1974 yapımı Zeki Ökten imzalı Askerin Dönüşü’nü ilk izlediğimde aslında 1980’lere sıçrama yapmış, her ne kadar askerden dönen orta sınıf bir adamın iç hesaplaşmasına yaslanmasına çalışmışsa da altında bir aydın bunalımı yattığını düşünmüştüm. Sonra filmin arka planıyla ilgili biraz araştırma yapınca Selim İleri’nin filmin senaryosunu ‘Öldürdüğüm Adam’ isimli bir Macar piyesinden uyarladığını öğrendim. Tabii piyes M.Rostand tarafından 1921 yılında kaleme alınmış. Piyes Birinci Dünya Savaşı atmosferinde bir Alman askerini öldüren Fransız askerinin kendini aşan, Tanrı’ya uzanan hatta evrendeki hiçbir yargı makamının onu yargılayamayacağına dair bir vicdan inancına dönüşen kısırdöngüsünün izini sürüyor. Yaşadığı en alasından geçmeyecek bir şok dalgası olarak onu sürekli yokluyor.

Zeki Ökten filmi yine o sırada cezaevinde bulanan Yılmaz Güney adına /yerine çekiyor. Hem de çok sevilen ve kendisine çıkış yaratan son filmi Bir Demet Menekşe’den sonra. O filmin senaryosu da Selim İleri’ye ait. İleri orada lafı fazla dolandırmadan iki mutsuz insanın birbirini bulma noktasına taşıyor hikayeyi. Etrafındaki sahteliklerden bunalmış zengin bir adamla içine kapanık melankolik bir kadının buluşması, Askerin Dönüşü’ndeki Ali’yle yüreği buruk gelinin buluşmasına benziyor. Ama durumlar, mekanlar ve içsel hezeyenlar dışında.
Tekrardan Askerin Dönüşü’ne gelirsek burada çekimden çok yazım süreci ilgi çekici gibi. Çünkü hikayeyi okumadan sadece dinleyerek filme uyarlıyor İleri. Kaçakçılık mevzusunu, asker ya da birey ve devlet ilişkisini hatta Kıbrıs Harekatının etkilerini de katıyor filmin içine. Genel çıkış noktası devlet mekanizmasının ‘görevi’ bireye atıp kendini dışarıda tuttuğu bir rahatlama halinin analizi. Ama sanırım askerlik bu anlamda en büyük kırılma noktası. Bir savaşın ve suçun bir tarafı olmak zorunda kalmak ve bunu yaşatan şeyin seni kendi vicdanının ipliğiyle baş başa bırakması. O ipi kendin çekiyorsun. Ya kendini kurtarıyor ya da asıyorsun. Ali bir anlamda kurtaramayanlardan…

Askerin Dönüşü isim olarak filmi çok karşılamıyor, hatta filmin gidişatı karşısında ilk başta da dediğim gibi aydın bunalımının girdaplarına sürükleniyoruz. Ama filmin çok net bir yolu var, Ali öyle ya da böyle kendini affettirecek! Bunu nasıl yapacağını hep birlikte deneyimliyoruz. Filmin tabii bir de karşı tarafı var. Ali’nin amirinin direktifiyle vurduğu adamın ailesi. Öfkeli karısı, küçük oğlu ve gözü yaşlı babası. Ali terhisiyle birlikte onlarla aynı trene atlıyor, hatta aynı vagona biniyor özellikle. Filmin toplumsal gerçekçi tarzı burada fazlaca devreye giriyor. Küçük çocuğun vagon içinde kendince dolaşması, gidip Ali’nin kucağına sarılması, tabutun üstüne abanması. Yönetmen kamerayı orada rahat bırakmış, aile ve Ali arasında kurulacak ilk bilinmez etkileşimin doğal ve dolaysız olmasına özen göstermiş. Bu sahne Ali de istenilen etkiyi yapıyor. Kimsesiz kalan ailenin dramı Ali’nin suç potansiyelini kendi içinde katmerliyor.


24 ay askerlik yapan Ali İstanbul’a döndüğünde bazı şeylerin hızlıca değişmiş olduğunu görür. Modernleşme sevdalısı insanların yapaylığı onu etkiliyor. Nişanlısının patronunun resmi yollardan kaçak olarak getirdiği ve fahiş fiyatlara sattığı mallar Ali’ye hep kaçakçılık yaptığı için öldürdüğü adamı hatırlatır. Bu durumda kendisini öldürdüğü adama ve onun ailesine daha yakın hissediyor. Bu tarafın dertleri çok havada ve kirlidir kendisi için. Tabii bir de bakıp durduğu, öldürdüğü adamın ailesinin fotoğrafı var elinde. Ona bakıp derdini, tasasını büyütür. Ölüm tüm duygularını elinden alıp, ona sadece vicdan duygusunu bırakır en derininden. Ali bu duyguyu modernize karşıtlığıyla özdeştirerek suçluluk duygusuna kaçacak bir rota çizmeye çalışır. Adeta etrafına sığamaz, o bir kare aile fotoğrafının içinde kendisine güvenli bir yer arar.

Filmin ikinci kısmı Ali’nin iyi niyetli bir yabancı gibi ailenin içine girme girişimlerini anlatıyor. Evet iyi niyetli. Dediğim gibi ona baki kalan tek duygu vicdan. Ve onu tamir etmesi gerekiyor. Tamiri ise affedilme duygusu. Tabii filmde gittikçe ezik büzük bir adama dönüşen Ali karşısında biz de gerçekliğimizi yitirme noktasına geliyoruz. Bir yandan iyi niyetli ama doğruyu söyleyemeyecek kadar da korkak! Biraz bencil bir vicdan temizleme hali! O yüzden evlendikleri gece söylüyor kadına kocasının katili olduğunu. Vicdan karşısına geçirilen ve geçince üzerinden atılan bir oyuna dönüşüyor o noktada. Kadının duygusu oluyor, Ali üzerinden atıyor.
Ali’nin eski dünyasındaki herkesi anasını bile bir anda bırakıp gitmesi kanalize olunan duygunun tek yönlülüğüne de işaret ediyor. Yani kendi içindeki affedilmezliğe. Tabii Fransız asker gibi değil. O tamamen bütün yönleriyle bir varoluş ve sorgulama girizgahına dönüştürmüş olayı. Ali’nin olayı sisteme bir parça karşı koyuşla birlikte üzerindeki yükü atmak… Filmdeki baba faktörü ‘devlete zeval gelmesin’ kafasında, kaderine razı, oğlunun alın teri dökmeyip kaçak göçek yollara saptığı için, başka bir insanoğlunun gelip ondan hesap sorduğunu kabul etme yönünde. Yani oğlundan çok onu öldüren kişiye acıyor, onu silah çekmek zorunda bırakan oğlunu suçluyor. Gelin ise tam tersi düşünüyor, kocası İbrahim’in yokluk içinde bırakılıp bu yola mecbur bırakıldığından dem vuruyor. Babaya şöyle soruyor: ‘Şimdi İbrahim’in katiline mi ağıt yakacağız?

Zeki Ökten

Filmde de böyle bir hava var. Kime ağıt yakacağınızı bilmiyorsunuz, herkes kendince haklı! Babanın trajedisi kendi içinde ele alınmalı mesela. Gelinin eline kalmış, kendisini fazlalık gibi hisseden, torunuyla avunan ve oğlunun tutturduğu yol yüzünden fazlasıyla üzgün bir adam. Kahvede bile yalnız oturuyor, kimselerin yüzüne bakamıyor. O yüzden Ali’nin kim olduğu, nasıl bir yabancı olduğunu, nereden geldiğini pek umursamıyor. Kendilerini kurtaracak bir damat figürü buluyor onun ezikliğinde. Onun ezik naifliğinin onların alnını yerden kaldıracak bir güç olduğuna inanıyor.
Ali’nin marangozluk mesleği kendisini yontup oymasına da vesile bir durum oluyor. İşini bulduğu anda biraz rahatlıyor, içini kemiren duyguları yontup atıyor adeta. Yeri ve yurdu oraları artık. Büyükşehirle ve onun devinimleriyle ilgisi yok, küçük kasabanın sokaklarında vicdani hesaplaşması daha da küçülüyor. Zaman ileri akmıyor, olduğu yerde sayıyor sanki…
Selim İleri senaryonun sonunu umutlu mu tuttu bilinmez ama filme umuda doğru açıyor yolunu. Gelinin Ali’yi marangozhaneden almaya geldiği sahne umut barındırıyor. Bunun gişe beklentisi yüzünden yapılması muhtemel bir son olduğunu düşündürtüyor. Oysa herkesin yoluna gidip kendi vicdanında tartılması filmin dokusuna, bakış açısına daha uygun duruyor.

Dönemin seks filmleri furyasının kontrolünde ve biraz da ekonomik buhranın pençesinde olması bu filmi yarattığı devlet – birey sorgusu anlamında değerli kalıyor. Filmin sahiplendiği duygu hepsinden önce aile kurumuna ve onun devamına ilişkin yöntemlere dayalı. O yüzden Ali evlendikten sonra açıklıyor tetiği çekenin kendisi olduğunu. Ailenin kutsallığının onu da saracağını ve affedeceğini düşünüyor. Diyetinin bedelini sade ve birçok törenden muaf evlenerek ödeyerek, bir kurumun devamlılığı için var olan etmenleri perçinlemiş oluyor. Hem de seyirciye karşı mutlu son diyetinin de hakkını teslim etmiş bulunuyor.
Ali’nin rahatsız edici derecede olan suskunluk mevzusuna tekrar dönersek; bunun bir iletişim biçimi olduğunu söylemek mümkün. Özellikle son yıllarda minimal filmlerde fazlaca kullanılan bu susarak çok şey söylemeye çalışma eyleminin yoğunlaştırılmış halini Askerin Dönüşü’nde görüyoruz. Ali’nin suskunluğu dağları önümüze yığıyor. Kızgınlık ve sevgi tüm o suskunluğun iç dünyasından bize yansıyor. Bunun biraz sıkıcı, boğucu hatta itici olduğunu söylemek mumkün. Filmin genel simgesel havasının üzerine yaslanan Ali’nin hali tuhaf gelse de sahicidir. En azından öyle tanımlanır ama Ali’nin üzerine yapışan genel ruh hali bu olduğu için aynı zamanda zorlayıcı da… Vicdanın sesi yoktur, ama anlamı büyüktür diyor film içten içe bize… Bolca susarak…

Bu anlamda Askerin Dönüşü bir adamın mahvolan hayatının, istemsiz bir biçimde bir cana kıymasının bedeli şeklinde tezahür ediyor ve yoğun bir vicdan kuşatması altında kalan derin bir sessizlikle ilerliyor. Ali terhisine birkaç gün kala yaşadığı bu acı deneyimi bize en suskun haliyle yaşatıyor, sonrasında bambaşka bir hayatın kollarında kendisini akışa bırakıyor. Askerin Dönüşü bir anlamda dönüşümünü gerçekleştirmiş bir adamın iç huzuruyla noktayı koyuyor.