Tabiri caizse emsalsiz bir karakter Nilbar Güreş. Süslü cümleler ve ya biçimlere ihtiyaç duymayan, zorlayıcı, idealist ve heyecanlı bir yapısı var. Piyasayı ayakta tutmak adına çağdaş sanatın kendi kendinin bacağına sıktığı şu günlerde, o art arda üretiyor, sergiliyor. Argümanlarından vazgeçmiyor. PR çalışmalarıyla uğraşmıyor.

Ülkemizde daha çok feminist olarak bilinse de, Nilbar Güreş’in yaklaşımını fenomenolojik olarak okumayı tercih ediyorum. Kanımca Güreş’in işlerini yalnızca toplumsal cinsiyet rollerine atfetmek kendisi için de büyük bir haksızlık olur; onun üretim pratiği özünü tüm yönleriyle yaşamdan almakta. İşleri de, kendisi gibi sürekli seyir halinde. Malzeme tercihlerinden mesele edindiği çarpıklığa, yapıbozuma uğrattığı her sembol deneyimlerinin bir parçasını oluşturuyor. Onun derdi kimliklerle değil, kimliklerin hala bir sorun alanı olarak görülmesiyle.

Kendisiyle Badischer Kunstverein’de devam eden yeni sergisi Lovers’ın da bahanesiyle bir röportaj gerçekleştirdim. Lovers, sanatçının 2004 yılından bu yana ürettiği işlerden geniş bir seçkiden oluşuyor. Söyleşiyi sizlerle tüm samimiyetimle paylaşıyorum.

Nilbar Güreş deyince aklıma yalnızca işleriyle değil kimliğiyle de protest, meselesini tüm yaşamında sindirmiş, “gerçek” bir karakter geliyor. Sanatınızdan önce sizi tanımak istiyorum ben izninizle. Biyografinizden tabii ki haberim var, ancak sizi siz yapan kırılmalar neler, bu dik duruş nereden geliyor? Mümkün olduğunca bahsedebilir misiniz?

Çok naziksiniz, çok teşekkür ederim sevgili Sırma. Şahsımdan önce (henüz tanışmıyoruz) işlerimi bildiğiniz için sizi hariç tutarak söylemek isterim ki; artık ne yazık ki sanattan önce sanatçıları merak eden bir dünyada yaşıyoruz. Bugün sanatçı deyince onu galerisinden ve hatta üretimlerinden de öte onları temsil eden Instagram ve Facebook imajları akla geliyor. Kullanıcı hesaplarına bir göz atarsanız sanat kalitesi anlamında iyi olanın değil de sempatik bulunan sanatçı profillerinin daha fazla beğeni aldığına şahit olacaksınız ki, düşününce bu gerçekten çok garip bir durumdur.

Bazen Instagram sayfamda piyasa eleştirileri yapan paylaşımlarım oluyor. Yine gözlemlerime göre bu paylaşımlarım okunmuyor dahi… Tüm bunlara bakınca sanatseverin tamamen yanlış kurgulanmış bir sanatçı anlayışı olduğunu anlıyorum. Sanatçı, canı sıkılan insanların pozitif enerji ile dolma gibi doldurulmuş arzu nesnesi değildir. Bir sanatçı olarak bana sorarsanız size kimsenin benden hoşlanması gerekmediğini söylerim. Sanatçı yaşamı sanatçının üretimini gözlemlemeye ve anlamaya dair bir nüans olsa da sanatseverlere kendilerini bu kişisel hikayelere fazla kaptırmamalarını tavsiye ederim… Süreç sanatçının daha bir kendi meselesi, sonuç ise daha çok izleyicinindir bana göre. Sanat izleyicisine ve alıcısına anlatılan tüm o bitimsiz hikayeler aslında çoğu kez galerilerin satış departmanlarının uydurduğu birer satış stratejisinden başka bir şey değiller. Bir şeyin gerçekten ilginç olup olmadığına karar verme hakkını izleyici her zaman kendisinde saklı tutmalıdır. Ve elbette ki sanat iyi mi kötü mü bu göreceli değildir, komik olmaya gerek yok… Algı subjektiftir, salak ve yüzeysel yaşayan biri de gelip elbette ki kendi salaklığına hitap eden bir eseri alacaktır. Sonuçta herkes salaklığı oranınca kötü var oluyor, alan mı satan mı fark etmez…

Türkiye’de en az iki piyasa var paranın döndüğü, biri dolaşımda olan uluslararası çağdaş sanat diğeri de lokal ve dekoratif, herkesin evinde olan sanat adı altında pazarlanan o şey neyse o. İşin kötüsü bu sözde sanatçılar o zanaatimsi şeyi de kendileri tatbik etmiyorlar. Asıl sorunuza gelirsek biraz da jenerasyonla alakalı bu sorunun yanıtları… Şimdiki çocuklar sanal yollardan özgürleşiyor yani tutsaklaşıyorlar; aileleri ile aynı masada yemek yerken dâhi orada değiller, ellerindeki telefon veya tabletin içindeler. Bizler ise (77 doğumluyum) mentâl olarak da fiziksel olarak da dışarıdaydık ve sokakta iki türlü de özgürleşirdik. Tabii bir de günümüzün pedagojik anlayışı -bazı yanları çok çarpık da gelse bana- biraz daha korunaklı, hep okullar suçlu artık… Bizler küçükken aklımızın alamayacağı şeyleri de tecrübe ederdik, anlamaz ama absorbe ederdik çünkü çocuklar doğaları gereği böyledir zaten. Biz o dönemin travmalı çocuklarıyız, tamam bu iyi bir şey değil ama şimdikiler sizinle aynı dünyayı ve gerçekliği paylaşmıyor dahi. Bu nedenle artık ortak anın kodlamasını ortaklaşa kurgulamayı beceremeyen bir jenerasyonla beraber yaşamaya başladığımızı görüyoruz.

Ben her durumda sanat çevresinin pek bilmediği (çünkü sanat bilindiği gibi hep bazı sınıfların elindedir) daha eski moda, kimine göre daha acıklı durabilecek ama aslında çok gerçek bir çocukluk ve gençlik varoluşu yaşadığımı düşünüyorum… Çocukların çalıştığı, diledikleri her şeye ulaşamadıkları bir durumdan bahsediyorum. Aslında bu yaşamlar halen mevcut ama sanatseverler bu realitenin ne yazık ki çok dışındalar. Zaten sanatseverlerin en büyük sorunu genelde hayatla değil sanatla ilgilenmeleridir. Biz sanatçılar onlara kaçırdıkları gerçekliğin bandını adeta geri sarıp yeniden izletir gibiyiz. Eklemek isterim ki dünyadaki en yüzeysel sanatseverler görsel-sanat-severleridir tahminimce. Görsel sanatı anlamak için çaba sarf etmiyor insanlar, görmek anlamaktır zannediyorlar ya da aynı görsele bakmak, şahit olmak o eserleri aynı odada diğer insanlarla beraber seyrediyor olmak onları sanatı bilen ve hisseden birine eşitliyor adeta. Bir de işin hikayesini dinleyince oh oldu bitti! Çok büyük yanılgılar elbette bunlar… Müziksever olmaya kalkışsınlar kolaysa, cahillikleri ile rezil olmaları beş dakika dahi sürmez…

Aynı sorunu izlediğim sergilerde de hissediyorum. Küratörler de artık main stream estetiğe yöneldi iyice. Çünkü o para ediyor, dijital olan ne varsa o izleniyor. Sanat dünyası tam bir kurtlar sofrası ve artık tamamen ticaret hayatı olarak işliyor. En çok davet alan, iş yapanlar hayata beyaz yaka gibi bakanlar. Popüler ne ise onu takdim edenler…

Bu arada ben pek dik durduğumu düşünmüyorum, dik görünmemin nedeni ortamın anormalliği aslında. Açmam gerekirse ortalıktaki fırsatçı ve faydacı sanatçılar elbette. Eserlerinde veya tasarımlarında dekoratif Osmanlı desenleri kullanan, sanatseverleri ihtişamlı mekanlarda toplayıp zırva masallar, saçma hikayeler anlatan, dekoratörlerle ortak sergiler düzenleyen main stream (ana akım) insanlardan bahsediyorum… Bu kötü ortamda ben azıcık doğru bir şey söylesem ya kahraman ya da sivri dilli antipatik sanatçı oluyorum. Halbuki herkes doğal olarak dik durmalı! Çünkü gerçek sanatın böyle fanfinfon koşullarda ve para kokan davetlerde oluşamayacağını hepimiz biliyoruz aslında… Elbette pazarlandığı yer zaman zaman orası olabilir durum gereği ancak sanatçı bunu kendisi yapmamalı…

Nesneler, figürler, insanlar… İşlerinizde daima bir yapıbozuma rastlıyoruz. Albeniden mümkün olduğunca uzaklaşmış, zaman zaman ham sayılabilecek, bir yandan da üzerine pek çok okumaya müsait işler. Bakıp geçilemeyecek altyapıda işler. Bunların hepsi aynı anda nasıl mümkün olabiliyor? Biraz çalışma pratiğinizden bahseder misiniz?

İşlerimin hamlığına dair bir yorum şimdiye dek hiç duymamıştım, ‘albeniden uzak’ gibi bir yorum da almadım henüz. Aksine bir defasında sevgili Ayşegül Sönmez bir işim için ‘bu saten iş de pek şık’ demişti ki ben bunu memnuniyetle acı-tatlı bir eleştiri olarak kabul etmiştim. Aksine büyük korkumdur aşırı estetize ve aşırı çekici işler üretmek. Bunu bozmanın iyi bir yolu da espridir. Sanatla yaşamak için çabalamak korkunç. Çok pesimist bir insan olarak beni hayatta tutan tek şey bazen gülümseyebilmek aslında. Ne kadar çok galeri o kadar çok sıkıntı ve o kadar çok kendine yabancılaşma demektir bir sanatçı için…

Okumaya gelirsek, açık okunmak her ne kadar sizi o çok arzu ettiğiniz evrensel sanatçıya dönüştürüyor gibi görünse de ben bir sanatçının kendi bağlamında, içinde, asıl ilham aldığı şeyler yörüngesinde okunabilmesini çok önemsiyorum. Bir Amerikalının işlerim hakkında yazdığı metin beni kısmen dünyaya açar ama bir Amerikalı kodlarımız hakkında asla deyim yerinde ise ‘döktüremez’.

Toplumsal rolleri alıp getirdiğiniz yerlere bayılıyorum. Buradan devam etmek istiyorum biraz. Gelenek, kültürel inşa, cinsiyet, etnik… İşlerinizde tek bir mesele yok. Nasıl temellendirebiliriz?

Mesela gelenek, kültürel inşa, cinsiyet ve etnik meselelerinin birbirinin etrafında dönen hemen hemen aynı meseleler olduğunu söyleyerek temellendirebiliriz. Bu terimler sürekli birbirinin evine yatıya gelen göçebe terimler, hepsi birbirinin içinden geçiyor. Birini ziyaret etseniz orada bir diğeri ile tanışırsınız zaten.

Feminist sanatın olmazsa olmazlarından tekstil, sizin de sık kullandığınız bir medyum. Bu genellikle dikiş-nakış gibi “kadın işleri”nin yani kadına uygun görülen zanaatin sanata eklenmesiyle az önce de bahsettiğim yapıbozuma uğratma durumunu ortaya çıkarıyor. Sizin sanatınızda nasıl bir yerde?

İlginç bir şekilde -sizin deyişinizle feminist sanat malzemelerinden biri olan- tekstil ile feminist sanat – kadın sanatçı ilişkisi adına hayal edilenin tahminen çok dışında bir ilişkim var. Ben 4 – 5 yaşımdan beri anneme evdeki bazı masa örtülerini veya elbiseleri veya çarşafları benim için biriktirmesi için ısrar etmiş bir çocuktum. Bu kumaşlardan birini 2006’da kullanarak bir portre yaptım. Planlı şeyler değil bu arada anlattıklarım sadece hissi şeyler… Aynı şekilde 2000’de Marmara Üniversitesi’nden mezun olurken kumaşlı kolajlı bir de resim yapmıştım mesela yine 5 yaşımdan beri sakladığım bir obje ile.

Bir de CV’me yazmadık, bilgi olarak online halde ulaşılır değil ama ben Viyana Güzel Sanatlar Akademisindeki master eğitiminden sonra dört sene psikoloji, tekstil ve resim/iş eğitmenliği okudum. Tekstille iş üretmek anlamındaki ilişkim asıl orada yükseldi.

Benim tekstil ile ilişkim sanatçı olmak, ya da sıkça görülenin aksine feminist sanatçı olmak ekseninde oluşmuyor yani. Çocukluğum Rum, Ermeni, Kürt, Türk kısaca Türkiyeli birçok kadının evinde geçti. Benim tekstil hafızam orada başlar. Ailem işyerinde iken Istanbul’da kadife veya basma kumaştan koltuk ve divanlarda, köydeyken de içi yün dolu döşeklerde uyudum. Her divan örtüsünün, döşeğin duygusu, çeyiz, düğün, aşk hikayesi ayrı bir olay. Dönüştüremeyeceğim şeylerle ilgilenmiyorum çok, bizi biz yapan bakış açımız madem…

Tabii günümüzde cinsiyet rolleri üzerine çok daha büyük tartışmalar var. Sizin de queer teoriye yakın olduğunuzu biliyorum. Az önceki sorumu da göze aldığımızda siz nasıl değerlendirirsiniz? Sizin gözünüzden nasıl toparlayabiliriz?

Günümüzde hatta en yakın dönemde cinsiyet rolleri üzerine ve ihmal edilmiş kadın sanatçılar üzerine asıl büyük geç kalınmış sergiler kurgulanıyor. Bir nevi geç kalmış bir özür, bir telafi… Ben de bu yersiz modaya şahit olup 80 yaşına gelmeden sergilemek için tüm çabamla kendimi de şartlarımı da zorluyorum. Açıkçası 80 yaşında ne hayatta olmak, ne de üretmek isterim.

Ben teoriler üzerinden yürümedim hiç, herkesin bildiği genel geçer bilinmesi gereken hiçbir şeyi net olarak bil-mem. Geçenlerde feminist bir kadın grubu ile aynı ortamı paylaşma şansım oldu, bana bahsettikleri hiçbir teorisyeni bilmediğimi fark edince epey şaşırdılar. Çok fazla hareket halinde olduğum ve aynı anda birçok projeyi paralel götürdüğüm için tek tek konulara, tezlere, dolaşımdaki tartışmalara yoğunlaşmam mümkün olmuyor. Ayrıca bir yanım da okuyarak sanat yapılmadığını söylüyor bana. Hem öyle olsa okuyup PhD’sini yazan kim varsa sanatçı olurdu… Ayrıca ben klasik anlamda politika üreten biri değilim, çok da sıkıcı buluyorum zaten o kürsüleri, sandalyeleri, grupları, grupların içinde haykırıp öne çıkmak için çırpınan dev gibi egoları… Benim sanatçı olarak işim sadece büyülemek veya şaşırtmak gibi şeyler ve görünene bakılırsa bu imkana sahibim.

Biraz nesnelere dönelim. Saksılar da sık kullandığınız hazır nesneler. Kült işlerinizden biri olan “Escaping Cactus”ten ele almaya başlayalım. O işinizi oldukça otobiyografik buluyorum. Bir çıkış noktası sayabilir miyiz?

İzleyici olarak sizlerin çok sevdiği, benim de çok sevmediğim ama bazen eğlenceli bazen yerinde ve çok doğru bulduğum işlerim var. Kaktüs onlardan biri. Aynı şekilde ‘Oturma Odası’ adlı işim de çok popüler oldu veya ‘Soyunma’ adlı video performansım. Bu işlerin başarısı sanırım toplumla hızlıca iletişim kuran ortak bir duyguya sahip olmalarında yatıyor…

Kaktüs çocukları çekiyor, Oturma Odası kadınları, Soyunma başörtülü veya siyasi olarak hassas kadınları…

Kaktüs bana benziyor evet, insanlardan sürekli çok fazla direkt olduğum ve çok fazla sorguladığım eleştirisini alıyorum tatlı tatlı da olsa. İyi de ne bekliyorlardı, onlar da benim gibi çocukluklarından bu yana sert bir yaşamın içinden çıkıp gelmiş olsalar, o orkide tenlerine sahip olamazlardı. Orkideler özünde ağaçlara tutunup yaşarlar – hatırlatayım…

Lovers’a dönecek olursak 2006 yılından beri yaptığınız işlerin kapsamlı bir seçkisi bu sergi; bu seçki ne üzerine oluştu, bütüncül bir okuma yapabilir miyiz?

Sanat izleyicisinin ve hatta bazen beraber çalıştığım insanların dâhi benim ne kadar ürettiğimden haberleri olduğunu zannetmiyorum. Almanya, Avusturya, Türkiye için ve haricinde diğer katıldığım sergiler için işler birikiyor üstelik başka başka ülkelerde… Lentos Müzesi sergisi ile başlayan solo seriler benim aslında 2006’dan da değil, 2004’ten bu yana ne yaptığımı ne yöne gittiğimi tarif eden sergiler olmaya başladılar.

Şimdi önümde biri Stuttgart diğeri Bern’de olacak iki sergi var, bakalım oralarda neler gösterime müsait olacak…

Fotoğrafın üretiminizdeki yerini merak ediyorum. Fotoğraflarınıza baktığımda izleyicinin yorumunun işin bir parçası olduğunu ve değişken olduğunu görüyorum. Bununla ilgili neler söylemek istersiniz?

Fotoğraf benim için bir medya. Fotoğraf çekmeyi bilmiyorum, bilenler de sanat yapamıyor genellikle o bilgileri ile nedense…

Türkiye’de de kötü kullanıldığını düşünüyorum fotoğrafın. Aşırı kavramsal sanat gibi (!) Fotoğraf ile çalıştıkça dikkatim bazı teknik detaylara yoğunlaşmaya başladı doğal olarak ve bazı kararların önemini kavradım. Daha yavaş çalışıyorum artık, dijital değil analog oldu mesela son iki projedir. Bu da çalışma alanımı genişletti, daha da büyüyebilirim, farklı kurgulayabilirim, kısacası daha fazla özgürlük…

Sergideki trans/androjen figürleri nasıl temellendirebiliriz?

Ben de trans ve androjen biriyim, bence birçok insan da, daha az veya çok oranlarda öyle ama ben bunu kabul edenlerdenim. Hassasiyetlerim var. Gruplar ile olmasa da yaşarken ve üretirken doğal olarak kendi politikamı ürettiğimi düşünüyorum.

Üretim olarak kendinizi nasıl bir yerde görüyorsunuz? Sanatınızı biçim, estetik ve kavram olarak son bir özetleyebilir misiniz?

Çok eskiden, daha öğrenci iken rüyamda kendimi bir galeride kendi açılışıma giderken görmüştüm. Galeride gördüğüm eserler hiç benim işlerime benzemiyorlardı ve rüyamda çok şaşkındım bu duruma. Sahiden de o yolda hissediyorum çoğu kez kendimi. Ben yıllarca hem Istanbul hem Viyana’da resim okudum, asla fotoğraf, video veya heykel ile çalışacağım aklıma gelmezdi. Bunu önemsiyorum ve hassas davranmaya çalışıyorum. Mesela okumadığım teknikleri daha iyi sonuç almak adına daha yavaş çalışmayı çok önemsiyorum. Bir işim 3-4 senemi alıyor çoğu kez. Sanatçının kendi üreteceği biçimler hakkında yorum yapması zor sanırım. Ama genel bir şey söylemem gerekirse formların ve görsel dilin işlemediği bir sanat anlayışına yokum ben şahsen. Üretim çok zor bir şey, birçok insan üretimin sadece mental kısmını düşünüyor ve gerisi ile empati kuramıyor. Bazen sanatçılar yaşlandıkça çok kötü işler yapmaya başlarlar. Şimdi mesela ben her ay kaç kez uçuyorum bilmiyorum. Bunu on sene sonra yapamayabilirim. Genlerin kadar varsın kısaca…

Aktivizminizi sanatınızdan nasıl okumalıyız? İşleriniz, eleştirdiğiniz çarpıklığa karşılık ne vadediyor?

Hayat bana kimseye zorla bir şey öğretemeyeceğimi ve yardımcı olamayacağımı öğretti, ve beter şekillerde de yetişkinlere asla ve asla yardımcı olamayacağımı öğretti. Benim aktivizmim bana göre öngörülmediğim mecralarda ortaya çıkabilmektir. Beklendiğim değil, beklenmediğim yerlerde işe yarayabilmek… Sokakta sergilemeye çalışıyorum, galeri vitrinlerini birer görsel pano olarak kullanmaya çalışıyorum. Antipatik bir sosyal medya hesabım var ki bu para kazanmamı engelliyor. Aman bir küratör kovalarım, bir sergi olasılığı olur diye açılışlara yalakalığa da gitmiyorum. Daha kendime ne yapayım, daha nasıl imha edeyim kendimi? Sistemin içinde patikayı seçmişim, bu da bir yol olabilir, örnek almak isteyen bir enayi çıkabilir?

Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı?

Sınıf atlama ile, pırıltılı hayat ile ilgilenen sanatçıların çok para kazandıklarına ama yaratıcılık anlamında erkenden emekli olduklarına bu dönemin gözleri gören bazı sanatçıları olarak sıkça şahit olduk. Bundan öğrendik umarım.

Diğer yandan bir süredir pek de yaratıcı olmayan -ama ısrarla sanatçı olmak isteyen- bazı insanlar, siyasi olarak istem dışı apolitize olduğumuz bu dönemde, giderek daha çok tarihe saldırmaya başladılar. Harabeler, falancanın gizli kalmış hikayesi vs. vs… Tüm bunları da çok sıkıcı buluyorum. Gözünüzü açın derim, bu tarihle sıvanmış şık paketlerin içi bomboş. Tüm bu sergiler bana kütüphaneye gitmişim hissi veriyor halbuki daha fazlası olmalı.

Asıl maharet yaşadığın âna, üstelik tarihsel bir alıntı dille değil kendi ürettiğin o biricik dille reaksiyon verebilmekte bence…