan ve özgünlükten yoksun, terazileri ise hileli. Onlara kalsa Narodnikler tamamen Ecinniler romanında olduğu gibi yaşamış ve durmaksızın başıbozuk eylemlere atılmışlar. Bu açıdan bakıldığında, gerçek ile hülya karıştırıldığında anlam bizzat eylemin kendisine hapsediliyor. Çıkılan ve varılan noktanın önemi yok. Yolun kendisi de değersiz. Söz gelimi komplo düzenlemek, 19. Yüzyıl Rusya’sı ile 20. Yüzyıl Fransa’sında aynı işlevselliği mi taşıyor? Gençlerimiz, Regnier’in de işaret ettiği gibi bu tür akıl yürütmelere başvurmuyorlar. Sonuca götürecek eylem belirsizleşince sonuç da silikleşiyor ve eylem tasarıları eylemsizliğe dönüşüyor. Şunu da sorabiliriz: sonuçsuz bir eylemi eylemsizliğe indirgemek doğru mudur? Planlar, ihtiraslar sonuç beklentisine egemenlik kuruyorsa, tasarılar, haritalar yalnız masanın üzerine konuyor ve pratikte ne anlam ifade edeceği tartışılmıyorsa niçin indirgemeyelim! Yahut eylemin niteliğine göre pratiğin, uygulamanın her koşulda pürüzsüz bir eylemi barındırdığını nasıl öne sürebiliriz? Geçilecek eylem kendi özgün pratiğini de dayatmaz mı? Regnier’in küçümseyerek yorumladığı doğaçlama ve özensiz pratik gençlerin eylemini yaratacak potansiyel barındırıyor mu?

Yazının girişinde alıntıladığım satırlar gerçek eylemin niteliğini sorguluyor. Gerçek eylem nedir? Gençlerimizin peşine düştüğü gerçek eylemi nasıl yorumlayabiliriz? Eğer gerçek eylem toplumsal bir kalkışmadan dayanak buluyor ve kolektif bir çabanın devinimi yoluyla özüne kavuşuyorsa Narodnik yöntemlerin, casusların, komploların boşa düşürüleceği ve gerçek bir eylemsizlik haline bürünmüş tavrından ödün vermeyen iktidar aygıtlarının her kıpırtıyı ezebileceği yahut kolayca yönlendirebileceği anlaşılıyor. Romanda Komünist Parti’ye komplo kuruluyor ve gözaltı avı başlatılıyor. İktidar güçleri gerçek bir eylemsizliğe çekildiğinde muhalefeti bastırma aygıtları zenginleşiyor. Peki, Rosenthal ve arkadaşları ne tür eylemlerle oyalanıyorlar. “Çiftleşmeler, cinayetler, anıtların yapımı, yol açma, bir tiyatro topluluğunun kaçırılması gibi şeyler bir serüven sayılıyor” (s.140). Rosenthal gerçek eylemini aşkta buluyor, aşka inanmakta… Bu gençlerin karşı cinsle kurdukları iletişim devrim ile kurdukları ilişkiden farksız. İnorganik bir iletişim içindeler. Dokunuyorlar ama hoşlanmıyorlar. Duygu, anlayış, emek gibi yaşamı kolaylaştıracak etmenlerden yoksunlar… Örneğin Pluvinage, yoldaşlarına ihanetini açıkladığı sevgilisinden tokat yiyor ve kadının ardından şu sözleri sarf ediyor.

‘Nasıl sevebildim bu kadar iri bir kadını, diye düşündü, ‘bir kısrağı?’ (s.207)

Dostuna mektubunda ise şu satırlara yer veriyor: Marguerite’e kendisini sevdiğimi yazıyordum, bu soluk alır gibi yatan iri kıza cinsel yakınlıktan başka bir şey duymamış olsam da, yazdıklarıma kısa bir süre ben de inanıyordum (s.224).

Laforgue ise cinsel yakınlık yaşadığı fakat birleşemediği Pauline’e, onunla ilişkisini arkadaşlarına teşhir edecek bir öfke duyuyor.

‘Bloye, şu kadını görüyor musun? Yatmıyor nedense.’

Pauline döndü, öfkeyle baktı. Laforgue, yüzü kızararak, bu hareketin onun tekrar gelmesine engel olamayacağını düşündü, fazla gururlu bir kız değildi (s.39).

Eserde genç kahramanların kadınlarla olan ilişkisi şöyle özetleniyor.

Tanıyabildiği kadınlardan hiç söz etmezdi Rosenthal; Bloye, ayda bir kez, odalardan La Motte-Picquet İstasyonu’na yanaşan metro vagonlarının gürültüsü duyulan, Grenelle Bulvarı’ndaki bir eve giderdi; Saint Jacques Sokağı’ndaki küçük bir barda temizlikçilik yapan kızıl saçlı, yırtıcı bir kadınla yatardı Jurien; Pluvinage’ın bir büroda çalışan erkek tavırlı sevgilisi vardı (s.40).

Gençlerin kadınları elde etmeye devrimi elde etmekten daha yakın oldukları ve aslında kadınları elde etmeye dönük daha fazla arzu duydukları tercihleri bağlamında anlaşılıyor. Bu gençler genel itibariyle eyleme geçememekten şikâyetçiler ve eylemsizliğin bereketlendirdiği, kışkırttığı bir doyumsuzluktan, iktidarsızlıktan yana mustaripler. Kendi küçük iktidarlarını, kadınları etkileme fırsatı karşısında kolayca elden çıkarabilirken Komünist Parti’ye üye olup iktidarın karşısına dikilme cesaretine yeğ tutuyorlar. Hal böyle olunca toplumsal bir eylemden hoşnutsuz, kişisel eylemden iştah duyan ve eylemsizliklerini kitabına uyduran bir pozisyona yerleşiyorlar.

Suç ortaklığı, fesatlık ve duyguların yıkımdan sonra bildirilen hükmü

Henüz otuz beşinde, Laforgue’un kır düşleri kurduğu çağında, ikinci dünya savaşının ilk yıllarında toprağa düşen Paul Nizan da “kaybedilmiş aydınlardan”. İspanya iç savaşında yaşamını yitiren Christopher Caudwell gibi onun kaybını da yalnız Avrupa kültürüyle ve coğrafyasıyla ilişkilendirmenin haksızlık olacağı kanaatindeyim. Yirminci yüzyılın insanlık mücadelesi veren insanlığı, savaşlarda kıyıma uğrayan bu genç aydınların varlığıyla anlamını bir bütün kılıyor.

Nizan, genç bir aydın hüviyeti ile bir döneme tanıklık ettiği romanında çağının ateşine eğiliyor. Nazım Hikmet’in yangınlara fazla bakan gözler yaşarmaz dizesinden bir çift göz de Nizan’a düşüyor. Çağın ateşi suç ortaklığını ve fesatlığı bildirse de eylemlerin suç niteliği ve eylemi gerçekleştirenlerin, harekete geçenlerin kirlenen, lekelenen tutumları gençliğin ele avuca sığmaz yanını ortaya koyuyor. Dereyi görmeden paçaları sıvatan bir hesaplılığın gençliğin muhasebe defterinde aradığı yeri bulamayışı fakat aynı gençliğin muharebe günlüklerinde çamurlu patikaların bile isteye çiğnediği gerçeği ve yine yanılsamaların peşinde hırçın bir acemilikle son nefesleri tüketen enerji tüm o özgün taraflarıyla not düşülüyor.

Fesat’tan kendi namıma çıkardığım sonuç şu olabilir. 28 Fransa’sının bu beş genci belirsiz hayallere kapıldığında, sonu kestirilemeyen bir yolu takip ettiğinde ortaya toplumsallaşamayan bir yargı konuyor. Yargı toplumca onanmadığında suça dönüşüyor. Oysa 30’lar Almanya’sında sisli geleceğe projeksiyon tutanlar, çeşitli başarısızlık ve burukluklarla birlikte aslına rücu eden bu gençlerin kabahatinden kat be kat büyük bir kabahat işlediklerinde uzun yıllar çözümlenemeyecek bir ekstazı, dünyayı yıkmak için kullandılar. Esas fesatlık belki de yengesiyle ilişki kuran Rosenthal’in dünyanın geri kalanını görmeyen kibrinde veya yoldaşlarını ihbar eden Pluvinage’ın kıskançlığında değil iktidarlarını, geniş yığınları gericileştirip ikna ederek kuranların ahlaki yenilmezliğinde saklıdır. Nizan’ın gençleri hani olsa olsa kendilerini dahi kandıramayan bir toyluğun karşısına yazılmaktadır.

Son söz yerine

Fesat yazısına eğildiğim sıra bir devlet üniversitesi kampüsünde, kamelya süsü verilmiş, birkaç sıra tahtanın karşılıklı dizildiği bir açık oturma alanında iki gencin konuşmalarına kulak misafiri oldum. Gençlerden erkek olanı KPSS’ye çalışıp memur olduğunu, uzun dönem işsiz kaldığını, bu süreçte makam şoförlüğünden tezgâhtarlığa değin birçok işi yaptığını söyledi. İlginçtir bu genç, memur olmadan önceki dönemini “işsizlik” şeklinde tanımlıyordu. Genç, memurluğu savundu. Bütün amacının memur olmak olduğunu, daha büyük hayaller kurma lüksüne hiç erişemediğini belirtti. Gençlerden kadın olanıysa anladığım kadarıyla eğitiminin ilk yıllarındaydı. Memurluktan rahatsız olduğunu ifade etti, devletin insanı sınırladığından dem vurdu. Kadın, bir memurun, oturduğu masayla sınırlandığını öne sürerek “sen daha büyük bir masaya geçemezsin, devlet seni istediği yere götürür” dedi. Kadın özel sektörün insanı daha özgür kıldığını iddia ediyordu. Bunlar sıradan şeyler. Neden anlatıyorum? Konuşmanın akışı dolayısıyla kadının hayallerine de kulak misafiri oldum. Otelcilik yapacakmış. Beş yıl sonra bir ev sahibi, on yıl sonra kendi otelinin işletmecisi olacakmış. Erkek olan gence hayatın tüm yöntemlerini denemiş bir edayla “gerçekçi hayaller kurarsa mutlaka gerçekleşeceğini” söyledi. Sonra ekledi “ben astrolojiye ve mitolojiye de inanıyorum” hatta daha ileri gitmekten çekinmedi: “beynini kontrol edenlerdenim ben“. “Evrene güçlü ve olumlu bir mesaj gönderirsen karşılığını mutlaka alırsın. İnsanlar bir şeyi istiyorlar, çoğu zaman olmuyor ya demek ki hayırlı şeyler istemiyorlar” dedi. Kadın devamında mitolojiyle de aslında pek ilgilenmediğini itiraf etti.

Fesat Fransa’sından yaklaşık doksan yıl sonra 2019 Türkiye’sinde üniversitelilerin durumunu sergileyen bu diyalog bana göre yazıyı tamamlayıcı niteliktedir. Fesat’ı yahut Ecinniler’i anlamak için paralanmamız eni sonu pek bir şey ifade etmez. Mesele bana kalırsa “hareket halinde bir kavram olan gençliğin” izlerini elden geldiği ölçüde ve sabırla sürebilmek, hissedebilmektir. Fesat’ın gençleri de kulak misafirliklerinin kılavuzluğunda coşan, kükreyen, tiksinen, sevince kapılan, karanlığa gömülen; buna karşın aydınlığı bekleyen, mucize ile kurtuluşun sözcük anlamlarını karıştırıp hazırladıkları iksirle başlarını döndüren kimselerdi. Kafalarının toplum ortalamasından daha fazla ve daha hızlı çalışması onları ayrıcalıklı kılmıyordu. Onlar ister istemez kendi ayrıcalıklarını arıyor ve toplumdan kendi paylarına doyurucu bir hisse düşmesini umuyorlardı. Bugün örneğin nasıl üniversite yıllarında “hızlı devrimcilik” yapanlar okul bittiğinde kör bir işsizlik kuyusuna düşüyor yahut birkaç yıllık “engin” deneyimlerine sırt dönüp düzenin en sadık tetikçileri haline geliyorlarsa Fesat’ın gençleri de yitim ile yola gelmenin arasında salınıp durdular, nihayetinde ‘çıktıkları’ yola, genç benliklerini yitirerek, “büyüyerek” döndüler. Bugün sık sık Rosenthal’ler, Pluvinage’lar ile karşılaşmayışımız şüphesiz doğrudur. Daha en başta, tek bir sayı “İç Savaş” çıkarmadan, tek bir komplo dahi kurmadan memur olma ve otel açma hayalleriyle yanıp tutuşan, yola gelen/getirilen bir gençlik kaideyi meydana getirmektedir. Rosenthal’ler, Laforgue’lar değişmiş ve Fesat’lık yeni bir çehre kazanmıştır. “Küçük burjuva maceracılığı” eskiye nazaran çok daha tehlikeli bir hal almıştır zira artık ne “küçük burjuvalık” ne “maceracılık” kalmıştır. Günümüz ‘kuyuları’ öğrenci evlerinde değil insanı boğan ofislerde kazılmaktadır. Kazan planları yerine terfi getirecek projeler çalınmaktadır. “Muhbirlik” deseniz gençliğin üstlerine köleliklerini kanıtlama aracına dönüşmüş ve kariyer basamaklarına döşenmiştir. Kendi koşullarından kendi yanılgılarını üretecek olan istisnalar ise her devrin fesadı olarak varlıklarını sürdürecektir.

Kaynaklar

Dinçer, Yeşim. (2009). Ecinniler’in Gölgesinde. İstanbul: Yordam Kitap

Nizan, Paul. (2017). Fesat. İstanbul: Yordam Kitap

i Rus devrimci Sergey Neçayev ve Narodnik hareketler hakkında E. H. Carr’ın Romantik Sürgünler, Paul Avrich’in Anarşist Portreler kitapları ile aşağıdaki linklerden bilgi edinebilirsiniz.

*Süleyman Yılmaz Bulduruç: http://www.teorivepolitika.net/index.php/arsiv/item/304-devrimcinin-ilmihali-necayev

*Dr. Savaş Çoban: https://bianet.org/biamag/diger/156080-farkli-bir-devrimci-kisilik-sergey-necayev

ii Bloye hakkında Paul Nizan’a ait Antoine Bloye adında bir romanı bulunuyor. Romanın Sel Yayınları tarafından 2020’de basılacağına dair bilgi mevcut. https://www.selyayincilik.com/kitap/antoine-bloye-1302

S

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl