“Bir çocuğun oyuncaklarına yapacağı en iyi şey onları kırmaktır.”

HEGEL

“Hegel’in modern dünya üzerindeki gölgesi, birçok insanın tahmin ettiğinden daha büyüktür”.

Sir. T. MALCOLM KNOX

Özgürlük kavramını tartışırken neden Hegel’e başvurmamız gerekiyor?

Bu sorunun birçok yanıtı olmasına rağmen biz konumuz bağlamında birkaç formül ile cevap vermeye çalışacağız. Öncelikle özgürlüğün tartışma zemmi politik mi yoksa ontolojik bağlam olan felsefe zemminde mi tartışılmalıdır? Bu sorunun cevabı Hegel’de ikilem yaratmaz çünkü politik olan ontolojik olandır. Hegel’i yorumlamamızın asıl nedeni özgürlüğün bir ‘amaç’ olarak belirlenmesi, felsefenin bu son dizgeci filozofunu özel olarak incelemeyi gerekli kılar. 20.yy’a damgasını vuran Marxist özgürlük hareketleri ağırlıklı olarak Hegelyen dizgeden etkilenmişlerdir.

Hegel’e göre; şimdinin sorunlarıyla değerlendirildiğinde özgürlük kavramının karşıtı; özgür-olmama ya da tutsaklık gibi kavramlar değil, bilakis özgürlüğün karşıtı yine özgürlüğün kendisidir. Çünkü modern çağda özgürlüğün mümkünatını sağladığına inandığımız şey akıldır.

Modern çağdaki birçok yıkımın aslında akıldan kaynaklı olduğunu, yaşanan trajediler göstermiş durumdadır. Hegel akıl ile özgürlüğü özdeş iki kavram biçiminde düşünerek, modern çağdaki akıl-özgürlük özdeşliğinin öncü ideologları arasında en muteber yerini aldı.

Peki modern çağ dediğimiz şey nedir?

Modern çağının en karakteristik özelliği uzam ve zamanın istisna kabul etmeyecek bir biçimde rasyonelleştirildiği disipliner bir toplum varlığı ve buna paralel estetizmini yitirmiş, pragmatik düsturla dizayn edilmiş yeryüzüdür. Modern toplumu tasarlayan yeti olarak ‘akıl’ çağın bütün kurumsal yapılarına biçim ve işlev kazandırmıştır. Aklın etkin bir şekilde kullanılıp bütün yaşam sahasını ele geçirmesinden kaynaklı, aklın kendisinin soruşturma nesnesi haline gelmesi kaçınılmaz olduğu gibi içinde bulunduğumuz çağın aksiyomlarını anlamamızı olanaklı hale getirebilir.

Öncelikle özgürlüğün ne‘liğine bakmamız gerek; özgürlük belki de insanoğlunun bütün tarihini kuşatan en gizemli ve uzlaşılması hatta belirli bir tanıma kavuşturulabilmesi en olanaksız kavramlardandır. Özgürlük kavramını önemli kılan; inanç ve bilgi biçimlerimizin bu kavramın nasıl tanımlandığı ile doğrudan ilgisidir. Olmasını istediğimiz ya da düşünü kurduğumuz şey özgürlüğün kendisidir, bu da özgürlüğü tanımlanamaz ve kavramsal bir yapıya oturtulamaz, akışkan bir şey haline getirir. Akıl genel olanın şemasını çıkarırken, özgürlük tekil tasavvurun ufku olarak akışkan geçişliliğe sahiptir. Eğer özgürlüğün tanımına kalkışılırsa bu tanımın dışında kalan bütün özgürlük tasavvurları bastırılır ya da kontrol altına alınmaya çalışılır -ki bu özgürlük olamaz. Özgürlük tasavvuru hala kendini koruyabiliyorsa demek ki o hala gerçekleşmemiştir. Aslında özgürlük gerçekleşmez ama gerçekleşmesi için “sonsuz “bir çaba yaratır ve özgürlük bir ihtiyaç olarak olması gerekirlik olur çünkü insan sonsuzluk kavramına sahip olmadan doğadaki ayırt edici özelliğini yitirir. Hiçbir bir canlı sonsuzluk kavramına sahip değildir -ki akıl bile insanı sonsuzluk kavramından alıkoymakta görevlenmiştir. Nitekim Hegel’de akıl ile özgürlüğün özdeş olması, özgürlüğü sonsuz bir süreç olmaktan çıkarıp sonlu bir bilinç formu haline getirir. ‘Özgürlük’ ve ‘akıl’ ciddi manada birbirlerine karşıt kavramlardır. Tabi ki de burada bahsedilen ‘akıl’ kavramı tam bir yeti olarak akıl değildir; özgürlüğe karşıtlık oluşturan akıl ya da namı diğer ‘rasyonalite’ kavramıdır.

Özgürlük ve kavram arasındaki ilişkiyi Hegel bağlamında ele almamızın diğer bir nedeni; bu dizge hiç kuşku yoktur ki, bütün bir tarihin aslında Geist’ın bir hareketi olduğunu ve Geist’ın amacının ise özgürlük olduğudur. Başka bir deyişle, tarih ereksel olarak özgürlüğü gerçekleştirmek için ilerler ve bu gerçekleşmenin bütün momentumları aklın ilkeleriyle olur. Fakat bunu öncesinde belirttik ama belirtmediğimiz şey, Hegel, kendi döneminin siyasal otoritesini meşrulaştırmak için bütün bir tarihin yeniden rasyonel bir kurulumuna kalkışır. Tarih aslında özgürlük serüveninden çıkarak düpedüz otoriteye teslim edilmiş bir bilinç formuna dönüşür Hegelyen dizgede. İlginç olan, bütün bu tarihsel okuma ‘kavram’ın kuşatıcı, tek biçim haline getirici göreviyle sağlanır. Kavramlar diyalektik bir devrimle matruşka misali birbirinden türetilerek, özgürlük, otoritenin pekinleştirilmesiyle eş tutulur.

Hegelyen felsefeden çıkarılması gereken en önemli sonuç; dizge bize özgürlüğün aslında kavramsal olamayacağını ve kavramın diyalektik mantığın ne denli otorite pekiştirici olduğunu gösterir. Aklın çözümlenmesini biraz daha ayrıntılandırmadan aklın modern çağdaki gücü anlaşılamaz.

Akıl salt biyolojik bir evrimin uzantısı ve insanı diğer canlı türlerinden ayıran bir yeti olarak görülemez. Akıl bir yetidir fakat yaşam ve yeryüzünü bütünen biçimlendiren ve bununla kalmayıp kendisini ‘doğrulayan’ bir yetidir. Tıpkı devletin insan ürünü bir organizasyon olmasına rağmen, anonim ve kompleks bir mekanizma haline bürünüp insansızlaşmış organizasyon olarak onu yönettiğini zannedenleri dahi yöneten tanımlanamaz bir organizasyon haline gelmesidir. Akıl da aynı şekilde. O denli biçimselleşip araçsallaşmıştır ki, insan artık kendi yansımasını ya da insan olma duygulanımını akılda bulamaz hale gelmiştir. Otomatik bir yetiye dönüşerek mekanik bir işleyişle ‘derin düşünme’ gücünü bastıran bir araç görevini üstlenmiştir. Bu ‘dönüşümün’ modern anlatısı ‘Arı Usun Eleştirisi’ metninde Kant’la ifadesini bulur, çünkü özne öyle bir şekilde tanımlanır ki; sanki bir makine ve onun çeşitli işlevsel dişlilerinden söz edilir.

Adorno ve Horkheimer aklın geldiği aşamayı şöyle tanımlar; “Akıl amaçsız bir amaçsallığa dönüşmüş ve tam da bu yüzden her türden amaca hazır hale gelmiştir. Kendisine doğrultulmuş bir plandır akıl”(Adorno-Horkheimer; 2010).

Aklın araçsal bir yetiye dönüşmesinin en önemli sonucu tabi ki modern bilimdir. Modern bilimi bu denli tehlikeli bir araç haline dönüştüren onun kendilik bilincinin bulunmamasıdır. Akıl derin düşünme gücünü bastırarak salt rakamların dünyasını bize sundu ve bilimin reflektif olabilme olanağını ortadan kaldırdı. Kendiliğin -“kendisini düşünmeyen” bilimin dolaysız sonucu bugün yeryüzünü tamamen ortadan kaldırabilecek güçte yok edici silah üretimine yol açabilme kapasitesidir. ‘Güç’ eğer kendini düşünemiyorsa, onu elinde bulunduranı bile korkunç amaçlara sürükleyebilir. Modern çağın sürekli bize dayattığı şey; felsefenin bilime uyarlanması ya da tabi olması zorunluluğudur. Aslında bu büyük bir yanılsamadır. Halbuki felsefenin teknik terimlere indirgeneceğine, bilimin felsefikleştirilerek kendi üzerine düşünme kapasitesini yaratmak, bugünün yıkıcı birçok sorununun çözülebilmesini sağlayabilir. Bilimin son yüzyıldaki savaşlarda yıkımın asli unsuru olması, bilimin felsefeden arındırılmasından kaynaklanıyor.

Rasyonalite dediğimiz şey ‘öznellik’ kavramı ile bütün yönleriyle kuşatılabilir. Öznellik bilimin inşacısı iken kendi kurduğu bilim paradigmasının esiri haline dönüşür fakat kendi yıkımının bilincine varabilme yeteneğine de sahiptir. Anlam dünyasının erozyona uğraması ve nesnelliğin salt ölçülebilirlik normlarına indirgenmesi; öznelliği varoluşsal problemler ya da özneyi nesnelliğin uzantısı bir protez haline getirmiştir. Bu durum önemli avantajlar da sunabilir, çünkü yeni bir bilgi paradigması kurabilme zemmini yaratır. Nitekim Descartes skolastik öğretinin dipsiz kuyusuna gömülmüş bilincin sadece skolastiğin eleştirisiyle kurtarılamayacağının farkına vararak yeni bir bilgi zemmini sorguladı.

Pozitif bilimin her alanda hâkim paradigma haline gelmesi, insanın ‘kendiliğini’ temellendirdiği soyut birçok kavramın anlamsız hale gelmesine sebep oldu. İnsan varoluşunun yeryüzündeki anlam kaybının yerini dolduran kavramlar “egemenlik” ya da “hâkim olma” gibi kavram ve pratik bütünlüğe dönüştü. Hâkim olma ve pratik bütünlüğü muazzam bir uyum içinde devam ediyor. Kuram ile pratik arasındaki çelişkinin yarattığı geliştirici fonksiyon ortadan kalkarak insanı sadece araçsal donanım gelişimine teslim olmuş hale getirdi. Pozitivizm, insanoğlunun modern çağda yeryüzüyle giriştiği bitimsiz savaşın tarih boyunca geliştirilmiş belki de en sistematik ve teknik donanıma sahip ilk sürecidir. Bu sürecin farkına varan ilk düşünürlerden biri E. Husserl’dir. Fenomenoloji tam da istila edici ve insan aklının en üst edimlerinin aslında çekirdeğindeki irrasyonel dürtülerin farkındaydı. Kendini belirleyen insan ideası özelliğin kurucu fikridir ve Descartes’den beri varolan bir ideal olmasına rağmen modern bilim bu ideali mutlak yokoluşa götürdüğü için Husserl yeni bir bilim inşa etmek istedi. Bilim doğayı ya da nesnesini matematikleştirerek anlam dünyasını yok edip ‘kesin’ fakat mana içermeyen bir dünya yarattı. Fenomenoloji ise anlam’ın varlık bulduğu kurucu bir özne amacıyla yola çıkarak nedensellik yasasına gömülmüş insana anlam/yorum denkleminde özgürlük alanı açmak istese bile başarılı olamaz.

Konumuzun Hegel ile ilişkili olduğu nokta tam da burasıdır; akıl dediğimiz şey tahakküme dönüşen yetinin arka planını ve bugün gelmiş olduğu formu anlayabilmemiz için bize ciddi veriler sunar. Çünkü Hegel’ e göre tarih aklın rasyonel kurulumundan ibarettir. Bütün bir tarih mantıksal ideanın nesnel dışsallaşması/açımlanmasıdır. Hegel tarih felsefesi derslerinde şöyle der; “Felsefenin birlikte getirdiği biricik düşünce usun dünyaya egemen olduğu, öyleyse dünya tarihinde de ussal olanın ilerlemekte olduğu biçimindeki yalın us düşüncesidir.” (Hegel, 2010)

Yeryüzündeki tarihsel serüven boyunca gelişen ilişkiler, yapılar ya da öznel yönelimler ve birçok doğasal ve insansal oluşumlar bir şekilde düzene sokulmalıdır ve Hegel, bütün tinsel ve maddi süreçlere mantık ile düzen kazandırır. Hegelyen dizgede, mantık ile temellendirilmemiş hiçbir şey yoktur. Dizgenin parolası; gerçek olan mantıksal, mantıksal olan ise gerçektir. Bir şey mantıksal değilse varoluşa sahip olamaz. Şöyle söyleyebiliriz; Descartes’in Cogito’su nasıl öznel ve nesnel yegâne koşulunu varsayıyorsa, Hegel için öznel ve nesnel varoluşun yegâne koşulu ‘mantık’tır. Hegelci mantık, olgularla uyum içinde tasarlanmış bir mantık değildir bilakis onları çiğneyen bir mantıktır çünkü Hegel kendi dönemindeki politik düzeni yani kendi ‘şimdi’sine felsefik bir meşruiyet kazandırmanın peşindedir. Hegelci dizge tehlikeli bir varsayımla kurulmuştur. ‘Şimdi’nin temellendirmesi üzerine kurulmuş bir dizgenin kör ufkuyla mevcudiyetin zaten olması gerektiğini formüle eder yani özgürlük bir olma halini terk eder ve bütün baskı unsurları/boyunduruk ilişkileri akıl aracılığıyla özgürlük kavramının içine sokulur. Tarihsel potansiyelin kendini açımlama/gerçekleştirme süreci baskı ve zulmün rasyonel temellendirmesi olur. Tarih Hegel için olmak ya da olmamak biçimindedir. (Bu çok Shakespearci bir duruştur) Hegel bize varoluşun ‘nasıl’ olması gerektiğine dair bir şey söylemez çünkü eğer bir şey varsa o rasyoneldir ve rasyonel olan normlara uygundur -ki norm aklın kendisidir. Hegel’i eleştirmek ancak Kafkacı bir yönelime sahip olmak anlamına gelir. Mesele varolma/varolmama meselesi değildir bütün mesele ‘nasıl’ varoluşun sürdüğüdür. (1950/60‘ların Fransız varoluşçu kuşağını kasıp kavuran başlıca meselelerden biridir.) Marx’ı anmadan geçemeyiz çünkü Marx’ın dünyayı artık anlamaktan vazgeçip onu ‘dönüştürmek’ zorunda olduğumuzu vurgulaması Hegel’in aşılması olarak basitçe geçiştirilemez. Hegel sadece şimdisini anlamakla yetinmez, o edimsel olarak şimdiden söz eder ve bu bir eylem biçimidir. Yalnız şöyle bir farkla; Hegel siyasal düzeni değiştirmek için değil aksine mevcudiyetin rasyonel doğrulaması için yazar. Marxistlerin sık sık belirttiği gibi, Hegel entelektüellerin filozofu değildir o da Marx kadar praxist bir felsefe kurma amacıyla yazar.

Hegel’in konumuz bağlamında irdeleyeceğimiz metni tabi ki Tinin Görüngübilimi din yapıt insansal bilincin en yalın halinden ‘özbilinç’ aşamasına gelen ve böylece toplumsal bilinç olarak yani Geist’e (bir nevi kültür dünyasına) uzanan bir süreçler bütününün betimlenişidir. Fenomenoloji, mutlak bilginin tedrici olarak ‘duyu kesinliği’ ile başlar yani insanın bilgi serüvenindeki en ilkel boyuttur ve kısa bir sürede anlaşılır ki aslında en yoksul bilgi biçimidir çünkü duyu kesinliğinin bildiği tek şey o “vardır”. Tabi ki felsefe gündelik yaşamın bilgi dünyasının aşılmasıyla gerçek bilginin elde edilebileceğinin bilincidir. Artık bilinç karşısındakini bilmek değil karşısındakini (yeni nesne) olumsuzlayarak bu dini bilmenin sürecine dönüşür. Bu ise özbilgi aşamasıdır. Hegel “Doğayı açıklamak için doğaya yönelen bilinç kendisine dönmektedir. Kısır ve olumsuz bir döngü içinde değil üretken ve olumlu bir döngü içinde özne kendisini içeriği olarak almakta, kendisini nesne kılmaktadır. Algı içeriklerini birbirine bağlamak için kullandığı tüm kategorilerin kendi zihninin ve bilincinin ürünü olduğunu gören özne, kendi varlığının ayrımına varır ve özbilinç olur.” Hegel’in betimlediği bilincin bütün momentlerine girmeden kısaca belirtirsek; özbilinç ‘istek’ olarak başka bir özbilinç tarafından ‘tanınmak’ ister. Çünkü insan Descertas’in belirttiği gibi sadece kendini belirleyen (cogito) bir varlık değildir. İnsanı diğer varlıklardan ayıran özellik ‘istek’ ya da ötekini ‘kendi’ yapma isteğidir. İnsan ötekini yeniden dönüşüme sokma isteğine sahip yegâne varlıktır. Hayvan istek sahibidir fakat hiçbir hayvan diğer bir hayvanın isteğine yönelmez, onu bir norm bütünlüğüne sıkıştırmaz. Hayvan salt nesneye yönelir asla bir diğer istek duyanın isteğine boyun eğmez. İnsanı doğadan ayıran bu isteklerin birbirine yöneldiği ve boyun eğdirme süreciyle sonuçlanan meşhur Köle-Efendi diyalektiğine ya da ‘tanınma mücadelesi’ne (anerkennung) dönüşür. (Marks’ın Proleter-Burjuva diyalektiği ciddi anlamda bu diyalektikten beslenir.) Nitekim bu mücadelede ‘ölüm korkusu’ baskın gelerek yenik düşen ya da tanınmadan diğerini tanıyan/normunu kabul eden ‘köle’ efendiye itaat eder ve doğayı ‘emek’ ile kendi tasarımına göre biçimlendirerek aslında köle emek harcayarak geliştirdiği her şeyle kültür biçimlendirici güç haline gelir. Efendi zamanla kendi hazlı ve sefil yaşamının kölesi haline gelir. Nihayetinde kök bilincinin öncülüğünde, Köle-Efendi diyalektiği yurttaş toplumu ya da Ulus-Devlet formuna kavuşarak bütün siyasal çelişkiler nihayete erer.

Aslında Görüngübilim tıpkı Spinozacı Etica’nın üstlendiği görevi üstlenir: Etica modern çağın ölen Tanrısını seküler bağlamda hayata döndürmeye çalıştı ve Tevrat eleştirisinden yola çıkarak evrensel Tevrat’ı yazdı -ki Tanrı ve varyasyonları tıpkı Yakup’la Tanrı arasındaki güç ilişkileri olarak tanımlandı. Hegel için de ölen Tanrı’nın seküler bağlamda yeniden diriltilmesi bütün amacını ifade eder. İsa’nın vahşice ölümünün kanlı sahneleri Görüngübilimin bütün bilinç momentlerinin psikanalizidir ve teslis’in seküler yorumu bütün yapının ard alanını oluşturur. Nitekim felsefeyi dinden ayıran temel şey salt kavramsal bağlam değildir -felsefe mutlağın yeryüzündeki kendi kendini oluşturduğu süreci anlamaya çalışır. Anlarız ki Tanrı felsefenin yaratımıdır çünkü öznel faaliyet ancak kendi şimdisini felsefede edimsel olarak kavrar çünkü doğaya yönelip onu özdeş biçim haline getiren tasarımın ideanın bizzat kendisi olmasıdır. İdea dışsallaştıkça mutlak oluşur ve felsefeyle edimsel kavranışına geçilir. Felsefe ve din sonsuzun doğasını anlamaya çalışır fakat din resimsel/tasarımsaldır ama kavram edebi bir kemik yapıya sahiptir. Ayrıca din inançsal bağlamda olduğu için yargı yetisini güçten düşürür ya da fazlasıyla özelleştirir. Tin somut düşünüşten soyut kendinin tarihsel kavrayışına geçtiğinde tabi ki kavrayışı tek yönlü değil geçmiş bütün katmanların derinliğiyle gerçekleştirir. Zaten Hegel kendi öznelliği ile bu tarihsel kavrayışın derinliğini bize gösterdiğini söyler. ‘Sonsuz’ olan ile ‘sonlu’ olanın bu tarihsel ve diyalektik özdeşliği yani idea/tin ve doğanın mutlak özdeşliğidir. Sözü Hegel’e bırakalım; “Tin kendinde bilme olan devimdir. O ‘kendinde’nin ‘kendi için’e, tözün özneye, bilincin nesnesinin özbilincin nesnesine o denli de ortadan kaldırılmış bir nesneye ya da kavrama dönüşmesi. Devim kendi içine geri dönen çemberdir ki başlangıcını öngerektirir ve buna ancak sonda erişir.” (a.g.e.503)

Mutlak, insanın doğa üzerindeki esaslı zaferini simgeler, artık bütün aşkınsal gönderimlerden arındırılmış ‘hakikat’ dediğimiz o kadim kavram bilinememezlikten sıyrılıp teknik bir kavrama dönüşmüştür. Aklın yıkıcılığı tam da burada yani doğaya egemen olma mücadelesinden kaynaklanıyor ki Hegel, bu aklın en üst söylemidir. Matematikleştirilmiş doğaya karşı çıkan Hegel ile doğayı fethetmeyi başardığını en üst perdeden ifade eden Hegel aslında paradoksal bir biçimde aynı teknik aklın iki nüanslı ifadesidir. Marx’ı ve ardıllarını çıkmaza sokan aynı aklın aksiyomlarıyla hareket etmelerindendir -bu akıl, egemen olmanın aklıdır. Marx’ın proleter toplum tasavvuru rasyonel egemenliği dışlamaz çünkü egemenliğin teminatı proleteryadır. Marx ve Hegel’in tarih kuramlarının aynı olması bile aynı akıl kavramlarından beslendiklerini ortaya koymaya yeter. Tarih bir amaca doğru ilerler ve bu amaç akılsal bir amaçtır. Nihayetinde Hegel’in spekülatif felsefesi tinsel öğelerle süslü olması ile Marx’ın iktisadi/politik ‘bilimsel’ verileri arasında sonuç olarak pek bir farklılık yoktur. Akıl, Marxist dizgede Hegelci dizgede olduğu gibi, insanın hem kendilik bilincinde hem de doğaya karşı egemen olma istenciyle ilerler. Marx’ın ‘emek’ kavramı ayrıntılı incelenirse bu bariz bir şekilde görülebilir.

Modern çağı biçimlendiren rasyonalite yaratılmış bir egemenlik bilincidir ki bunun belki de en iyi farkına varan ve modern öncesi toplumlarla bağını kuran düşünür Sigmund Freud’dur. Freud; uygarlığın, aslında insan güdülerinin sistematik ve yöntemsel bir biçimde denetim altına alınarak hatta onlara boyun eğdirerek mümkün hale geldiğini söyler. İnsansal içgüdülerin doyumu ile uygarlık bağdaşmaz ikilidir. Eğer bugün insan yeryüzüne hâkim hale gelmiş ise bu insansal içgüdülerin boyun eğdirilişi ve libidonun teknikleştirilerek egemen güçlerin rasyonel tertibatlarla kontrol altına almasından meydana gelir. Dolayısıyla Freud, mutluluğun aslında kültürel bir değer olmadığını bilakis gerçek insanın aslında bedensel insana yabancılaştığını ima eder. Bütün uygarlıksal tertibatlar libidonun dolaysız doyumunu engelleyerek rasyonel tertibatlarla ‘ertelenmiş doyum’ veya ‘hazzın‘ iş sahasına kaydırılması uygarlık dediğimiz ‘güvenli yaşam’ sahasını yaratır. Bu alan özgürlükten vazgeçiştir veya -kendi olma isteğine yabancılaşmanın neticesidir. İnsanın ‘Ben’ olma sürecine gidişi, Batı ontolojisinin veya siyaset felsefesinin bize kabul ettirdiği gibi özgür olmanın bilinci değildir. Alman idealizmi ‘Ben’i yeryüzüne inmiş Tanrı gibi gösterirken, Freud, Benliğin aslında uygarlığın bastırdığı kontrol altına almak istediği libidonun savaşı sonucu oluşan ve kökeninde irrasyonel unsurlar barındıran, depresif/şizoid bir kimlik olduğunu söyler. Belki Hegel‘in bütün insanlığı muzaffer bir sona ulaştıran ‘köle bilinci’ ya da ‘Ben’i Freud’un bahsettiği o hastalanmış Ben’liktir. Çünkü libido ile nesnellik ilkesi çarpıştığında, rasyonel tertibata boyun eğmek zorunda kalır ve haz kısıtlanarak dolayımlarla hayata geçirilmeye çalışılır. Hegelyen köle bilinci aynı biçimde geçici bir boyun eğiş olan kölelik, ’nesnellik ilkesini’ kendinde asimile eder yani nesneyi öznelleştirir, kendi tasarımlarıyla doğaya biçim verir ve o an aslında nesnellik kalkarak mutlaklık diğer bir deyimle özdeşlik meydana gelir. Ama Freud’la Hegel arasında daha önemli olan sonuç şudur; Hegel bitmiş bir sürecin betimini yapar ve neredeyse hazzı rasyonelleştirir fakat Freud hala bu rasyonalite ile savaş halinde olan libidonun analitiğini yapar. Yöntemsel fark şudur; “Betim” ve “Analitik”. Çünkü Hegel bitmiş bir sürecin neredeyse edebiyatçı edasıyla olaysal bir anlatımını sunar ve kendi bilincinde bunu ifadelendirir. Freud ise ‘sonsuz’la ilgilenir ve libidonun çabası bir diferansiyel hesap gibidir; sonsuz küçük mücadele sahasıdır.

Sonuç olarak; özgürlüğü düşünebilmenin yegâne koşulu onu rasyonalitenin karşısında konumlandırmaktır çünkü özgürlük sonsuz bir süreci varsayar. Modern insanın varsayımı olan; rasyonel olmazsak özgür olamayız önermesi tarihin en inandırıcı yanılsamasıdır.

KAYNAKÇA

Adorno Thedor; Horkheimer Max; Aydınlandınlanmanın Diyalektiği, Çev. N. Ülner, E. Ö. Karadoğan,1. Baskı, 2010, Kabalcı Yay.sa.124

Tarih Felsefesi, W. Fredrich Hegel, Çev. Aziz Yardımlı, İdea Ya. 2. Baskı, Sa.14, 2010

W. Fredrich Hegel, Tinin Görüngübilimi Çev. Aziz Yardımlı, 3. Baskı, 2011, İdea Yayınları, sa.119

a.g.e.503

1991 yılı doğumlu Ali Avcı 10 yıldır siyasi suçtan mahpus olarak Kepsut L Tipi Kapalı Cezaevinde bulunuyor. Felsefe, edebiyat gibi alanlarda okuyarak kendisini geliştiren Ali Avcı felsefe alanında yazdıklarını okurlarla paylaşmak istedi. Sizden gelecek eleştiri, katkı ve dönütler Ali’nin Cezaevinde eksikliğini hissettiği uyaran görevini görecek ve onu yeniden yazmaya, düşünmeye, düşündüklerini tartışmaya motive edecek. Ali Avcı’nın daha önce Gazete Karınca’da “Kepsut Notları” başlığı altında yayınlanan yazıları bulunmaktadır. https://gazetekarinca.com/2019/08/kepsut-notlari-5-suc-ve-ceza-ali-avci/ İletişim Adresi: Kepsut L Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu E-10 Koğuşu Camicedit Mahallesi, Pirinçlik Mevkii, 10660 Kepsut/Balıkesir

e-mail: lutfiye7002@gmail.com

TEILEN
Önceki İçerikMerve Yakut ile Godard Makinesi
Sonraki İçerikYüzü olmayan birisine acımak olanaksız mıdır?
ALİ AVCI 1991 yılı doğumlu Ali Avcı 10 yıldır siyasi suçtan mahpus olarak Kepsut L Tipi Kapalı Cezaevinde bulunuyor. Felsefe, edebiyat gibi alanlarda okuyarak kendisini geliştiren Ali Avcı felsefe alanında yazdıklarını okurlarla paylaşmak istedi. Sizden gelecek eleştiri, katkı ve dönütler Ali’nin Cezaevinde eksikliğini hissettiği uyaran görevini görecek ve onu yeniden yazmaya, düşünmeye, düşündüklerini tartışmaya motive edecek. Ali Avcı’nın daha önce Gazete Karınca’da “Kepsut Notları” başlığı altında yayınlanan yazıları bulunmaktadır. https://gazetekarinca.com/2019/08/kepsut-notlari-5-suc-ve-ceza-ali-avci/ İletişim Adresi: Kepsut L Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu E-10 Koğuşu Camicedit Mahallesi, Pirinçlik Mevkii, 10660 Kepsut/Balıkesir e-mail: lutfiye7002@gmail.com