Ana Sayfa Litera Hem Toplumcu Hem Gerçeküstücü: Latife Tekin ve Perileri

Hem Toplumcu Hem Gerçeküstücü: Latife Tekin ve Perileri

Hem Toplumcu Hem Gerçeküstücü: Latife Tekin ve Perileri

Onu ilk okuduğumda aklımda bir kavram uyanmıştı: Toplumcu gerçeküstücülük. Sonradan şöyle bir tarayınca literatürde bu tartışmanın –kısmen- Amerika’da yapıldığını gördüm. Ama bu yazıda bu tartışmaya girmeyeceğim. Bu yazı, beni “olağanüstü” şekilde gerçekle, kendi gerçeğimle yüzleştiren, bunu yaparken öfkemi umuda dönüştürebilen ve şüphesiz bu etkiyi bütün Türk edebiyatı üzerinde gösteren güçlü bir yazar, Latife Tekin hakkında. 

Latife Tekin, okuyucularını iyice acıktırdığı dokuz yıllık bir aradan sonra iki kitap birden yayınladı: Sürüklenme ve Manves City. Hani kitaplar için basmakalıp bir tabir vardır, “İnsanı bambaşka diyarlara götüren bir kitap” diye. Sürüklenme ve Manves City, evet “sürükleyici”, evet “bir yerlere götürüyor”; ama bu yerler aslında tam da içerisi, tam da burnumuzun ucu, tam da kendimizi bıraktığımızda sürüklenip gittiğimiz, küvetten akan suyun küçük girdabına sürüklenmek kendini alamayan bir saç teli gibi, akışın bizi istemsizce götürdüğü, kaçamayacağımız gerçeğin ülkesi.

Başlarken toplumcu gerçeküstücü demiştim, “niye”sini de anlatayım. Latife Tekin, periler hakkında yazan bir yazar. Bunlar öyle periler ki aslında orta sınıf olarak hepimizin her gün etrafında uçuşup duruyor, yapıldığını bile aklımıza getirmek istemediğimiz, kendiliğinden olup bitiyor gibi düşündüğümüz ne kadar “pis iş” varsa yapıp sonra gözden kayboluyorlar. Latife’ye bir üniversitede verdiği bir söyleşide “Neden gecekondu halkı hakkında yazmaya karar verdiniz?” gibi bir soru soruldu. Verdiği cevap anlatıyor aslında her şeyi: “Köylere yollar yaptılar, köylüyü şehre çektiler. Göçle gelenler güzel evler yapsın, ama periler gibi görünmez olsun istediler. Buraya gelip evler yapanlar, nasıl ev yapılacağını öğrendikten sonra kendine de bir tane yapacaktı. Bunu düşünmediler. Sonra da adına gecekondu dediler.”

Bu cevabı duyduğumdan beri düşünüyorum: Kadınlardan istenen de tam bu tür bir “perilik” aslında. Peri kızı sadece güzel, munis, iyi huylu değil; aynı zamanda görünmez de: Tuvaleti fırçaladığını, yatakların altında birikmiş tozları süpürdüğünü, dibi tutmuş yağlı tencereleri kaynatıp ovaladığını, kirden rengi dönen fayans aralarını çamaşır suyuyla temizlediğini kimseye belli etmeyen; bu işlerin “pisliği”nin, masum güzelliğinin çekiciliğine zarar vermesine izin vermeyen; evde yaşayanların, bu işler kendiğilinden olup bitiyormuş gibi hissetmesini sağlayandır peri kızı.

İşte Latife’nin kahramanları bu perilerdir: kadınlar, işçiler, çiftçiler, “yolcu”lar, “sürüklenenler”. Katı olan her şeyin buharlaştığı bu çağda, “ağırlığını kaybeden insan, nereye boşluk açılsa oraya savrulup gider” çünkü. “Hayatlarının her geçen gün zorlaştığını, bu razı olma halinin değişmeyeceğini” hisseden periler, havada savrulup sürüklenmeye devam ederler. Mevsimlik işçiler, “gecekondu” sakinleri, hatta kendi “evinde” güvende hissedemeyen kadınlar, Tekin’in romanlarında ses bulur. “Fakirin evi olmaz, yuvası olur” kabullenişi, onda bir isyana dönüşür. Eve karşı dışarıyı savunan bir ses alttan yükselir: “Dışarıda dayak yemek daha iyidir, kurtarmaya gelen olur içerideki gizli kalır, ölebilirsiniz bile. Ağaçlar dışarıdadır, kuşlar dışarıdadır, bulutlar dışarıdadır, babanız içeridedir, babanızın karısı içeridedir, yatağınız dışarıda olsun. İçeride gidilecek yer yok, tüm yollar dışarıdadır.”

Sanırım bunu, evle dışarısı arasındaki farkı, evin tehlikelerini ve dışarının heyecanını bilen bir kadından başkası yazamazdı. Bunu bilen her kadın da Latife gibi yazamazdı şüphesiz. Ona sol hareketle, örgütlülükle ilişkisi sorulduğunda, tam da bu “ev içinin politikası”ndan yola çıkarak cevap veriyor: “Bizde anneler babalarla çocukların arasına giriyor. Anne sevilir, babadan korkulur. Bunu hak ediyor tabii erkekler. Bu kadınların gizli bir intikamı. Benim ilk örgütüm evde annemin örgütüydü, bizi babama karşı örgütlemişti.” Nitekim hem Sürüklenme’de hem de Marves City’de (tıpkı Tekin’in önceki romanlarında olduğu gibi) kadınların bu “okul öncesi örgütlülük” halinin izlerini bulmak mümkün.

Tüm dünyanın yükselen şiddet politikalarıyla, çevre sorunlarıyla, açlıkla kıvrandığı bir dönemde; çocukların bütün “köy” tarafından tecavüze uğrayıp öylece kaderlerine terk edildiği, kadınların cihatçı terör örgütlerince köle edildiği, tam bitti derken karanlığın yeniden bastırdığı günümüzde edebiyat ne işe yarar, edebiyat mümkün müdür hâlâ; yoksa Adorno’nun 1949’da dediği gibi “Auschwitz’den sonra şiir yazmak barbarlık” mıdır? Şiddeti estetize etmeden, edebiyatla direnmenin bir yolu kaldı mı? Latife bence buna cevap veriyor. “Neyle savaşmak gerektiğini artık çok iyi biliyormuş, ama savaşma isteği sönmüş içinde” diyebileceğimiz her insan için bir savaşma isteği kıvılcımı yakacak güçte kelimeleri var Latife’nin. Ve bu kelimelerden, sözde “destekler” yüzünden ya da “Aman, böyle yazarsam beraber yola çıktığım, ama ‘el ele yürüdüğümüz bu yolda gitgide büyüyüp içimde çok beklemiş, çok eski bir yeri kanatan’2 yol arkadaşlarım beni davadan atar mı?” diyerek vazgeçmemiş Tekin. Bir okuyucu olarak bu hissi aldım ben şu satırları okurken: “Takviye’ye para bulmak için ne zaman sizin zengin adamlardan biriyle görüşmeye gitsem hayatıma, tek başına direnmeye çalışan parasız bir genç dahil oluyor.” Hayır, Latife sözde devrimcilik oynayan, kendi iktidar alanını kurup o alanı terk etmemek için kırk türlü takla atan, buna rağmen “muhalif edebiyatçı” ünvanını kimselere vermeye niyetli olmayan, edebiyatın “babaları”ndan biri değil. Latife’nin sadece var oluşu, alt sınıftan gelip, hem de kadın olarak gelip yazar olarak var olmayı başarabilmesi başlı başına bir devrim. Çünkü “yoksullar yazıyor, ama devam ettiremiyorlar. Ün karşısında yeniliyorlar.” Oysa o, -kendi deyimiyle- tüm cadılığıyla o eril sahada kendine yer açmayı bilmiş. Feminist edebiyata dahil olduğunu, hem de en gediklisi, en serti olduğunu söylerken, edebiyatta destek aldığını da inkâr etmiyor: “Ben aslında çok da destek aldım. Ama kanmadım o desteğe, çünkü biliyorum ki kültür alanında iktidar erkeklerde. Edebiyatta benimle aynı anda ünlenen iki üç erkek yazar var mesela, onlar benden çok daha ünlendi. Belki ben de savunma mekanizması olarak geri çekildim. Bunu onlar tek başlarına yapmadılar tabii” diyor. Bu “desteğe kanmamak” çok önemli bence: Bunun, hani Virginia Woolf’un bahsettiği Evdeki Melek’i besleyen bir destek olduğunu görebilmek çok önemli. Virginia Woolf, yazarken ona musallat olan Evin Meleği’ni şöyle tarif ediyordu:

O son derece anlayışlıydı. Muazzam derecede cazibeliydi. Bencillikten tamamen uzaktı. Aile hayatının zorlu sanatında ustaydı. Gün be gün kendini feda edip dururdu. Sofrada tavuk varsa o derisini yerdi, cereyan varsa cereyanlı yere o otururdu. (…) O günlerde, ki Kraliçe Viktorya’nın son günleriydi, her evin bir Meleği vardı. Yazmaya başladığımda, daha ilk kelimelerde onunla karşılaştım. Kanatlarının gölgesi sayfama düştü; odada eteklerinin hışırtısını duydum. Öyle ki o meşhur adamın romanını incelemek üzere kalemi elime alır almaz arkamdan kayıp gelerek fısıldadı: “Tatlım, sen genç bir kadınsın. Bir erkek tarafından yazılmış bir kitabı eleştiriyorsun. Anlayışlı ol, sevecen ol, gurur okşa, aldat, cinsiyetimizin bütün maharetlerini ve cilveli kurnazlıklarını kullan. Hiç kimsenin senin kendine ait bir aklın ve düşüncelerin olduğunu anlamasına izin verme. Her şeyden önemlisi, saf ol.” Sonra da kalemimi yönlendirecek gibi oldu. (…) Meleğe doğru dönüp onu boğazından yakaladım. Ve onu öldürmek için elimden geleni yaptım. Mahkemeye çıkarılsam gerekçem meşru müdafaa olurdu. Çünkü ben onu öldürmeseydim o beni öldürecekti. Yazılarımın kalbini söküp alacaktı.”3

İşte Latife, ona “destek olan” erkeklere karşı minnet duyması ve “uslu durması” gerektiğini söyleyen bu Evin Meleği’ne kanmadan yoluna devam edebilmiş bir yazar. Belki de her kadının yazarlık serüveni, tam da böyle bir “cinayetle” başladığı için daha en başından politiktir. Ama bu sese aldanıp, bu desteğe aldanıp devam etmek de politik bir karardır. Latife Tekin, meleğini öldürebildiği için de “toplumcu gerçeküstücü” bir yazar bence. Meleklerin masum yüzüne, yalancı baharlara aldanmayıp tüm cadılığıyla “sürüklenmenin coşkusunu” yazabildiği için… Gerçeğin bir öneminin kalmadığı bir çağda, gerçeğin üstüne çıkıp yine de direnmenin, yeni bir bahar için eski baharlardan vazgeçmek gerektiğini bize güçlü kelimeleriyle öğrettiği için…

Güle güle ilkbahar, bulutları koluna taktın gidiyorsun öyle mi? (…) Kredi ve borçla yapılan çalışmaları düşündüğün oldu mu peki? Kat kat faizle alınan paraların hizmet olarak halka lanse edilmesine ne yazık ki hizmet dendiğini duymadığına inanacak mıyız senin? Aklımızla oynanmasına göz yumup gidiyorsun demek ki, kuşlarını kelebeklerini de al git o zaman.”

1 Dipnotta belirtilmeyen alıntılar, Latife Tekin’in 2018’de Can Yayınlarından çıkan Sürüklenme ve Manves City adlı romanlarıyla Bilgi Üniversitesinde verdiği “Edebiyatta Ölüm Yokmuş” başlıklı söyleşisinden alınmıştır.

2 “El ele yürüdüğümüz bu yolda sen gitgide büyürsen/ Benim içimde çok beklemiş, çok eski bir yer kanar”. Turgut Uyar, “Yokuş Yol’a”

3 Virginia Woolf, Benlik Üzerine Denemeler, çev. Esra Çakıruylası, Ayrıntı, İstanbul, 2017: 112

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl