Ana Sayfa Kritik İsyan Ve Uzlaşma

İsyan Ve Uzlaşma

İsyan Ve Uzlaşma

Can Sevgiliye verilmek içindir

Feridüddin Attar

İsyan etmek doğru mudur? Peki ya uzlaşmak?

Bir hamlede yanıtlamak mümkün değil elbette. Tıpkı gülmek, selam vermek veya şaka yapmak konusunda olduğu gibi; neyin doğru neyin yanlış olduğu yönünde ezberlenebilecek bir yargı olamaz. Belirleyici olan, bunların ne zaman, nerede, ne kadar yapıldığı.

Örneğin, kendilerini siyahlardan üstün gören azınlıktaki beyazların yönettiği bir ülkede, ayrımcılığa karşı isyan elbette doğrudur. Gereklidir, görevdir, sorumluluktur.

APARTHEİD HER YERDE, İSYAN DA ÖYLE

Güney Afrika’da 1948’de iktidara yerleşen Ulusal Parti hükümeti, azınlıktaki beyazları temsilen ülkeyi yönetiyordu. Beyazların kullandığı toplu taşıma araçlarını ve kamu tesislerini siyahların kullanmasını yasaklayan, insanların eşit olmadığını düşünen bir iktidardı bu.

Dünyadaki özgürlükçü ve eşitlikçi insanlar, Güney Afrika’daki ırkçılığa karşı çıkarken, bir yandan da oradaki direniş sayesinde umutlandılar, direnç kazandılar. Afrika dilinde “ayrılık” demek olan “apartheid” sözcüğü, dünyanın her yerinde “ırk ayrımcılığı” anlamında yaygınlaştı.

Aslında apartheid anlayışı daha eskiye dayanıyordu. Ve elbette buna karşı çıkanların örgütlenmesi de öyle. 1912’de, Güney Afrika’nın çeşitli kabile şeflerini ve halk temsilcilerini bir araya getiren önemli bir kongre toplandı. Sonraki yıllarda etkili olacak ANC’nin (African National Congress, Afrika Ulusal Konseyi) kuruluşu bu toplantıya dayanıyor.

Siyah işçilerinin hakları için yoğunlaşan mücadeleler sırasında, sol siyasetle ve 1921’de kurulan Güney Afrika Komünist Partisi’yle ortak hareket edildiği oldu. Yine de ANC, içinde tutucu öğeler barındıran bir oluşumdu.

MANDELA’NIN ORTAYA ÇIKIŞI

1944’te kurulan ANC Gençlik Birliği’nin liderlerinden Madiba’nın yönlendirmesiyle, çeşitli grevler ve boykotlar düzenlendi. Ama halkın direnişi büyüdükçe, iktidar da baskı ve şiddeti artırdı.

Madiba, bu şiddet karşısında geri atmadan savaşmaya kararlıydı. Arkadaşlarıyla birlikte Umkhonto we Sizwe’yi kurdu. Bu, ANC’nin askeri kanadıydı. Yıl, 1961’di. Ve halk hareketi artık silahlı mücadeleyle de sürecekti.

Ne var ki, Madiba’sız sürecekti mücadele. Çünkü o, kısa süre sonra tutuklanacaktı.

Mahkemede, halkı temsil etmeyen beyaz yönetimin kanunlarına uymak zorunda olmadığını savundu. Ömür boyu hapis cezasına çarptırılsa da bu tavrıyla, büyük bir halk kahramanına dönüştü. Ve kendisini dünyanın en ünlü mahkumu haline getirecek günler başladı. Yurt dışında bilinen adıyla ünlenmeye başladı: Nelson Mandela!

AĞIR BEDEL

Bir yıl, üç yıl, beş yıl… Hapiste günler tecritle, inanılmaz baskılarla geçiyordu. Zihinsel ve fiziksel sağlığını korumak, düşmana inat bir gün fazla yaşamak, düşüncelerinden taviz vermemek Mandela için direnmek anlamına geliyordu. On beş yıl, yirmi yıl, yirmi beş yıl…

Canı feda etmek kadar onu korumak da doğru tercih olabiliyordu. Nerede, ne zaman, ne kadar… Her şey bu açıdan değerlendirilmeliydi.

Dışarıda ise, hayatını feda eden halk çocuklarının kararlılığıyla sürüyordu onur mücadelesi. Bazı kazanımlar elde ediliyordu ama kesin bir başarı görünmüyordu ufukta.

İktidarın durumu daha kötüydü. Siyahları yok edemeyeceği gibi onlara ayrımcılığı kabul ettiremeyeceği de artık iyice netleşiyordu. Üstelik beyaz rejimin dünyada meşruiyeti de neredeyse hiç kalmamıştı.

Savaşa devam etmek anlamsızdı artık. Sonucu belli olan, daha doğrusu, sonucu olmayan bir kör dövüşüne dönüştü iş.

Direnişçiler açısından, çok ağır bedeller ödemeye devam etmek konusunda kararlı olsalar da, kazanılmış bir durum vardı ortada. Geri kalan taleplerin kabul edilmesi için ölmeye değer miydi?

İktidar açısından, zaten verilen onca tavizden ve kaybedilen itibardan sonra, küçük bir iki değişikliğe gitmemek için bu savaş ortamında yaşamak ne kadar anlamlıydı?

Bütün sorun gelip en sonunda eşit oy hakkı talebine kilitlenmişti. Belki onu da kabul edecekti iktidar. Belki sadece yenilmiş olmayı, aşağılanmayı kabul edemiyordu.

UZLAŞMA ZAMANI

Mandela, tutsaklık koşullarında bile, bu zamanda, burada, bazı tavizler vererek uzlaşmanın en doğru tercih olduğunu görebiliyordu.

Önce gardiyanlarıyla iyi ilişkiler geliştirdi. Basamak basamak yükseldi, görüştüğü gardiyanların makamı. Hapishane müdüründen, adalet bakanına, sonra başkana ulaştı.

Mandela’nın serbest bırakılması artık bir ayrıntı haline gelmişti. 27 yıl sonra özgür bir insan, büyük bir halk kahramanı, etkili bir lider olarak sokağa çıkacak, belki öncekinden de zorlu bir mücadeleye başlayacaktı. Direndiği ve savaştığı için, ölümü ve zindanları göze aldığı için kendisini kahramanlaştıran halkını, bu kez barışa ve uzlaşmaya yönlendirecekti.

Düşmanla Oynamak kitabında, John Carlin, Mandela’nın hayatının bu bölümünü anlatıyor. Farklı renkteki, farklı kökenden gelen yurttaşların eşit olduğu bir ulus yaratmanın hikayesi bu.

Okudukça anlıyorsunuz ki, acılar çekmiş, en yakınlarını kaybetmiş, yılların nefreti içlerine tortu gibi çökmüş insanları karşı tarafı anlamaya, onlarla barışmaya ikna etmek, göründüğünden zor bir mücadele gerektiriyor.

Böyle bir şeyi, ancak Mandela gibi kahramanlar başarabilirdi. Çünkü hiç kimse onun kişisel çıkar için taviz verdiğini, korkup geri adım attığını, yenilgiyi kabul ettiğini ileri süremezdi.

Örneğin, barış sürecini baltalamak isteyen savaş kışkırtıcıları Mandela’nın oğlu gibi gördüğü bir halk kahramanını öldürdüğünde, Mandela duygularına hâkim olup itidal çağrısı yapınca, yelkenler suya iniyordu. Çünkü kimse, oğlunu kaybetmiş bir babadan daha fazla acı duyduğunu ileri süremiyordu.

Aynı şekilde, televizyon programlarında, çeşitli tartışmalarda, Mandela elini uzatıp karşısındakinin dizine koyunca, “farklarımızı değil, ortak yönlerimizi konuşalım” önerisi karşılıksız bırakılamıyordu.

BARIŞÇI MANDELA

Sadece yasaları değiştirmenin çözüm olamayacağını biliyordu herkes. Mandela, eşit yurttaşlardan oluşan bir ulus duygusu yaratmak için, 1995 Ragbi Dünya Kupası’na hazırlık çalışmalarını ve kupadaki milli maçları fırsat olarak değerlendirmeyi düşünüyordu.

Uzun yıllar beyaz Afrikalıların temsilcisi, ırkçı rejimin bir sembolü gibi algılanmış olan Ragbi oyuncularını, bütün ulusun temsilci haline getirmek; siyahları ise bu takımı desteklemeye ikna etmek… Sporun spor olmayı aşması gerekiyordu.

Carlin, güzel bir roman akıcılığıyla ve zihinde görüntüler canlandırarak anlatıyor bu hikayeyi.

Ne var ki, Madiba’nın o büyük direnişi kitapta biraz fazla gözden uzak tutulmuş. Elbette konusu gereği, Mandela’nın barış girişimlerine odaklanan bir çalışma bu. Yine de, çok zorlu barış çabalarının, ancak büyük bir savaştan sonra başarıya ulaşmış olduğunu biraz daha vurgulamak, kitabın daha derin bir gerçekliği anlatmasını sağlayabilirdi.

Savaşseverlere “kazanamayacaksınız” mesajını vermeden barış gerçekleşemiyor. Ne yazık ki!

Her şeye rağmen, kitabın sonlarına doğru, takım kaptanı Pienaar’ın “kırk üç milyon yurttaşın desteği ile kazanılan kupa”yı stadyumdaki tezahüratlar arasında kaldırması, zihninizde görkemli bir görüntü olarak canlanıyor.

Tıpkı, ondan bir yıl önceki o görüntü gibi: “Birlik Binaları adı verilen heybetli yapıda dört bin kişi toplandı. Davetliler arasında Hillary Clinton, Fidel Castro, Prens Philip, Yaser Arafat ve İsrail Cumhurbaşkanı Chaim Herzog…” Mandela’nın başkanlık görevine başlama töreni bu. Üyelerinin çoğunluğu hapis yatmış, zamanında yasaları çiğnemiş olan ve üçte biri kadınlardan oluşan yeni bir hükümetin kuruluşu.

 

zaferxkose@gmail.com

 

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl