Ana Sayfa Art-izan İyi bir komşunun suyu vardır.

İyi bir komşunun suyu vardır.

İyi bir komşunun suyu vardır.

Ve onlar bir gün göçüp gittiler. Dolaba buz olması için konulan su kaplarının azalmasından anladığım bir göçtü bu. Kadınların omuzlarındaki yükü hafifletmeyen bir göç.

Evi olmayanların komşuluk anlatısı yapmalarına giriş!

Komşularımızı çok fazla tanımıyordum, zira bize çok benziyorlardı…
Çocuktum, pêşmergeler gelmişlerdi.
Bir türlü bir bütün olamamışın bir parçasından gelmişlerdi kardeşlerimiz.
Komşumuz olamayacak ve mahallemize sığamayacak kadar çoktular. Bizden farklı elbiseler giyinmişlerdi ve biz o dönemlerde Saddam’ın kimyasal saldırısı olduğu takdirde sığınacağımız bodrum katlarının daha güvenli olduğunu haberlerden izlerken, onların geniş bir ovada evsiz ve barksız bir halde toplanmış olmalarına bir anlam veremeyecek durumdaydık. Saddam’la ilgili haberleri izlemek, Saddam’la ilgili insanların konuştuğunu duymak ilk dışişleri temaslarımızdı. Kötüydü ve daha kötüsü ondan tam olarak on iki kişinin daha doğrusu dublörün olduğu rivayetleri vardı. Gerçek olanı tespit etmek zor olduğu için ayrı ayrı on iki kişiden nefret etmek zorunda mı kalmışlardı o kovulmuş insanlar!?

Kardeşimizdiler ve başka kardeşlerimizle bazı meselelerimiz vardı.
Hiç komşumuz olmadıkları ve kendilerini mahallemizde hiç görmediğimiz halde oturduğumuz evlerin ve yaşadığımız şehirlerin bir karış toprağını bile bize vermeyeceklerini ısrarla söyledikleri yetmezmiş gibi meramlarını marşlarla, şarkılarla bize anlatmaya çalıştıkları bir zamandı. Sanatın toplum için olduğunu düşünüyorlardı herhalde, sonradan öğrendiğimiz bir dilden sade ve olabildiğince açık bir gidin mesajıydı verdikleri…
Burada da o dönemler aynı evlerde yaşayan kardeşlerin bitmek bilmeyen arazi davaları ve kavgaları vardı. Bu topraklar tam olarak kimindi sorusunu her sorduğunda değişen cevaplarla karşılaştığın bir zamandı. O dönemlerde tapu kadastro parsel sorgulama coğrafi bilgi sistemi henüz kurulmamıştı sanırım.

Mevsim yazdı. Kapı kapı dolaşıp el örgülü banyo liflerini bize satmaya başlamışlardı yeni gelen pêşmergeler. İnsan çocuk olunca sırf bunun için geldiklerini düşünür. Çok mu kirliydik? Kaldıkları çadırlarda banyo imkânının ne denli zor olduğunu düşününce, bizi bir nimetten mi haberdar etmek istiyorlardı acaba? Ve onların iyi duvar ustaları vardı, başkalarına evler yapan evsiz ustaları… Bir de kış hazırlığı için avlulara yığılmış odunları ücret karşılığında kırmak için elindeki baltayla sokaklarda dolaşan yaşlı pêşmergeler vardı. Neden özellikle yaşlı olanları bunu yapıyordu? Bir zamanlar omuzun taşıdığı tüfeğin baltayı taşıması nasıl bir şeydi onlar için?

Yazın kavurucu sıcağında en çok istedikleri buz oluyordu genelde. Bunu mahcubiyetle istedikleri her hallerinden belli oluyordu. Dolapların dondurucu kısmına buz olması için fazladan su kaplarının konulduğu bir yazdı. Bugün düşününce komşumuz olamayacak kadar çok olan o insanların, o buzları erimeden kaldıkları çadırlara nasıl ulaştırdıklarını merak ediyorum. Onlara verdiğimiz buz kalıplarının büyük bir önemi vardı, çünkü su sıkıntısı yaşadığımız ve bunun bir sıkıntı olduğunu düşünmeyecek kadar başka “sorunlarımızın” olduğu bir zamandı.

Ne var ki mahalledeki camimizin çeşmelerinden sürekli sular akıyordu. Ve mahalledeki kadınların toplu bir şekilde tükenmek bilmeyen bir enerjiyle su bidonlarını omuzlarında taşıdıkları, küçük çocuklarında bu kolektif işe yanlarında götürdükleri ve eve mutlaka bir katkısı dokunan küçük ibrikler taşıdıkları o görüntü, bir göç sahnesini andırıyordu adeta.

Yerleşik kardeşlerinin olduklarını düşünerek göç etmiş kardeşler ve suyolunda göçebeyi andıran yerleşik mahalle sakinleri. Caminin suyunun nereden geldiğini bir mucizeye bağlayacak kadar merak ederdik mahallenin çocuklarıyla… Tanrıyla ilk ilişkimiz onun her mahallede suyu olan evleriyle komşu olmamızla başladı belki de… Ve bu iyi bir komşuluktu.

Ve onlar bir gün göçüp gittiler. Dolaba buz olması için konulan su kaplarının azalmasından anladığım bir göçtü bu. Kadınların omuzlarındaki yükü hafifletmeyen bir göç.

Başka insanlar geldiler sonra. Gün batımı denilen (Rojava’dan). Şark oturup beklemenin yeridir diyen Ahmet Hamdi Tanpınar, bu kadar insanın oturacak bir yer bulamamasına ne derdi acaba? Kıştı o dönemler, en çok istedikleri şeyin battaniye olduğunu duymaya başladık. Dört mevsimin Vivaldi’ye mahsus bir şey olduğu bir hikâyenin içindeydik. Bu iki mevsimlik bir hikâyeydi. Ya çok sıcaktan bunalan insanların buz istedikleri, ya da soğuktan korunmak isteyenlerin battaniyeye ihtiyaç duydukları bir hikâye. Bu insanların çoğu şimdi geniş Mezopotamya ovasının arazilerini sulayan tarım işçiliği yapmaktalar. Ve su kuyularının yanında kurulmuş küçük evlerde yaşayan çocukları, mevsimine göre buğday başaklarıyla ya da mısır koçanlarıyla komşudurlar. Ve çocukların, buralara nasıl geldiklerini, niçin geldiklerini merak etmeleri durumunda insanların onları götürebileceği bir geçmiş yok, hatırlamak zorunda olmadığın sonsuza dek sürecekmiş gibi donup kalmış bir şimdinin içinde devam eden bir savaş var.

Su taşıyanların rolleri değişiyor, senaryo aynı kalsa da…

 

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl