‘‘Suçlu bir vicdan günah çıkarmak ister. Günah çıkarmak bir sanat işidir.’’ Albert Camus

Vicdan, hakkında konuşulduğunda kimsenin kendi dünyasından yana şüphe duymadığı, iyi bir insan olma hali olarak tanımlanabilir. Şüphesiz, hepimiz iyi insanlarız! İyi olmaya zorladığımız bu dünyada, iyiliğin ne anlama geldiğine dair endişelerimiz var. Bizim için iyi olanlar, sizin için iyi olanlar… Kötünün tanımını iyi olmayan üzerinden yapmam gerekiyor. Doğada hiçbir şey özü itibariyle kötü olarak nitelenemez. Bu da bizi iyiliğin varlığı için kötülüğe ihtiyaç duyduğu kadar, kötülüğün de iyinin özüne bağlı olması ihtimaline götürüyor.

Bahsetmek istediğim film, yalın bir vicdan hikâyesi. Her birimiz, olması gerektiği gibi yaşanan hayatlara aşinayız. Bu çok basit görünen yaşam formülleri, özünde küçük detaylarla örülü bir ölüm kalım mücadelesidir. Her hata cezalandırılır. Her övgü, yergiyle dengelenir. Sistem hata yapmamızı ister. Ona giden yollar daima caziptir. İlla ki birileri hata yapar, sonra da ibret hikâyeleri olarak hayatımıza geri dönerler. Mağdur hikâyeleri üzerinden öyle yapmayın, böyle yapmayın diyen birileri çıkar. Korkmamız gerekir. Yine de böyle kötü olaylar bizim hayatımızla ilgili olamazlar. Ancak uzaklarda yaşanan, kenar köşede haber olarak karşımıza çıkan vakalardır. Ama hayat bu, belli mi olur? Elbet sonunda birisi bizim de kapımızı çalıverir. Umarım o beklenen gün geldiğinde uzaklarda olmayı başarabilirsiniz. Yoksa sizin hayatınızla hiçbir ilgisi olmayan o uzak dünyanın, hiç de uzak olmadığını yakıcı bir şekilde fark etmek zorunda kalacaksınız.

Hikâyemiz böyle bir denk geliş üzerinden kurgulanıyor. Genç kadın hayatını değiştirecek bir hata yapıp, uzun yıllarını hapishanede geçiriyor. Bu tecrit döneminde üzerine aldığı ‘‘katil olma’’ yükü, hayatında telafi edilemeyecek hasarlara yol açıyor. O günden sonra elinden gelen yegâne şey, hayatını ölümüne neden olduğu insanlardan geride kalan tek kişiye adamak oluyor. Hayatla bağı kopmuş bu iki insan, birbirlerinde yaşamı yeniden keşfederken, aralarında oluşan bağ yakıcı biçimde değişmeye başlıyor. İyi niyet ve çıkar ilişkisi bağlamında genç kadın, yarattığı bu durumun kendisi için mi yoksa hayatına müdahale ettiği kişi için mi olduğundan şüphe eder hale geliyor.

Filmde öne çıkan diğer bir özellik ise ana kadın karakteri canlandıran Brit Marling’in senaryo yazarlarından birisi olması. Yaşanan yoğun vicdan bunalımını düşünsel olarak da hisseden genç kadın, bu duygularını metne önyargısız bir şekilde aktaracak kadar cesur davranabiliyor. Ortaya konan duygu yoğunluğunu birebir hissederek canlandırması, izleyicinin şahit olduğu varoluşsal problemi çok daha anlaşılır kılıyor.

Bu hikâyeyle birlikte süre gelen bilimkurgu alt yapısı filmde, vicdan meselesinin sadece pratik olarak değil, kavramsal olarak da sorgulamasını mümkün kılıyor. İzlerken iyinin ne olduğuna, bir insanın iyiliğinin mümkün olup olmadığına dair değişken fikirler izleyicinin zihninde dönüp duruyor. Filmde kendi gerçekliğimizle paralel ikinci bir dünyanın varlığı ihtimali, ilk bakışta yavan bir bilim kurgu zorlaması gibi görüyor olsa da, büyük bir hayale imkân tanıyor. İnsanın kendi kendisiyle olan doğal konuşmaları üzeriden, daha da ileri gidilerek kendi kendisiyle yüz yüze gelebilmesi ihtimalini ortaya atıyor. Ortaya konan ikinci dünya ihtimali, ufak bir eş zaman sapmasıyla da olsa, iki aynı insanın bağımsız bedenleri ve benzer tecrübelerini farklı gözlerden okuyup birbirlerini yüz yüze sorgulaması ihtimali ile büyük bir merakı cezbediyor. Bir yandan da vicdan meselesi, simgesel olarak insanın kendisiyle olan mücadelesi içerisinde alt bir korunma mekanizmasına indirgeniyor. Açıkça su soruyu sormak zorunda kalıyor izleyici: Bir başkasına gösterdiğimiz merhamet, aslında tamamıyla bencil arzularımızın bastırılması için vicdan kavramı altında ortaya konulan bir perdeden mi ibarettir?