Nilgün Yüksel ile “Muğlak Alan” Üzerine Söyleştik.

Caddebostan Kültür Merkezi 19 Nisan 10 Mayıs tarih aralığında küratörlüğünü Nilgün Yüksel’in yaptığı “Muğlak Alan” başlıklı sergiye ev sahipliği yapıyor.

Zeliha Demirel : Caddebostan Kültür Merkezi izlediğim kadarıyla yanılmıyorsam ilk kez farklı bir sergiye ev sahipliği yapıyor. Bu serginin oluşumundan mekan seçimine kadar kısaca bahseder misiniz?

Nilgün Yüksel : Evet, sanırım ilk kez böyle bir sergi yapıldı Caddebostan Kültür Merkezi’nde. Daha öncekiler resim, heykel ve fotoğraf gibi belirgin disiplinleri içeren çalışmalardı ki, ben de daha önce burada fotoğraf temelli bir proje sergisi yapmıştım. Sergi teklifi Caddebostan Kültür Merkezi’nden geldi. O yüzden mekanın seçimi üzerinde bir etkim yok ama elbette ki mekanın fiziki yapısını tanımam sergiyi kafamda daha rahat oluşturmamı sağladı.

– Serginin adı “ Muğlak Alan”. Sergide sunulan işler tasarım – sanat ilişkisine odaklanıyor. “Muğlak Alan” kavramını açacak olursak, başlangıcı ya da sonu belirleyen alanlar ya da sınırlar var mı?

Öncelikle Muğlak Alan kavramının açalım tabii ki. Arapça kökenli bir kelime. Kapalı, kilitli demek. Diğer anlamı anlaşılması zor. Muallak kavramı var bir de sürüncemede kalmış, belirsiz anlamına gelen. Bazen biz Muğlak’ı da belirsizlik anlamında kullanıyoruz. (gerçi bunu ifade eden başka kelimler de var ama artık tamamen kullanım dışı). Çünkü muallak karşılığı olan belirsizlik kavramı tam açıklayamıyor demek istenileni. Ben burada Muğlak kavramını, anlaşılması zor, örtük ve belirsiz anlamlarını daha çok içerdiği için kullandım. Başlangıcı ve sonu belirleyen alanlar elbette ki yok. Başlangıç, şimdilik sadece bizim keşfedebildiklerimizle sınırlı son da bizzat kendi yaşamımızla. Bunun dışında sınırlar sadece bizim tanımımız. Coğrafi sınırlar gibi. Sergide tasarım sanat ilişkisine, bu iki alan arasındaki sınırların belirsizliğine dair bir önerme vardı. Yıllar önce Hakan Onur ile yaptığım bir röportajda kendisinin söylediği bir cümle beni etkilemişti hala takılır zaman zaman aklıma. “Her şey tasarım aslında” demişti. “Tasadan geliyor işte. Tasamız olduğu için tasarlıyoruz.” Önermeler farklı olabilir ama hala yaratının her biçimi bir çeşit dışavurum belki de. Ve yeterince ifade edebilmek için sınırların erimesi de iyi bir şey.

– Olayların ve imgelerin hızına yetişmenin olanaksızlaştığı bu çağda üzerimize gelen dev dalgalar ıssız adalara itiyor. Burada küratörün durağı hangi ada? Küratör kavramına bakışınız nasıl?

Ardımızda büyük bir sanat tarihi birikimi var. Sanatın özerkleşmesi, kurumsallaşması ise böylesi bir birikim içinde dünkü çocuk sayılır. Bu açıdan bakarsak küratörün durağı hangi ada olabilir? Öte yandan bizzat kendi adacıklarını yaratıyor küratöryel pratikler. Seçimleri ile ortaya attıkları kavramlar ile başka başka yönleri gösteren insanlardan söz ediyoruz sonuçta. Sizin uğramak ya da görmek istediğiniz herhangi bir adada olabilir. Yaratmayı, göstermeyi istemek ne kadar seçimse görmeyi istemek de aynı ölçüde bir tercih. O yüzden ben size sorayım hangi adada olmak isterdiniz?

Sözlük anlamıyla sergiyi yapan kişi küratör. Ama bunun ötesi var elbette ki. Çünkü her küratöryel bakış aynı zamanda bir gösterme biçimi anlamına da gelebilir. Salt eser toplayıp onları belli bir mekanda bir süreliğine bir araya getiren kişi değil öncelikle. Neyi ve nasıl gösterdiği ve elbette seçimleri de önemli. Sonuçta eğer böyle bir işe kalkışmışsa söyleyecek sözü, sorguladığı meseleler, ortaya konan üretimi sunacak birikimi olmalı. Retinal algılayıştan zihne, bedene giden sürecin farkında olmalı ya da en azından bunu hissedebilmeli.

Sıkça dillendirildiği gibi yeni bir iktidar alanı mı yaratıyor küratör kavramı?

Bu, işinizi nasıl yaptığınız nereden baktığınızla ilgili. Her iş bir iktidar alanına dönüşebilir ya da tam tersi olabilir. Örneğin bir müzede bir sanatçının retrospektifini gerçekleştiriyorsunuz sanat tarihsel bir birikimle yaratıcı özneyle onun üretim ilişkisini gösterirsiniz sadece öyle değil mi? Ama bunu kurumların dışında ya da kurumlarla belli bir süreliğine anlaşarak yaptığınızda, ortaya bir problem koyup bunun etrafında dönerek seçime gitmeye başladığınızda çizgi de incelmeye başlıyor kaçınılmaz olarak. Elbette ki küratörün seçimleri o zaman birçok şeyi belirliyor ama büyük galerilerden, müzelerden ya da piyasa dediğimiz o görünmez kavramdan daha büyük bir iktidar olduğunu düşünmüyorum.

– Özgün ve özerk olan giderek melezleşiyor. Bu melezleşmede sanatsal olanın yeniden biçimlenişinden söz etmeli miyiz, bu durumda tarih bilincine dönüşecek deneyimler yok mu oluyor, geçicilik duygusuyla genelleştirme bir arada mı?

Biricikliğe, tekliğe, benzersizliğe gönderme yapan özgünlük fikri tamamen modernitenin sorunu. Böylesi bir özgünlüğün olabileceğine inanmıyorum açıkçası. Yaratım her zaman melezdi. Ki, çağdaş üretimden söz ediyorsak melezleşmenin belirginleşmesi de kaçınılmaz. Bu, yaratıcının bütün bunların içinde kendini ne kadar var edebildiği sözünü ne kadar kendi cümlelerine dönüştürebildiği ile ilgili. Bir metni ezberleyip tekrarlayabilirsiniz böylece kendi kimliğiniz tamamen örtersiniz ya da bir sürü metni okuyup başka bir şey söylemeyi deneyebilirsiniz. Özgünlük yenilikten çok o küçücük başkalık da yatıyor belki. Yoksa özgün gerçekten fazlasıyla iddialı. Diğer yandan bizim tarif ettiğimiz anlamda bir özerklik de bir tür ütopya sanırım. Kurumsallaşmış bir şeyin tam anlamıyla özerkliğinden nasıl söz edebiliriz? Herkesi mutabık kalabildiği bir sistem yaratabildik mi gerçekten?

Sanatsal olan her gün yeniden biçimleniyor. Sınırlardan söz ettik, ama insan dediğimiz varlığın sınırları ya da sınırsızlığı konusunda yeterince fikrimiz olduğunu sanmıyorum. Bu yüzden yaratıcı akıl söz konusu olduğunda her şey mümkün. Olayların ve imgelerin hızına yetişememekten söz etmiştiniz. Belki bu hız, başka bir körleşme yaratıyor bizde. Fark etmemiz zorlaşıyor. Paragrafın hemen başına döneyim. Evet, sanatsal olan yeniden biçimleniyor. Düşündükçe, sorguladıkça, hissettikçe, bir sınırı kaldırıp başka bir sınıra ulaştıkça yeniden biçimleniyor ve sanırım bu hiç bitmeyecek.

Tarih bilincine dönüşecek deneyimlerin yok olacağını düşünmüyorum. Elbette ki tarih bilinci bile kendi içinde sürekli değişip dönüşen bir şey ama tam aksini söyleyebilirim bu noktada. İnsanlığın ortak tarih bilincini oluşturacak deneyimler çoğalıyor. Geçicilik duygusunun da anlık olduğunu düşünüyorum. Evet, göreceli olarak zaman geçiyor ve bedensel olarak biz geçiciyiz. Ama yaşadığımız sürece boyunca deneyimlerimiz ve sonrasında ardımızda bıraktıklarımız hala kalıcı. Geçicilik sadece geçici bir yanılsama. Genelleştirme dendiğinde değişmezmiş gibi görünen etiketlemeler geliyor aklıma. Başka bir deyişle imkansız bir tarif. Genelleştirmeyle geçicilik sadece tek bir noktada bir araya gelebilir, o da genelleştirmenin geçiciliği olsa gerek.

– Şimdi içinde olduğumuz birikimden ya da inkârından “muğlak alan” söz edecek olursak, şeyleşmeye ve hiçliğe doğru hızla akan bir tramvayda mıyız? Yoksa bu alan gelecek yüzyılların sanatı için kabuğunu kıran bir embriyo mu?

Zaman zaman hepimizin şeyleştiğini ya da nesneleştiğini düşünüyorum açıkçası. Dünyanın örtük ya da belirsiz olduğuna dair onlarca neden sayabiliyorum. İnsanlığın giderek benzeştiğini, belli bir tavrı, duruşu, klişeyi ortaya koyduğunu düşündüğüm zamanlar oluyor. Bununla birlikte bu, sadece bizim gördüğümüz ve gördüklerimiz bakış açımızla sınırlı. Sonuçta hepimizin aynı tramvayda olmadığımızı biliyoruz. Aslında hepimiz başka bir yere bakıyoruz ve o bakışların yarattığı zenginlik fikri beni heyecanlandırıyor.

Her zaman kendine ait olanı ve elbette ki bir sonraki adımın da tasarımını yaratıyor. Ne kadar inkar etsek de geçmişten ve orada oluşturulmuş birikimden ayrı değiliz. Üstelik o birikim hem inkarı hem yeni bilgi ve birikim alanlarını çağırıyor. Her çağın her kültürün üretiminin bize söyleyecek bir şeyleri olduğunu düşünüyorum. Ve elbette yaratılan bu büyük birikim yeni bir zamanın hazırlayıcısı kaçınılmaz olarak.

Her sanatçının ya da küratörün “muğlak alan” kavramı ya da kavrayışı seçenekli midir?

Eğer ortaya bir tartışma atılıyorsa ya da var olan bir tartışma üzerine bir şey söyleniyorsa sadece küratörün ya da sanatçının değil alımlayıcının ve yorumlayanın da kavrayışı seçeneklidir. Sergiye dönelim. Benim önermem malzemede, yaratıcı süreç ve sonuçta sınırlar, tanımlar ve belirsizlikler üzerineydi. Sergide yer alan her sanatçının, tasarımcının, eserin önermesi de kendi “muğlak alanı”nı yarattı. Estetik hazzın ya da deneyimin en güzel tarafı da oraya dahil olan kimlik kadar çok yorum ve bilgi içermesinde yatıyor sanırım.