Ana Sayfa Röportaj İbrahim Balaban ve Balabanizm

İbrahim Balaban ve Balabanizm

İbrahim Balaban ve Balabanizm

İbrahim Balaban; kendi sanat manifestosunu oluşturmuş bir büyük ressam… Yaşamı boyunca içinde bulunduğu durumlara gerektiğinde onları reddederek karşı çıkmış, bu başkaldıran tavrıyla bilinen değerleri alaşağı etmeyi başarmış bir insan… Hiç yılmadan, inatla içinden gelen dürtüye kulak vermiş, yeri geldiğinde isyankâr, ama her zaman naif çizgilerle duygulanımlarını aktarmaktan asla vazgeçmemiş bir sanatçı… Bilindiği gibi, 20. yüzyılın en önemli kimliklerinden biri olan Nazım Hikmet, ileriyi gören kişiliğiyle Balaban resminin önemini fark eden ilk kişi olmuştur ve onun eğitimi için çabalamıştır. Yıllar yılı hor görülerek küçümsenen bu köylü ressamın kendi öz değerlerinden doğmuş geleneksel kimliği ile ürettiği yapıtlarının bugün Türk Resim Sanatına olan katkısını herkesin kabul etmesi gerekir. Öte yandan Oğul Hasan Nazım’ın da işaret ettiği üzere; herkesin sandığı gibi Balaban, yapıtlarının hiçbirini el yordamıyla yapmamıştır; Balaban resmi belirli bir bilincin ürünüdür ve hepsinde bilinçle yapılan bir kurgu vardır. Anadolu’nun bağrından kopan, toprağa, ekine, çiftçiye, işçiye, düğüne, derneğe, töreye ve daha onlarca kültürel ritüele yazgılı sanatı, daha çok övgüyü hak eder.

İbrahim Balaban’ın, “Ben insanı santimetrik ölçülerle değil, diyalektik yöntemlerle resmediyorum” deyişi ve sanatı “yaşantının izdüşümü” olarak değerlendirişi, onun görsel yaratımları üzerine anlamsal sorgulamalara başlamamın nedenidir ve bu söyleşinin de gerekçesini oluşturur. Burada amacım, bir sanat tarihçisi gözüyle onun sanatını sınıflandırmaya ya da bir sanat eleştirmeni kimliğiyle yapıtlarını kritiğe yönelik değildir. Aslen, İbrahim Balaban’ın resim pratiğinin özünde var olan ruhsal dinamiklerle ilgileniyorum. Yıllar yılı güncelliğini hiç kaybetmemiş bir sanatçı olması nedeniyle şimdiye kadar kendisi hakkında her şey yazılmış, her şey söylenmiştir kuşkusuz. Gerçekten de hayatı ve yaşadıkları ile ilgili edebi bir metnin konusu olmaya gayet uygun bir kişiliktir İbrahim Balaban. Her ne kadar amacım sanatsal bir sohbete yönelik olsa da söz konusu İbrahim Balaban gibi popüler bir sanatçı olunca, sıra dışı yaşam öyküsü dolayısıyla söyleşinin yer yer magazine kaymaması neredeyse olanaksız hale geliyor. Yine de kendi adıma işin bu kısmını edebiyatçılara bırakmayı ve bu sohbeti sanata dair sorularla sınırlamayı uygun buluyorum.

Sizin “ustam” olarak dillendirdiğiniz Nazım Hikmet Ran gibi yol gösterici bir öğretmeniniz olduğunu biliyoruz. Ancak onun da resim üzerine disiplinli bir akademik eğitim almadığını göz önünde bulundurarak cevap vermenizi istiyorum. Akademik hiç bir eğitim almamış ve halk arasında “alaylı” olarak tabir edilen başarılı sanatçıların doğuştan yetenekli hatta birer dahi oldukları önermesine katılıyor musunuz?

Hayır, katılmıyorum. Ben Nazım Hikmet’e kavuştuğum zaman, onu büyük bir şair, büyük bir ressam olarak biliyordum. Nazım Hikmet resim öğretmeni değildi. Ama amatör resimler yapan, portreler yapan büyük bir şairdi. Ve ben Nazım Hikmet’in yanına sokuldum. Nazım Hikmet, ekonomi, politika, sosyoloji ve felsefe öğretiyor bana, resim öğretmiyor zaten. O, çok büyük bir kültür adamı. Moskova’da eğitim görmüş. Bana Moskova’da öğrendiği bilgileri aktarmıştır. Ama bir gün iki gün değil. Çok uzun bir süre. Benim yaptığım resimleri gördükten sonra, portre yapmayı da bıraktı ve bütün boyalarını bana verdi. Yani o zamandan sonra ben kompozisyonlu tablolar yapmaya başladım. Doğuştan yetenekli olmakla, dahi olmakla ilgisi yok bunun. Bana bu sözleri dediler. Ama ben onlara dedim ki; “Başkaları beni böyle görüyorlarsa, ateş yanmadık yerden duman tütmez” dedim. Nazım Hikmet, bana dünyanın en büyük ressamı dedi, yalnız Türkiye’nin değil. Bana bunu söylüyor, kendisi buna inanıyor ve beni de buna inandırmaya çalışıyordu. Bir defa iki defa değil, her gün sabah ve akşam bana bunu söyletiyordu. Demek ki ötekiler de, halk da bana dahi diyorlarsa, yanlış demiyorlardı. Ama ben bunun üzerinde durmuyorum. Ben resimlerimi yapmaya devam ediyorum. Şu gördüğün resmin imzasını daha dün attım.

Özgün yaratımlarınız, soyadınıza eklenen “izm” eki ile sanat akımlarına gönderme yapılarak “Balabanizm” olarak adlandırılıyor. Her ne kadar nüktedan görünse de bu durumun hicivsel bir manasının olduğu da düşünülebilir. Bu konuda neler söyleyebilirsiniz?

Hayır, orada bir hiciv, bir yergi yok. Şundan ötürü yok: Ben boyalarımı açık- koyu endişesiyle resim yapmıyorum. Resimlerimin içinde ışığı yakmak için resmediyorum. Ben figürlerimin içinde çakmaklaşan ışığı yakmak için resim yapıyorum. Yani benim yaptığım bir tabloda, sadece dışından ışıklar gelmez. Çizgilerin arasından da ışıklar sızar… Kimsenin yapamadığını yaptım ben. İşte “Balabanizm” demeleri bundandır. Bunu ilk defa Celal Esat Arseven yazmıştır. Benim yaptığım bir icattır bu teknik. Öyleyse bu söz nereden çıkmış? Şiar baba Nazım Hikmet beni mahpushaneden sonra çağırdığı zaman onun evinde resimlerimi sergiledik. Türkiye’mizin yaşantısının, memleketimizin resimleri vardı bunlarda. Nazım Hikmet’in duvarlarına getirip de astığımız resimleri Celal Esat Arseven görünce; “Şimdi ben bunlara ne diyeceğim? Fovizm değil, Kübizm değil, Sürrealizm değil…” Nazım Hikmet’in cevabı; “Bunlara da Balabanizm dersin” oldu. Yani “Balabanizm” adını Nazım Hikmet koydu. Celal Esat Arseven’in yayımladığı büyük bir mecmua vardı oraya bu yazıyı koydu. Bu yılın başında Üsküdar’da açtığım serginin adı da “Balabanizm” oldu. Kimse tarafından küçümsenemez bu. Bu büyük bir tavır ve övünülecek bir sözdür. Dünya âleminin içindeki tarzlardan farklı olarak “Balabanizm” adıyla böylece ortaya çıkmıştır.

Çok küçük yaşlarda, henüz okula bile gitmiyorken başlayan çizim sevdanızı, tutukluluk dönemlerinizde geliştirme fırsatı bulduğunuzu biliyoruz. Nazım Hikmet’le tanışasıya dek,  yurt dışında yerleşmiş sanat akımları ve bu akımların öncüleri hakkında bilginiz var mıydı?

O akımların hiçbirini bilmiyordum. Türkiye’de de resimler yapılıyor, sergiler açılıyor ise bundan da habersizdim.

Nazım Hikmet’le tanıştıktan sonra edindiğiniz sanatsal- felsefi, siyasi ve kültürel bilgilerin sanatsal yaratımlarınıza nasıl bir katkısı oldu? İşçi Partisi’ne olan ilginizi biliyoruz. Karl Marx’ın “Kapital’ini (Das Kapital) okumuş ya da daha önceki yıllarda Nazım Hikmet’ten Marksist teoriye dair bilgiler almış mıydınız? Sanatsal yaratımınızın edindiğiniz sol bilinç sonrasında biçimsel ve/veya içerik olarak değiştiğini söyleyebilir misiniz?

Evet, bilgiler aldım, kitapları da okudum, hepsini biliyorum ama etkilenip de eyleme sokmadım. Ben siyasi değilim. Ben ressamım. Büyük bir ressam olarak ne gerekiyorsa onu yaptım. Ben balıklama siyasiliğe soyunmadım. Dahası, herhangi bir partiye üye olmadım, hiçbir topluluğa katılmadım. Böyle topluluklar içinde bir görev almadım. Ben bir Türk ressamıyım ve Türkiye’nin resmini yapıyorum çünkü başka bir seçeneğim yok. Nazım Hikmet, ben dışarıda gezerken Vala Nurettin’in yanında bana dedi ki: “Hiçbir partiye, hiçbir örgüte katılmayacaksın. Çünkü ben katıldım da ne oldu? Sen resim yapmaktan başka hiçbir şey yapmayacaksın. Bana söz ver”, dedi. Ben de ona söze verdim. Dünya çapında büyük bir “Balabanizm” olarak ortaya çıkmışım ben. Eğer öyle olsaydım, kendi kendimi küçültürdüm.

Sanat akımlarını okuduğunuzda ve öncülerinin çalışmalarını kitaplarda görmeye başladığınızda neler hissettiniz? “Balabanizm”e atıfla, onlardan farklı ama oturmuş bir üslubunuz olduğunu düşündünüz mü? Örneğin; henüz 32 yaşınızda iken Fransız Kültür Merkezi’nde açılan ilk serginizde bunu duyumsadığınızı söyleyebilir misiniz?

Evet, bunu duyumsadım. 18 yaşımda elime “Uyarlık Tarihi” adlı bir kitap geçmişti. O dönemde kitaplar çok değildi. Dış ülkelerin büyük ressamlarının resimlerini gösteren kitaplar hiç yoktu. Okullarda da böyle bir eğitim yoktu zaten. Ben nerede göreceğim bunları? Nazım Hikmet’e gönderilen kitaplarda gördüğüm kadardı bildiklerim. “Avrupa’da Müstakil Resim” adında bir kitabı vardı. Orada gördüklerimin benim yaptıklarımla katiyen bir ilgisi yoktu. Onlardan farklı bir üslubum olduğunu biliyordum.

Sanat tarihini ve akımları bilmeyen, sanatın 20. yüzyılın başındaki gelişmelerinden habersiz, gerçek bir sanat yapıtını neredeyse 30 yaşına dek kitaplarda dahi görmemiş, deyim yerindeyse “aklı karışmamış” ya da “gözünü yormamış” birisisiniz. Bu durum, sizin için belki de bir şans olarak değerlendirilmelidir. Sanat kitapları karıştırmanın, sanat akımlarına kafa yorarak sanatını şekillendirme ve bir takım kalıp- değerlere sıkıştırma çabası içinde olanların ve sanat yapıtlarının öğrenme aşamasında dahi olsa kopyalarının yapılmasının, bilinçaltına işleyerek sanatçıların yaratıcılıklarını örselediği ve özgür düşünmelerini psikolojik olarak engellediği öngörüsüne katılıyor musunuz?

Başkalarının yaptıkları, özgün düşünmelerini engelliyor tabi… Nispeten bağımlı oluyorlar. Ben ise bu şekildeki kitapları fazla karıştırmadığım için bağımlı değildim. Ülkemdeki üretim koşullarının resimlerini yaparak geliştim ben. Tarlada öküzlere bakarak, babamı çalışırken resimledim. Kınalarda gelinlerin resimlerini saklı da olsa çizerek geliştim. Harmanlarda düven süren kız kardeşimin, anamın resmini yaparak geliştim. Nazım Hikmet’in bir şiiri de var hatta bununla ilgili: “Seç köyünden Fevzi oğlu Ali’nin kızı (annem), harman yerinde, su döküyor dombaylara, dombaylar kapı gibi, dombaylar kızgın tuğladan, dombaylar kırmızı kara, ben de dombaylar gibi eğdim başımı toprağa, su dök serinleyeyim…”

Bireylerin özgür düşünmelerinin, her alanda başarı ve yaratımları üzerinde etkisinin olacağı kuşkusuz kabul edilir. Bunda bireyin içinde yaşadığı toplumda var olan siyasal- hukuksal düzen, kültürel ve ekonomik şartlar, haklar ve adalet sisteminin önemi yadsınamaz. Özgürlüğün olmadığı bir ülkede sanatsal özgürlükten bahsedilemeyeceği gibi sanatsal üretimlerden yaratıcılık beklemek de şüphesiz boşuna bir arayış olacaktır. Ancak sizin özgün yaratımlarınız, tamamen baskı altında olduğunuz ve tutuklu bulunduğunuz bir dönemde gelişiyor. Bu çelişkiye dair siz neler söyleyebilirsiniz?

Bu çelişki şundan ötürü oldu: Yaşantımızın içinden çıkan bir durum. Mesela çarpık görüntülere bir nevi başkaldırma… Özgür olmadığım halde ve zaman zaman da baskı altında olmama rağmen kimsede görülmemiş tarzlar meydana getirdim. Hiç bir ressamda böyle bir uygulama yoktur. Yaptığım resimlerde hiç kimseyi model almadım ben. Yalnız Türkiye’deki yaşantıyı örnek aldım.

Belki de sizin sanatsal ediminizin nedenini, kalıp değerlerin, baskıların, kısıtlamaların ve yasaklamaların caydırıcı olacağı yerde bir başkaldırıya yol açmış olabileceği ((ilkin ayıngacılık olarak baş gösteren), var olan değerlerin reddedilmesi ve bunun dolayısıyla kızgınlık ya da hınçla birlikte içsel anlamda bir taşkınlığa yol açabileceği gibi bir tözden hareketle Nietzsche’ci bir nihilizmin izlerinde mi aramak gerekir?

İB: Olabilir. Bu taşkınlığa sonraları, herkes tarafından beğenilmenin bir nevi coşkusu da eklenmiştir.

Okuduğum kaynaklardan birinde, tutukluluğunuz sırasında ‘nü resim’ yapabilmek için aynı yerde tutuklu bulunan enişteniz Hüseyin’in size modellik yaptığını ve hapishane koşullarında sonradan üşüterek, hastalanıp öldüğünü öğreniyorum. Dolaylı yoldan da olsa bir insanın sanat adına soyunarak bu sebepten ölmesi, kabul edilmesi zor bir olgu gibi görünse de, içinde bulunulan koşullar düşünüldüğünde olasılık dâhilinde olduğu açıktır. Onun ölümünün sizi derinden sarstığını tahmin edebiliyorum. Benim düşünceme göre; bu olay sizin sanat adına başınıza gelen onlarca olumsuz vakadan sadece biri olsa da diğerlerinden ayrı bir yere oturtulmalıdır. Bilinçaltında bir travmaya bile neden olabilecek böylesi bir acı, sizin içsel dünyanızda neleri değiştirdi? Sanata olan inancınızın sarsıldığı bir an oldu mu? Bugün ne hissediyorsunuz?

Tutsaklık sırasında her şeyden mahrum ve her şeyden yoksunken ben, resim yaparak büyük ressam olmanın hırsıyla mahpushanedeki bir mahpusu çıplak soyarak çalışmaya giriştim. Dünya üzerinde böyle bir olay yok. Yani bu olay enteresan olay diye ben bayrak kaldırmıyorum. Çünkü hem mahpushanede olacaksın hem resim yapacaksın hem de mahpuslardan birini çıplak soyup akademik resim yapacaksın. Bu durum, bu şekilde sürdü, öyle kalmadı. Yani çalışmayı sürdürdüm modellerin üstünde. Ama bu modelleri alıp da birebir tuvallerime aktarmadım. Bu modeller benim çalışmamı ustalaştırdı. O kadar çok figür çalışmışım ki, bir gün oturdum saydım; sadece bir dönem 7 bin tane desen çizmişim. Askerliğimde 250 tane resim yapmışım. Belleğimde bir Türk ressamı, bir “Balabanizm” oluşmuş. Sanat tavrımın, sanat çalışmalarımın herhangi biri tarafından engellenmesi söz konusu değildir.

Yine bir yerde, Alman Kültür Bakanlığı’nın daveti ile devletin sizi sanatçı olarak sergi açmak üzere Almanya’ya göndermek istediğini, sizin bu duruma çok sevinmenizin yanı sıra gezi dolayısıyla devletin parasını (170 bin lira) almak istemeyişinizi okudum. Sonradan parayı almış olsanız da, ilk etapta “Ben kendi paramla giderim” demişsiniz hatta “Hayır alamam, yazık değil mi devletin bir çuval parasına. Hazineye koyun da bir işe yarasın” şeklinde konuşmuşsunuz. Bu tavrınızı ideolojik görüşlerinizle mi ilişkilendirmeliyiz?

İdeolojik görüşlerimle hiç alakası yok. Devlet beni Avrupa’ya resim elçisi, kültür elçisi olarak gönderiyor ya… Bana verilen bir nevi ödül bu… Sevincimden ötürüdür… Daha önce hayatımda geçen birtakım dramatik çalkantıların karşısında benim bir sevinç coşkumdur bu. O sözleri söylerken çok varlıklı bir adam olarak değil ama çok dürüst bir ressam olarak düşündüm. O zamana kadar sürekli beni hırpalamışlardı. Ama bu hırpalamalar bana vız geldi. Ressam Balaban olarak resimlerimdeki tavrı ortaya koydum ve bir yerlere geldim. Beni kültür elçisi olarak görevlendirmeleri, onların beni büyük ve güçlü bir ressam olarak kabul ettiklerinin bir göstergesidir.

Şimdi de genel olarak sanat üzerine birkaç sorum olacak. Şöyle ki; 19. yüzyıldan bu yana diriliğini koruyan, tartışılmaya hala devam edilen bir konu ile ilgili olarak görüşlerinizi almak istiyorum: Sanat, sanat için midir? Yoksa sanat, toplum ya da insan için midir? Amaç sadece estetik mi olmalıdır? Yoksa izleyiciye bir şeyler verebilen, topluma faydası dokunan bir estetizmle mi bütünleşmelidir aynı zamanda?

Yıllarca evvel söylenmiş sözler bunlar. Başka dertleri yok. Tavuk mu yumurtadan çıkar? Yumurta mı tavuktan çıkar? Misali… Bırakın bunları… Eğer böyle diyorsa bir sanatçı o zaman kendini göstermek için yapıyor demektir. Eğer sanatçı ortaya bir şey koyuyorsa; ama sadece seyir olsun diye, reklam olsun, süs olsun diye işini ortaya koymuyorsa; bir sanatçı ‘kendi ülkemin insan manzaralarının, memleket yaşantılarının resmini yapıyorum’ demişse (ki ben bunu demişimdir), gerisi fasa fisodur. Benim resmimim içinde bütün sosyal hareketler var, kavgalar dövüşler var, savaşlar var. Memleketimin manzarasını yapıyorum ben.

Bienalleri, çağdaş sanat fuarlarını ve modern sanat müzelerini ziyaret eder misiniz? Özellikle son yıllarda yaygınlaşan performans gösterileri, yerleştirmeler ve kavramsal çalışmalarla ilgili olarak düşünceleriniz nelerdir?

Mahalle dedikodusu gibi bir şey onların yaptıkları. Nasıl gürültü patırtı çıkarılırsa onlar aynen öyle. Öyle gürültüye patırtıya pabuç bırakmak bende yok. Takip ediyorum ama dokunmuyorum. Dokunursam üstüme sıçrarlar. Devlet beni Avrupa’ya gönderdiği zaman Almanya’da, Fransa’da sergiler açtım. Hem sergiler açarak hem de konuşmalar ve konferanslar yaparak 2- 3 yıl oralara gittim geldim. Bu arada birçok müze gördüm. Buradaki müzeleri zaten duyuyordum, böylece görmüş oldum. Gördüğüm ressamların tabloları bana hiçbir etki etmedi. Beni hiç bağlamadı. Tabi ki beğendim, hayran oldum. Ama bunlardan en ufak bir çizim aklıma gelmedi. Ben Avrupa’dan sadece fırça ve boya aldım. Resim yaparken öyle bir beyin var ki bende, ben sadece kendi modelimi alırım. Herhangi bir daha önce gördüğüm ressamın şekli şemalı aklımdan geçmez. Bütün Avrupa’ya arkamı döndüm ben. Bizim ülkemizde yapılan heykelleri de gördüm: Hitit kabartmalarını gördüm, Hattuşaş’ı gördüm. İvriz’e gittim; Bereket Tanrısını gördüm. Asur ve Sümer’deki heykelleri gördüm. Bunlardan da model almadım ben. Bunlara da hayran oldum ama asla taklit almadım. Onlardan yalnızca ‘maya’ aldım ben, ‘maya’… Bir nevi üfürmek gibi bir şey…

Kimilerine göre artık sanatın içi boşaltılmış durumda. Sanatın sonunun geldiğini düşünen görüşler de yok değil. Sanatın bugün içinde bulunduğu bu karmaşık hali ile ilgili olarak siz neler düşünüyorsunuz?

Elbette bir yere gider ama sonra da tekrar geri döner. İnsanlar bir yerde buluşuyorsa, yaşama sevinçleri varsa, kavgaları varsa, bu demektir ki; bir yerde üzüntüsünü, kaygılarını ve sevinçlerini yansıtmak için sanat yapmaya devam edilecektir. Sanatçı, tuvali yerden yere vuramaz. Kimisi tuvali, boyayı karıştırmak sanıyor. Bahsettiğin zaten sanat değil ki sanatın sonu olsun. Sanat her zaman vardır. Madem insan vardır, yaşantıları vardır, aşkları vardır, düğünleri, bayramları vardır o halde sanatçı da bunları aktaracaktır. Hakiki ressam bunları yapıp durmak yerine bunları ters yüz edemez. Yani zurnayı tersinden üfleyemez. Çünkü hayatta bir kere kendisi vardır. Kendilik denilen bir şey vardır. Kendini yok sayamaz, sanatçı kendini varsayar. Eğer ben varsam, sanat da vardır, der.

Yaklaşık 70 yıllık sanat deneyiminizle, bugün Türk sanatının gelişmesi ve Türk sanatçılarının özgün yaratımları adına sizce nelerin yapılması gerekmektedir? Bugün Türkiye’de size göre neler yanlış yapılıyor ya da yanlış sunuluyor? 

Yanlış yapanlar, kendilerinin yanlış yaptıklarını bilmiyorlarsa biz bunların üstüne varmayız: “Bunlar yanlıştır, bunları bırakın, kendinize gelin”, diyemeyiz. Yanlış yapa yapa bir yere geliyorsa o zaman teşekkür edilir. Ama bir yere varabiliyorsa…

Yılların deneyimi ve koca bir hayat tecrübesi ile 92’ye dayanan yaşına rağmen sapasağlam ayakta, durup dinlenmeden resimlerini üretmeye devam eden, zihni oldukça net ve hiçbir detayı unutmadan aktarabilen İbrahim Balaban’a, bana bu sohbet imkânını verdiği için çok teşekkür ederim. Daha nice nice yaşlara, nice yeni yapıtlara…

29.11.2012

Şile

*Bu söyleşi, Hürriyet Gazetesi, Gösteri Dergisi, Ocak-Şubat-Mart 2013 sayısında yayımlanmıştır.

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl