Anesu Sergeant’in anısına

1.

Benim oğlum bir yazar, hayhay, ama bana yazmaz

zavallı yaşlı annesine. Ölmüş bile olabilirdim

şu yirmi sene içinde, bu kemik beyazı koltukta otururken.

Polisiye roman. Suç kazandırıyor, anne, demişti.

Sadece kitaplarda. Hayattaysa üstüne iki kat daha ödersin,

bahisi kapatamaz, günahtan arınamazsın.

Yanlış yaptım oğlana, Ollie, Oliver.

Oliver Robson. Duymuş muydun adını?

Duymadın mı? Tatlım sen Tyneside’li değilsin o zaman.

Sütlü olsun benim çay, iki şekerli. Suyu iyice kaynat ama!

Yedi kitap yazdı Ollie, hepsi Coronet’ten yayımlandı,

son kitabı imzalı, imzası burada, bak,

Oliver Robson yazıyor. Her paragrafı

som altından, hele imza, hazine değerinde.

2.

Kendi talihini gördü Ollie’nin imzasında

o kız, Constance. Fakat bir türlü inanmadı oğlum.

Mezar kitabesi için büyük bir ödenek aldığında

bu döküntü belediye evini satın aldı, beni teselli etmek için,

durup dururken o kızla evlendikten sonra.

Karıştırmadı beni, öz annesini. Ne kilise törenine,

ne düğün hazırlıklarına. Tasvip etmediğimi bile bile

bastı ‘evet’ dedi nikâhta. Nasıl sevebildi Oli o kızı?

Güzel değildi kız, her zaman fazla süslü giyinirdi.

Konuştuğunda ne söylediğini hiç anlamazdım.

Önyargılı olduğumdan değil, en iyi arkadaşlarımdan bazıları

yabancı. Bugünlerde her yerin insanı insan

ama o zamanlar başkaydı: Renkli bir ırktandı Constance, esmer,

adı öyle uzun ki bölerek söylemek için ter dökerdin.

3.

Bizden biri değildi, ruhen iflas etmek üzereydi sanki

ama benim aşırı duygusal, Oli’m. Afrikalı!

Pek konuşmazdı kız, hep çatık kaşlı:

Acıdığı için elinden tutmuştur oğlan onun –

kızın söylediğine bakılırsa, tecavüz.

Oli’yle ben, etle tırnak gibiydik, kız peyda olmadan önce:

baştan başa sadza koktu evin içi; bütün kıyafetleri

ki hepsi özel dikim; o güzelim saçlarını kesti,

önüne katıp kiliseye götürdü pazar günü iki defa

Ollie ateistti güya, gitti hiç utanmadan

Kara Büyü yaptı kesin o melun gün

ona ‘evet’ dedirtip imzasını attırmak için deftere.

Birlikte yaşıyorduk, yapabileceğim bir şey yoktu, kız kazanmıştı.

Muradına ermişti Constance Hanım, bense oğlumu kaybetmiştim.

4.

O sene yirmi kilo aldı kız, bir oğlan doğurdu:

Maurice, babasının kopyası. Yurtdışında

son kitabı için harıl harıl çalışıyor. Yakında dönecek ama.

Sadece üç kelime çıktı Constance’ın ağzından: Şükürler olsun Tanrı’ya.

Önce çiçekler geldi. Kasımpatılar, hezaren çiçekleri.

Çiçekler bana yollanmışmış gibi davrandım.

Güya ‘Anneme’ yazıyordu gelen notta,

baktım gözleri dolu dolu oldu kızın, Tyne Nehri kadar koyu.

Ertesi sabah, günün ilk postası, o incecik mavi zarf.

Buharla açıverdim, çıkıntılı yazısını okudum:

Sevgili karıcığım, şükürler olsun! Ben şimdi,

Tanrı erkeği yarattığı günden beri – hayattaki

en bahtiyar adamım. Yazılı görmek, aşkını, inancını

kalemiyle saplar gibi. Yüzümden bıçakladı beni.

5.

Yüzümün sol yanında zonklayan ağrıyla,

temiz, beyaz bir kâğıt çekip aldım, hızlıca karaladım:

Sevgili Constance, Babilon’un İffetsiz Fahişesi,

tecavüz konusunda yalan söyledin, çocuk benden değil…

Elini biliyordum, uzatıp süslediği ‘bharfini

ben’ yazışındaki açıyı, sağa eğimli ‘e’ ve düğümsüz ‘n’ harflerini.

Nasıl bilmem? Yazmayı ben öğretmiştim oğluma

adını dört yaşında. Elini alıştırmış, elimi

taklit etmeyi öğretmiştim ona, birbirine bağlanmak için can atan

küçük kuyruklu harfleri – İngiltere’yi hemen terk et,

giderken piçini de yanında götür- daha iyi kavrayabilmesi için

tırnaklarını keserdim. Edebiyat için yetiştirmiştim onu.

İşte o mübarek gün attım imzasını.

6.

Ollie’nin imzasını görünce bayıldı kız…

Bavulunu toplamasına yardım ettim, yol parasını ödedim-

bir servete mal oldu uçak parası, Afrika’ya.

Ben olsam kendimi öldürürdüm. Onu koruyan neydi? Dua.

Eve dönünce tatlım, kendime bir viski doldurdum,

doğruya doğru, sonra çöktüm bu koltuğa.

Onun oğlanı doyurduğu, süt ve sadza

kokan koltuğa. Hâlâ kokuyor gerçi.

O gece, Ollie aradığında açmadım telefonu, çaldı durdu

nasıl berbat bir baş ağrısı, gidip yatamadım.

Uçaktan indiğini haber vermek için arıyordu Ollie-

telefon her çaldığında bıçak darbesi gibi inmişti kafama.

Kapıda anahtarın sesini duyunca, yerimden fırladım, nasıl olduysa.

Dedim, eğer Tanrı varsa, şimdi yardım etsin bana!

7.

Tanrı filan yok. İşte sadece sen varsın, evin yardımcısı

çayı hep çok açık demlersin ve bana oğlumu sorarsın.

Bilgisayarın ekranını toz kaplamış. Allah biliyor,

nasıl açıldığını bile unutuyorum iyiden iyiye.

Ellerimi acıtıyor cep telefonunu kullanmak,

asla aramaz gerçi, orası kesin,

onların telefonları yoktur Afrika’da. Yalnız,

yavaş bir ölümü ölüyorum, evi terk ettiği günden beri Oli.

Kitapçıları didik didik ediyorum adına rastlamak için,

altın kabartmalı harfler aydınlatıyor sırtını,

içi suç ve utanç dolu beş yüz sayfalık kitabın.

Fakat yazılanların hiçbiri eşdeğer değil benim suçuma:

İmzasını attım, düpedüz ihanet ettim oğlana, evet

benim oğlum bir yazar. Hayır tatlım, bana yazmaz.

 

Çev: Elif Firuzi

Patience Agbabi, 1965 yılında Nijeryalı bir anne babadan Londra doğmuş, şair ve kısa öykü yazarı. Birleşik El Yazısı şiirinin de yer aldığı kitabı “Telling Teles”; ortaçağ İngiliz şairi Geoffrey Chaucer’in “İngilizce yazılan ilk eserlerden biri olan ve hacıların Canterbury Ka­tedrali’ne yolculuğunun anlatıldığı “Canterbury Hi­kâ­yeleri” ne gönderme yapan şiirlerden oluşuyor. Kitap Ted Huges ödülüne aday gösterilmiş ve İngiliz eleştirmenlerden olumlu tepkiler almıştı.

THE MAN OF LAW’S TALE

Joined-up Writing

Memory Anesu Sergeant

1.

My son’s a writer, aye, but he’ll not write

to me, his poor old mam. I could be dead

These twenty years, sat in this chair, bone white.

Dedective novels. Crime pays, mam, he said.

Only in boks. In life, you pay twice over,

you cannot close a chapter, purge a sin.

I wronged my laddie, Ollie, Oliver.

Oliver Robson. Have you heard of him?

You’ve not? You’re not from Tyneside are you, pet?

Milk, two sugars, boild the kettle, mind!

Ollie wrote seven books for Coronet,

his last one’s autographed, see here, it’s signed

Oliver Robson. Every paragraph

Püre gold, a fortune in that autograph.

2.

She read her fortune in his autoghraph,

that Constance, but he’d not belive it, Ollie.

He got a grand advance for Epitaph

and bought this foisty townhouse to console me

after he married her, out of the blue.

Wouldn’t let me arrange it, his own mother,

church wedding and all. He said ‘I do’

knowing I disapproved. How could he love her?

She wasn’t bonny, always overdressed,

I’d never understand her when she spoke.

Not that I’m prejudiced, some of my best

friends are foreign. These days folk are folk

but then was different. Constance was coloured, brown,

a name so long you’d sweat to break it down.

3.

Didn’t belong, nigh verging on a breakdown

and Ollie such a softy. African.

She’d not talk much, her face a constant frown,

must have been pity made him take her hand-

raped, or so she said. We were dead close,

Ollie and me, until she came, from nowhere:

whole house smelt of sadza: all his clothes

designer labels: cut his bonny hair

and marched him off to churc twice on a Sunday!

Ollie, the atheist, who had no shame.

She must have used Black Magic that dark day

to make him say I do and sign his name.

We all lived here, I had no choice, she’d won.

Aye, Constance gained and me, I lost my son.

4.

That year, she gained three stone, gave a birth: a son.

Maurice: the image of his da, abroad

plugging his latest book, but back home soon.

Only said three words, Constance: Praise the Lord.

The flowers arrived first. Chrysanthemums,

delphiniums. I treated them as mine,

pretended that the note had said, To Mam

and saw her eyes well up, dark as Tyne.

Next day, that slim blue envolope, first post.

I steamed it open, read his spiky hand:

My darling wife, Bless you! Now I am the most

happy soul alive since God made man…

To see it written down, his love, his faith,

Stabbed by his pen I felt. Stabbed in the face.

5.

A stabbing pain left side of my face,

I took a fresh white sheet and scrawled the line:

Dear Constance, Whore of Babylon, unchaste,

you lied about the rape, the child is not mine…

I knew his hand, his long flamboyant ‘I’,

the exact angle, leaning to the right,

the mild slope of his ‘s’, his looples ‘y’.

How could I not? I taught my son to write

his name when he was four. I trained his hand

to copy mine, letters with tiny tails

dying to be joined up – You must leave England

and take your bastard with you – cut his nails

to help his grip. Raised him for literatüre.

That fateful day I signed his signature.

6.

She fainted when she saw his signature…

I helped her pack her suitcase, paid the fare-

it cost a fortune, flight to Africa.

I would have topped myself. What saved her? Prayer.

Poured myself a Scotch, if truth be telt,

When I got back, sat in this chair, pet,

the chair she fed the laddie in that smelt

of milk and sadza. I still smell it yet.

I let it ring when Ollie phoned that night,

headache so bad, I coudn’t take to bed.

He rang to say he’d just got off his flight-

each ring was like a stab wound in my head.

I heard the key, stood up, I don’t know how.

If there’s a God, I thought, God help me now!

7.

There is no God. Only you home helps now

who make weak tea and ask about my son.

There’s dust on the computer screen. God knows,

I’m fast forgetting, how to switch it on.

It hurts my hands to use a mobile phone,

he’ll never ring it anyway, no doubt,

they’ll not have phones in Africa. Alone,

I’m dying a slow death since he walked out.

I trawl the bookshops searching for his name,

gold embossed letters lighting up a spine,

five hundred pages full of guilt and shame.

But naught in there comes equal to my crime:

I signed his name; betrayed, in black and white,

my son, the writer. No, pet, he’ll not write.