Ana Sayfa Litera Hazzın günahı mı yoksa çalışmanın mı?

Hazzın günahı mı yoksa çalışmanın mı?

Hazzın günahı mı yoksa çalışmanın mı?

Tıpkı “Yengeç Dönencesi” kitabındaki gibi, “Clichy’de Sessiz Günler”de Henry Miller’ın Paris yıllarının izlerini taşır. Serseri bir hayatın hikayesi anlatılır bu kitaplarda. Nereye savrulacağı belli olmayan ama savrulacağı yerin nasıl olacağının bilindiği bir hayat…

Max Horkheimer ve Theodor Adorno’nun 1956 yılında yeni bir Komünist Manifesto yazma niyetiyle gerçekleştirdikleri, üç hafta süren tartışmaları bir kitapta toplanmış ve Metis Yayınları tarafından “Teori ve Pratik Üzerine Bir Tartışma (1956)” adıyla dilimize kazandırılmıştı. İşte o kitabın 17 ve 18. sayfalarında Adorno şöyle der: “Çalışma ideolojisine kapılmamamız gerekir, ama bütün mutluluğun çalışmaya göbekten bağlı olduğunu da inkar edemeyiz… İnsanın hiçbir şey yapmadığı hayvanlık evresine yeniden kavuşmak mümkün değil.” Horkheimer ise devamını getirir: “İnsanda doğallıktan en uzak olan şey, gün boyu uyanık kalıp geceleri uyumasıdır. İnsan bünyesi aslında daha kısa aralıklara uygundur… Mutluluk, artık hayvanlıktan çıkmış olanın bakış açısından görülen bir hayvanlık hali olabilir.”

Söz konusu hiçbir şey yapmama hali ile mutluluk arasındaki kuşku dolu bağıntı, Henry Miller’da somut bir karşılık bulur. Paris’in boğucu günlerinde, bilinçli bir beyhudeliktir onunkisi. Türkçe’ye “Clichy’de Sessiz Günler” (*) olarak çevrilen kitaba, “Düşüncelerimi havalandırmak için mahallede bir tur atarken iki kent (New York ve Paris) arasındaki muazzam çelişkiyi düşünmeden edemedim.” diyerek giriş yapar. İki coğrafyanın temsil ettiği yaşamlar üzerinden yapılan, simgesel bir karşılaştırmadır Miller’ın algısındaki.

Miller, insan hayatını makine çarklarından biri olma konumuna indirgeyen, yalnızca çalışarak varolunan Protestan ahlakı reddeder. Karşılığında bir alternatif de üretmez. Modern köleler olarak yaşayan ve kapitalizmin ruhsal yönden kabalaştırdığı insana, başka bir mecradan; haz almak üzerine kurulu, pornografik bir kabalıktan el sallar. Gel gelelim onun kabalığı, kapitalist bireyinkinden oldukça farklıdır. Miller, bireyciliğine yeni zaferler kazandırmak için değil; etrafını saran hissizliği kırmak için kabalaşır.

“Clichy’de birlikte yaşadığımız o dönem bana Cennet’te bir gezinti gibi geliyor şimdi. Gerçek anlamda tek sorunumuz vardı; o da yemekti. Onun dışındaki bütün dertler hayal mahsulüydü. Bazen, köle gibi yaşamaktan yakındığında, ona da söylerdim bunu. İflah olmaz bir iyimser olduğumu iddia ederdi; fakat iyimserlik değildi benimkisi, dünya kendi mezarını kazmakla meşgulken hayatın tadını çıkarmak, eğlenmek ve gamsız olmak için hala zamanımız olduğuna yönelik derin bir kavrayıştı sadece.” (sayfa:30)

Hayatın tadını çıkarabildiği küçücük bir an, bütün maddi karşılıklardan daha benzersizdir onun için. Tam bir hedonist denemez bu sebepten Miller’a. Ama elbette, bir romantik de! Hikayenin satır aralarında şu ifade sıklıkla görülebilir: “…Ona üstümdeki bütün parayı kabul etmesini ve hemen oracıkta vedalaşmayı önerdim.” Cebindeki tüm parayı verme ritüelinin, -ihtimal ki- ticari hayat teamüllerindeki gibi, dilde ıslanan parmak marifetiyle para demetinin sayılması sonucunda olmadığı düşünülebilir. Bu sahne benim zihnimde ise, paranın avuçlanıp takdim edilmesi olarak görselleşir. Paradan fazlasını veren insanların vücut dili böyledir zira.

“Maringan’a yaklaştığımda hayli çekici bir fahişe, canlı, tatlı dilli, otoriter; koluma girip benimle yürümeye başladı. O zamanlar bildiğim Fransızca sözcük sayısı onu bulmuyordu ve bir yandan baş döndürücü ışıklar, bir yandan ağaçların bolluğu, havadaki bahar kokusu ve içimdeki sıcak kor, beni bütünüyle çaresiz kılmıştı. Beni neyin beklediğini biliyordum. Yolunacağımı da biliyordum ama… Marignan’da hayat vardı, insan kaynıyordu. Benimle kalabalığın arasında durup tek kelimesini bile anlamadığım bir şeyler söyleyerek paltomun düğmelerini çözdü ve t.ş.klarımı kavradı.” (sayfa:77)

Tıpkı “Yengeç Dönencesi” kitabındaki gibi, “Clichy’de Sessiz Günler”de Henry Miller’ın Paris yıllarının izlerini taşır. Serseri bir hayatın hikayesi anlatılır bu kitaplarda. Nereye savrulacağı belli olmayan ama savrulacağı yerin nasıl olacağının bilindiği bir hayat… Kitabın çevirmeni Avi Pardo, kitabın sonundaki yazısında şu tanımlamayı yapar: “Başyapıtı Yengeç Dönencesi’nin ilk sayfalarında şöyle haykırır dünyaya: Parasızım, çaresizim, umutsuzum. Dünyanın en mutlu adamıyım! Kaybedecek hiçbir şeyi olmadan yaşamanın kitabını yazmıştır Henry Miller ve medeniyet denen şeyin tüm foyasını ortaya dökmüştür.”

Bu sözler beni bir başka kitaba ve o kitapta Jack London’un kaleminden dökülen husursuz edici satırlara götürür: “Bu yaşıma kadar ağır işlerde çalıştım, yıprandım ve sadece karnımı doyurabiliyordum; bu yüzden artık çalışmamaya karar verdim, yapmam gereken tek şey karnımı doyurmaktı.” (Jack London, Yol, Cem Yayınları, Çev: Ali Şan, sayfa: 168)

Spinoza’da ahlaksızlık, -ya da teolojik bir atıfla, günah diyebiliriz- “iyi bir şey yapmamızı engelleyen” olarak tanımlanır. İyilik ise, insanın yararına uygun olandır; insan bedeninin karakteristik bileşimini bozmayacak olan… Marx’ın “Yabancılaşma” öngörüsünün gerçekleştiği, kişilerin çalışma edimini giderek amaçsızca hayata geçirdiği ve tam da bu yüzden; tek kaçış alanının hedonizm olageldiği bu çağda, sizce en büyük günah; hazzın günahı mı yoksa çalışmanın mı…

(*) Henry Miller, Clichy’de Sessiz Günler, Siren Yayınları, Çev: Avi Pardo, sayfa sayısı: 109

 

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl