Haydar Karataş bir romanı, öyküyü nasıl kaleme alır? Nasıl başlar?

Genelde ilk satıra başlarken ikinci cümlenin ne olacağını bilmem. Ama bildiğim bir şey var, bir gazete haberini okumuşumdur, ya da okuduğum bir kitap sayfasında beni huzursuz eden bir şeye denk gelmişimdir; bazen geçmişten bir acı gelip bulmuştur, işte böyle anlarda yazma fikrim oluşur. Beni huzursuz eden şeyi unutmak için çıkar yürürüm. Zürih nehrine dökülen Shil Nehri vardır, genelde çamurlu akar ve yazları çakıllıdır. O nehir boyu yürür yukarı ormanlara çıkarım ve şehre dönerken önüme çıkan ilk kafeye oturur, yazarım. Bazen ruhumu dindirmek, başka bir dünyada yaşamak için yazdığımı düşünüyorum. Beni dindiren, içinde yaşadığım durumdan kurtaracak olan tek şey çocukluğumdur. Yani Haçeli(resmi adıyla Dikenli) köyü. Bu köyün yerinde bugün yeller esiyor. Ancak benim ruhsal dünyamda her şey yerli yerindedir. Bu nehir boyu yürürken her kuytuyu evlerimizin sırtını dayadığı Gola Ostoro Dağı’da bir yerlere benzetirim. Bana göre bir edebiyatçı kendi ruhunu yazarak hafifletebiliyorsa, başka acıları iyileştirebilir. Ben kendi öfkemi iyileştirmekle meşgulüm. Bu bana iyi geliyor ve gördüğüm kadarıyla okuyan insanlara da iyi geliyor ve yüzlerce, binlerce kişi sanki benimle bu yolculuğa çıkmışlar gibi, ‘çocukluğuma beni götürdün’ demektedirler. Diğer yanıyla şunu görüyorum; 1994 sürgünüyle kesintiye uğramış Dersim hayatını, anlatı ve mesellerini hikayeleştirerek onu yeniden kuruyorum diyebilirim, tabii edebiyatın kurgusal gerçekliğidir bu…

 “Unutmak için yazıyorum” dediniz bir yandan da çocukluğunuza dönüp hatırlamak zorundasınız? “Paradoks” değil mi?

Değil, insanoğlu acısını nasıl yenmiştir, nasıl kendini tamir etmiş de bugünlere gelmiştir? İntikamla mı, intikam acıyı dindirir mi? Dindirmediği noktasında aklı başında herkes hemfikir. Unutmak, aslında acıyı iyileştirip bir daha o acının yaşanmaması için hafızaya kaydetmek dışında bir şey olmadığını düşünüyorum. Medeniyetimiz yaşadıklarını hikayeleştirerek kötülüklerin üstesinden gelmiştir. İnsanoğlu aşk acısını yenmek için dahi şarkısını söylemiştir. Kuşaktan kuşağa aşık insanın kavuşması gerektiği söylenmiştir. Savaş ağıtları vardır, isyan eden, ağlayan, ağlatan ağıtlar, savaşların kötü olduğunu gelecek kuşaklara aktarırlar. Daha sonra modern edebiyat bunun yerini almıştır, insanın üstesinden gelemediği, geride bırakması gerektiği acıyı hikayeleştirmiştir yazı diliyle. Buna en iyi örnek Yahudilerin İkinci Dünya Savaşında yaşadıklarıdır. Wilhem Reich, o zamanlar intikam peşinde koşan Yahudi gençlere, hikayenizi yazın, herkes yaşadığını yazarsa bunu tarihe mal edersiniz, intikam peşinde koşarsanız şiddet sizi zehirler, der. Hırant Dinkin, Ermeni’nin damarındaki zehirli Türk kanı dediği şey, tam da Wilhem Reich’ın bu sözlerinin açıklamasıdır. Yaşadığını sanatsal yolla anlatmak, zalime yaptığı resmetmek yerine, yaşadığı aynı şeyi yaşatma fikri zehirden başka bir şey değilse nedir? Dersim bunun en iyi örneği, eğer 1960’larda ilk üniversiteye giden gençler Dersim’in yaşadığını yazsaydı, bugün bütün dünya biliyor olacaktı. Bir roman, bir hikaye dahi yeterdi. Bunun için ben Hüseyin Cevhahir’in adını her duyduğumda içimde derin bir sızı duyarım. Cevhahir politikaya karışmadan önce öyküler yazan bir gençti ve bunun ötesinde edebiyat eleştirileri yazmıştır. Bu muazzam bir şey, o yaşta genç bir adam edebiyat metinlerindeki metaforları sorgulamaktadır, bu yol onu nereye çıkarırdı diye herkes bir düşünsün. Elbette Dersim hikayesine, çünkü edebiyatçı doğduğu toprağı hikayeşelşitirir. Gogol’de bu böyleydi, Kaliforniya insanını hikayeleştiren John Steinbeck de bu böyleydi. Yaşar Kemal, Çukurova insanını yazarak onları dünyaya tanıtmıştır. Dersim’in ilk kuşağı intikam zehri içti, sandı ideolojik hesaplaşmaya girersek acımız diner, oysa acı ağırlaşmıştır.

İntikam peşinde olanlar varsın kavgalarını versinler, ben şiddeti yenmek isteyen ve benim gibi kendi iç şiddetini yenmek ile bu işe başlayanlara yazıyorum. Dünü unutmuyoruz, aksine tarihe not ediyoruz. Ağırlığı altında bizler değil, onlar ezilsin istiyoruz. İkinci Dünya Savaşına baktığımızda Almanlar mı utanmakta yoksa Yahudiler mi? Bu utanç Yahudi edebiyatının gücünden başka bir şey değil. Zaten Ejma’nın Rüyası’nın girişi de böyle başlar. Yazar, içindeki canavarı çıkarıp zincirlere vurmuş bir adam görür. Geceleri kendisini uyutmayan canavarın öfkesi dinsin diye onu masalcıya götürmektedir. Kimi dağa gidiyor, kimi slogan atıyor ben canavarların masalcılara götürmesi taraftarıyım. Başkasının hikayesini dinleyen, kulak veren insan insanlık şerbeti içer inancındayım. Ruhumuza masal anlatıyoruz, bizi dinlemesini istiyoruz! Bu bir umut…

Sanatı bir tür tedavi boyutuyla “ele almak” onu psikanalinize etmek olmuyor mu?

Bugün kaç kişi hatırlıyor bilmiyorum ama Türkiye’nin ilk psikanalizcilerinden olan Neriman Samurçay’ın “Psikanaliz ve Sanat” diye bir kitabı vardır. Öneririm. Gerçi sonradan kimi feminist çevreler eleştirmiştir, ancak insanın ruhsal/psikanal dünyasını anlamak için onun çocukluğuna, yani yetiştiği ortama gitmek gerekir mi? Yoksa bireyin ya da toplumun geliştiği ortamı anlamak yerine, hikayesini elektro şoklarla, kemoterapi gibi yöntemlerle silmek mi gerekir. Bu çok önemli bir tartışmadır, Paul Gaugin insanı anlamak için onun ilkel zamanına gitmek gerekir diyordu, ve hatırlayanlar bilir, Gaugin’in bu görüşleri üzerine, ‘gelecekteki ilkel,” “ilkel komünizm” gibi kavramlar tartışılmıştı. P. Gaugin, Freud ile başlayan insanın ruhsal eğiliminin kökenini anlama uğraşını, sanatta kabile ve ilkel yaşamı yüceltme olarak anladı. Kimileri bunu sanatta geriye dönüş, ilkele olan istek dedi. Dersim hikayesini anlatırken sanki bu ilkele dönüşü savunuyormuşum hissine kapılan çok oluyor, oysa aynen psikanalizin yaptığı şey bu; toplumsal reflekslerin, cinnet halinin, ağıt ve öfkenin çocukluk halini anlatıyoruz. Edebiyat bu hikayeyi diğer sanat dallarından farklı olarak doğrudan içerden anlatır. Doğrusu yoktur. Bir diğer ifadeyle, bir toplumun akılsal iletişime açık olup olmadığını anlatır, belki de onu akılsal iletişime hazırlıyor da denebilir. Evet acı çekiyorsun ama kabul et varsın, diyor. Edebiyat insanın öyküsünü anlatarak, kanımca topluma uygulanmak istenen kemoterapiyi, ya da doğrudan beyin yıkayarak bireyi yeni bir hikaye ile kurgulanmasına karşı durur. İyi bir edebiyat devrimler kadar sarsıcıdır, çünkü sadece insanın kendi hikayesi vardır. Bütün bu kavga döğüş hikayeyi değiştirmek üzerine kurulu değil mi?

Pirleri, efsaneleri, suları ve ulu ağaçlarıyla bir dönem kesintiye uğratıldı, geriye dönüp aynı yaşamı kurmakta mümkün değil sanırım bu kudreti yakalayan tek şey sanat ne dersiniz?

Haklısınız. Aslında o eski hayat dünyanın hiç bir yerinde yok, ama insan gittiği yere hikayesini beraber götürüyor. Sorun geldiğimiz yerde değil, vardığımız el diyarlarında başlıyor. Çocuklarımızı nasıl büyüteceğiz, hangi gelenekle, masalı ne olacak? Ruh sağlığı için, çocuk ev içi ritüel ister. Ona ne vereceğiz? Ben bunu henüz üç buçuk yaşında olan kızımla yaşadım. Her çocuk gibi yeni yıl bayramı olsun istiyor, baharı karşılamak için bir hikayesi olsun istiyor. Arkadaşlarının anne babaları kiliseye gidip mum yakıyorlar. Ben de babamın bize yaptığı gibi yapıyorum, Gağan yapıyorum ve Khalo Gağan’ın (Kızılbaşlarda Noel Baba) hikayesini anlatıyorum. Her Aralık ayında evi süslüyorum, aynen köydeki gibi yılbaşında yapılan yemeğin içinde üç çubuk koyuyorum. Kime çıkarsa yılın hediyesi ona. Nehrin kenarında ulu bir meşe ağacı var, oraya gidip mum yakıyoruz. Burası da bizim kilisemiz, adı ziyaret diyorum. Çok keyif alıyor ve geçenlerde küçük bir çikolata parçası bıraktı bu ziyaret yerine. Şekerli şey vermiyoruz ve küçük bir çikolata onun için çok önemli ve o bunu o ağacın dibine gelecek kuşlar için saklamış. Kızılbaş medeniyetinin savrulmasının esas nedeni kentleşememesidir. Düşünün İslam toplumu bin yıldır kentlerde yaşadığı halde kentle sorunu var, kendini tehdit altında görüyor ve kentlere hep kavga halinde. Dersimli kentlere inerken, manen dağılıyor, aileyi, dostluğu bir arada tutan tutkal yok oluyor. Kimileri siyasete sarılarak, ideolojik maneviyatı öne çıkararak toplumsal birliği koruyacağını düşünüyor. Toplumsal maneviyatın mayası olan gelenek ve masalları bırakarak Şehit ve ölümü kutsama tutumu içine giriyoruz. Ölen insanı kutsayarak değerler korunmaz, aksine şiddet ve düşmanlık kalıcılaşır.

Ejma’nın Rüyası nasıl başladı?

NoteBene yayınevinden Yalçın Bükrev’in ricası üzerine yazdım. Daha doğrusu bir kaç öyküyü bir araya getirdim, ancak dört ana bölüm olarak düşündüm. Bunlar: “Masal İnsan,” ki bununla insanlığın ilk hikayelerinin bir tanrı arayışı olduğunu anlatmaya çalıştım. G. Vico’nun deyimiyle, ilk insan masalını bulmakla meşguldü ve tuhaf olan masalını uyduran insan onu bir süre sonra gerçek sanmış ve ona inanmıştır. Oradan hem din çıkarmıştır ve hem de o dinsel tabuyu yıkmak için bilimi inşa etmiştir. Söylemiş inanmıştır, inandığı doğmayı yıkmak için mücadele etmiştir. “Uyuyan Tanrı”

İkinci bölüm “Sayıklayan İnsan” olarak düşündüm, sahiden de her tür sayıklamanın içinde hayal ve yaratı vardır. Ve “Yaşayan İnsan” yani tarih, yani bizler… Bu bölümde tek öykü vardır “Bu Yedinci Mezar Taşı.”

Bu Dersim modernleşmesinin tarihi olmakla birlikte, yeni fikirler, yerellik, devrimci gençlerin değer yıkıcılığı, ve elbette tarihe, geçmiş tarihten çıkmış gelmiş o yaşlı Ermeni ile kurdukları öteleyici, korkunç ilişki… yerli halk bu modernleşme karşısında boynu büküktür, çünkü çağ değişmiştir! Tarihin gözlerini kapatmıştır ideoloji ve yaşlı bir Ermeni gelip bu hikayenin içine düşmüştür. Yaşlı adam, oradaki insanlar, biz çocuklara kadar gerçektir, ama öykü kendi kahramanlarını böyle kurgulamıştır.

Gece Kelebeği, On İki Dağın Sırrı isimli romanlarınızın devamı niteliğinde üçüncü bir roman beklerken, ara verip nefeslenmiş bir yazarın o arada söylemek istedikleriyle karşılaştığımı söylemek isterim. Bu yoruma karşılık yazar ne söylemek ister?

Samimiyetle ifade edeyim. Yayınevi ile konuştuk, eğer yeni bir yayınevinde beklediğimi bulursam elimdeki romanları orada yayınlayacağım, bulamazsam eski yayınevime döneceğim. “Beni Çağıran Rüya”, “Ölü Kuşlar,” “Günahkar” ve Gece Kelebeği/Yeryüzü Feryat-u Figan (1952-1971 Dersim), romanlarım var. Ancak şunu bilmeliyiz Türkiye bir geçiş süreci yaşıyor. Türkiye, Türk, Kürt ve Dersim coğrafyası bir alt-üst oluşun içinde. İnsanların gözü siyasetçilerin ağzından çıkacak söze kilitlenmiş. Biliyorlar bir yıkım olacak, herkesin düşmanı da belli, böyle dönemlerde yayınlanacak romanları okurun hafızasında yeterince yer bulacağına inanmıyorum, ama insanız ve her yazar gibi unutulmak da istemiyorum. Başımı kaldırıp buradayım diyorum sadece. Belki de duyan var mı diye merak ediyor insan. Doğrusu bu dönemde roman filan yayınlamak fazlasıyla anlamsız. Toplumda büyük bir kamplaşma var, roman dingin hayatı sever, roman bir toplum bulgur kazanı gibi kaynadıktan sonra geriden insana neler yaşadığını göstermek için vardır.

Kafka bütün romanlarını birinci dünya savaşı yıllarında yazdı, yayınlamadı. Toplumun dinmediğini biliyordu ve romanları savaşı değil, insanı anlatıyordu, insandaki dönüşümü. Savaş ortamında “dönüşümü” yazdı, Gregor Samsa’yı bir sabah böcek yaptı. Silahların kuşanıldığı, herkesin düşmanını parmağı ile işaret ettiği, etmeyeni hain ilan ettiği bir ortamda işinde gücünde olan bir adamı bir böcek yaptı! Günümüz Türkiye’sinde sabah kalkıp işine gücüne, tarlasına gitmek isteyen insan böcek misalidir. Her an biri ‘bu sevimsiz şey de neymiş,’ deyip topuğu ile ezebilir.

T. Hobbes’in İngiliz İç Savaşını tarif ettiği şekliyle otoritenin meşrutiyeti kalmamıştır. Edebiyat, sıradan insanın ayaklar altında ezildiği böylesi ortamlarda ‘ezilen ve ötekileştirilen’ insanı yüceltir. Bu yüceltme makulün oluşmaya başladığı anda ortaya çıkar ki, Türkiye’de biz yazarlardan şuan istenen düşmanlığın bir tarafında yer almamızdır. Türkiye’de okur hızla roman okumaktan uzaklaşıyor. Ahmet Altan gibi çok satan ve okunan bir yazar dahi bu kirliliğin bir parçası oldu. Doğrusu şüpheliyim. Roman çok zor yazılan bir türdür, sevdiklerinizden, ailenizden iyi dostlarınızdan zamanınızı çalarak yazıyorsunuz, oysa hayat böylesine kısa. Kafam çok karışık ve sadece kendimle konuşmayı yeğliyorum. Bu siyasi kirlenme ortamına düşmemek için BirGün Pazar’a yazdığım yazıları dahi kestim. İnsanı hızla içine çeken bir düşmanlık var. Elim gitmiyor dosyalarımı yayınevlerine göndermeye. Bakalım bu hayat bize ne söyleyecek.

Yukarıdaki konuşmada bahsi geçti “Beni Çağıran Rüya”, “Ölü Kuşlar,” “Günahkar” ,/Yeryüzü Feryat-u Figan (1952-1971 Dersim) saydığınız bu romanlar bitti m?

Beni Çağıran Rüya” cezaevinde yazdığım bir roman. Bir hayalin peşinden giderken cehenneme çıkan bir militanı anlatırım. Güzel rüyalar bazen kabusa döner. İyi de o vakit insan ne yapar? “Ölü Kuşlar”ı İsviçre’ye ilk geldiğimde yazdım, ancak bu iki roman Dersim romanı değil. “Günahkar” Alevilikte günah çıkarma hikayesini anlatırım, Zazaca’da “kuto kefen” diye bir şey vardı, yani kefene girmek. İnsanlar ne zaman kefene girer, hangi durumlarda? Günah çıkarmak, bir tür özeleştiridir, ancak özeleştiriden farkı geleneksel olmasıdır, ideolojik bir hesaplaşma değildir, aksine ruhsal bir şey var orada. Hala üzerinde çalışırım. Bana Dersim dışına çık diyorlar. Oysa ben ilk zamanlar Dersim dışını yazardım, sonradan baktım aslında bütün büyük yazarlar kendi coğrafyalarını yazmıştır. John Steinbeck hiç Kaliforniya dışında çıkmadı, Yaşar Kemal İstanbul romanı yazdı, son üçlemesi de bir ada hikayeyesiydi, ancak kahramanları gene Çukurovalıydı. Onlar gibi konuşurlardı. Evrensel anlatı yerelin evrensele dahil etmek dışında bir şey değildir diye düşünüyorum. İçinde büyüdüğümüz coğrafya dünya denen evimizin sadece bir gözü…

Yazara politik-ideolojik açıdan steril bir rol vermiş olmuyor musunuz?

Başkasını bilmem ancak benden beklenen katılımcı olmamdır. Sadece ideolojik çevreler değil, sıradan bir dernek dahi “gel bize üye ol! Dernek başkansızımızın dediğine kafa salla!” diyor. Sanatçı katılımcı olamaz, katılımcı olursa sanatçı olmaz. Türkiye’nin şu anda yaşadığı büyük felaket tam da bu. O büyük yazarlar, sanatçılar ya bir cemaate ya da bir siyasi partiye yanaştı ve katılımcı olarak göründü. İdeolojiye teslim olmak da neyin nesi, yazar yalnızlığı göze almalıdır, başkasının dediğini değil kendi içinden gelen sese kulak vermelidir. Yazarın yolu yoktur, yolu olursa bugün saraya yarın bir parti binasına çıkar, oysa yazar yürüyeceği yolu kendisi yapar ve tek başına yürür . Yalnızsanız bilmem şu çevreyi kırmayayım, kimi görmezden geleyim demezsiniz! Düşmanınıza mesafeli olmak kolaydır ancak yakın olduğunuz çevreye mesafeli kalabilmek ciddi bir iştir! Sen katılımcı değil, gözlemcisin, iyi gözlemci değilsen zaten bu yalnızlık eleği seni eliyor.

Sürgünde bir yazar olarak içinden geçtiğimiz dönemi siz nasıl görüyorsunuz? Avrupa, Türkiye’deki toplumsal gelişmelere nasıl bakıyor.

Türkiye’de bir İslami devrim olduğunu düşünüyorum. Bu devrim başarıldı ancak Türk İslam’ı bir ülke inşa edecek entelektüel birikime sahip değil. Bu görülüyor. Ve en önemlisi Erdoğan’ın liderliğinde gerçekleşen bu İslam Devrim’i ahlaki çöküntü içerisinde. Sorunlarını aşmayı beceremeyen eski Türkiye’yi yenmiştir Erdoğan’ın liderlik ettiği Türk İslam’ı. Mesele eğitim sistemini yıkmıştır, ancak yerine bir şey koyamamıştır.

Mesele Ortadoğu toplumlarında önemli bir yere sahip olan ordudaki liyakat yıkılmıştır, ancak yerine yeni bir şey gene koyamamıştırlar.

Mesele ve çok önemli bir unsur olan mülkiyetin korunması yerle bir edildi. Bir sosyalist devrim olan Bolşevik devrimi mülkiyeti kamulaştırmıştı. Erdoğan’ın bu devrimini diğer devrimlerden ayıran en önemli yan insanların mal varlıklarına el koyarken onu kayyum adı altında yandaşlarına dağıtmasıdır. Buna Uzanlar’ın sermeyesine el koyarak başladı ve darbe sonrası düşman gördüğü irili ufaklı mal varlıklarına el koymaya kadar getirdi işi. Sadece oğlu cemaat okuluna gitti diye her şeylerine el konulan insanlar var. Bu el koymanın hukukunu İslami normlar oluşturmaktadır. Talan ve malların İslami usulle paylaşımıdır bu. Hz. Ömer’in ganimetlerin eşit dağıtılması kuralı da işlemiyor. Unutamayalım mal ve davara el konulması hikayesi Dersim ve Ermeni olaylarında yaşandı. Orada kız çocuklarına da el konuyordu, ki eksik olan budur. Hatırlarsanız Sakarya Müftüsü ve Trabzon Sporun ikinci başkanı, ‘dinen kadın ve kızları dahi helalimizdir,’ demişlerdi. İslam hukukunda bu vardır.

Dolayısıyla bu bir İslam devrimi ancak ahlaken sorunlu bir devrim. Entelektüellikten uzak, insanlığı İslam ve düşman dünya diye ayıran pespaye bir zalimlik. Kuralı yok, hukuku yok, erdem deseniz hiç yok. Yıkıyor, ancak barbarlık ve daha büyük kaos dışında eskinin yerine koyabilecekleri hiç bir şeyleri yok! Ejma’nın Rüyası çıktıktan sonra çeşitli AB ülkelerinde on üç okuma yaptım, gittiğim her ülkede insanlar dönüp dolaşıp iyi de ülkeniz ne olacak!” oluyor. Ülkemizde bir devrim oldu diyorum, devlet memurlarına varana dek her şey değiştirildi. Kim bu bir karşı devrim değil diyorsa, sosyalist devrimlere baksınlar. Dünyada hiç bir devrim Erdoğan’ın kısa sürede elde ettiği başarıyı göstermemiştir. Bu devrim 2007 yılında başladı ve mülkiyet dağılımından eğitime, sağlıktan, hukuka kadar her şey değiştirildi, yıkıldı. Devlet memurları dahi değiştirildi, ki devlet işlemez hale getirildi, oysa devrim konseyleri buna çok dikkat etmiştir ve devletin devamlılığını korumuşlardır. Türk İslam Devriminin diğer devrimlerden farkı, yukarıda da belirttiğim gibi yerine koyacak şeylerinin olmamasıdır. Neden eskinin yerine yeniyi koyamıyorlar melesini konuşmalıyız. Dünya İzliyor ne olacak diye, Türkiye’de ise yenilgi havası hakim. Çünkü insanlar neye karşı çıkacağını, durumu algılayamadıkları için ve daha da kötüsü ‘düşmanlarını’ tanıyamadıkları için nasıl mücadele edeceklerini bilmiyorlar. Neye karşı, kime? Çünkü Erdoğan, bir gün Türkçülüğe karşı ertesi gün Türkçü, bir gün Kürtlere özgürlük değer, ertesi gün ölüm. Bir gün Aşık Veysel’i Pir Sultan’ı anar ertesi gün parmakla işaret eder. Erdoğan’da değişmeyen tek şey İslam-i İdeolojik Tutarlılıktır. Ötekine düşmanlık, nefret üretmek İslam-i fundamentalizmin temelini oluşturur. Bu ideoloji, dünyayı evimiz görmez, dünyayı fetihlerle ele geçirmek kuran dizgesinin temelini oluşturur. O dizgede mülklere el koymak sıradan bir mevzudur. İslam dünyasının solcuları dahi Hz. Ömer Adaletini savunmaktadırlar. Nedir bu adalet, savaşlarda el konulan malların adil dağıtılması değil midir? Ancak Türkiye’deki İslam Devrim’i el koyduğu malları dahi kendi aralarında eşit dağıtamıyorlar, huzursuzluk kendi aralarında var. Erdoğangiller çok götürdü bize o kadar pay düşmedi kavgası var… O da, bu çok götürenlerin bazılarını Melih Gökçek gibi görevden alıyor. Türkiye’yi dışarıdan böyle izlemekteyim ve ne acı ki, derin sarsıntılar içindeyim.

Bu devrimi İran İslam devrimi ile de karıştırmamak lazım, Pers İslam’ının Ali Şeriatı, İmam Gazeli, Ebu Davut, Ebu Hanife, Müslüm Bin Hacac, hadisçi Buhari gibi bir temeli vardı. Türk İslam Devriminin İdeolojik babası yoktur, devlet kurumlarını ele geçirmiş bir şiddet hareketidir bu. Ve dolayısıyla bu ülkenin bir on yıl sonrası çok ama çok karanlık görünüyor. Ben Anadolu bozkırlarına bakarken büyük mezarlık görüyorum. Bu cinnet ortamını görenler, hissedenler ülkeyi terk ediyor, sermaye kaçıyor, aydınlar kaçıyor, Aleviler, modern Türk ve Kürtler gidiyor. Avrupa’nın her sokağında karşınıza çıkıyor bu insanlar, ufukta insanları toparlayacak bu İslami Devrimi geriletecek bir kavramsal duruş görülmüyor. Sanatçılarından aydınlarına kadar karşıt bir nefret var, ancak cümle kuramıyorlar çünkü İslam duvarıyla karşılaşıyorlar. O duvar görülünce teslim duruyorlar. Hitler falan filan diyorlar, oysa refleksleri Hitler’den değil İslam’ı gelenekten alıyorlar… bu İslam!