Hepimizin malumu, “Trier yine ne yaptı acaba?” diye sorup “Trier yine yaptı yapacağını!” diye alkış tutan hatırı sayılır bir seyirci kitlesi mevcuttu. Olanlar oldu! Halk canavarı besledi, talep arzı doğurdu ve “Yine ne yapmış yahu!” dedirtmek isteyen, gündeme gelmek için film çeken, hedonist çizgisini hiç gizlemeyen bir yönetmenle karşı karşıya kaldık! Bizi, o yönetmenden, öncesinde olduğu gibi yine sadece beyaz perde ayırıyor! Dahası perdenin öte yüzünde insanı anlama çabasından uzaklaşmış, egosantrik bir yönetmen duruyor. Trier zevki sefaya öyle dalmış ki son filmi Jack’in Yaptığı Ev‘de sabırları zorlayan tutumun, taşınan gururun geçerli bir açıklaması yok! Geçerli bir açıklama yapılırdı ya söz konusu Trier olunca kafa patlatmaya gerek kalmıyor! Zira o, filmlerinde bunu bizzat yapıyor!

Çürümüş Avrupa, Çürük Bir Seri Katil ve Anlatıcı Namına Trier

Trier, Nymphomaniac (2013) ile zaten apayrı bir yola, sanat alıcısından, hatta sanat eserinden bağımsız bir kişisel doyum yoluna sapmıştı. Filmlerinde pornografik öğeler kullanıyor, saf şiddetin sözcülüğünü üstleniyordu fakat beterin beteri dediğimiz yakıştırma, hakkını her zaman saklı tutuyor! Jack’in Yaptığı Ev bardağı taşırıyor ve filmden ziyade “kaş yapayım derken göz çıkarma” hadisesine benziyor.

Trier son kurşunlarını atıyor. Niçin son kurşunları? Değinmeye çalışacağım. Esasen Trier şahtı da şahbaz olmuyor, kimseyi hayal kırıklığına uğratmıyor. Hemen her dönem ilgi toplamak için film yapmış bir yönetmenden söz ediyoruz. Sansasyonel işleri hedeflediği, bazen eylemlere kalkıştığı da bir gerçek ama insan bazen kendisini tüketir. Trier’in de tükendiğini, çürüdüğünü düşünüyorum. Peki, denemeleriyle dikkat çeken, hatta Dogma 95 gibi (reklam kokan) bir manifestoyu eylemvari bir biçimde duyuran Trier doğal sınırlarına nasıl vardı? Bana kalırsa bunun cevabı çok basit. Sinemasını kışkırtmak ve rahatsız etmek üzerine kurmuştu. Son dönemde kısır bir yaratı sürecine girerek kışkırtıcı vasfını yitirdi, geriye yalnız rahatsız etme güdüsü kaldı. Açıkçası Jack’in Yaptığı Ev’i, Trier’in verdiği rahatsızlık şeklinde okuyabiliriz.

Filmin kısır hikâyesini anmak ise epey kolay olacak. Jack (Matt Dillon), başka birçok ruhsal rahatsızlığının yanı sıra psikopatik kişilik bozukluğunun etkisinde kalan bir seri katildir. Cinayetlerini beş vakaya bölerek anlatır. Olayları anlattığı ve yer yer diyaloga girdiği kişi, cehennem yolculuğuna eşlik eden Bay Verge (Bruno Ganz)’dir. Karanlıkta geçen bu diyaloglar film boyunca akmayı sürdürür, nihayet Verge’yi Jack’in buzhanesinde, daha önce kapısını hiç açamadığı bir bölmede otururken görürüz. Jack buraya katlettiği insanların bedeninden bir ev inşa eder. Polis kapıya dayandığında, Verge ile birlikte yer altı yolculuğuna çıkarlar. Dürüst olmak gerekirse bu hikâye edebi anlamda son derece sığ ve sinematografik açıdan da zenginlik vaat etmiyor. Trier filme sanat, bilim, insanlık tarihi tartışmaları katsa bile bu tartışmaların pek kıymeti kalmıyor. Çünkü çarpıcı olma takıntısı, söz söyleme kaygısını gölgede bırakıyor ve sözler yönetmenin bilinçli tercihi sonucu değersizleşiyor yahut tam tersi, seyircide o sözlere değer biçme enerjisi açığa çıkmıyor, bir yorgunluk beliriyor. Yoksa filmde anlam aramak için yönetmenin Epidemic (Salgın, 1987) filminde yazdığı kodlara dönerek Avrupa kültürünün yıkıma mahkumiyeti yargısını yinelediğini kavrayabilir ve “bir salgın’ın virüsünü yeniden yayıp geçmek” isteyen Trier’i harcamadan evvel son bir defa dinleyebiliriz. Dinlemesine dinleriz ama Trier, egosunu, kurban seçtiği sinema seyircisi üzerinde kırbaç gibi şaklatırken boşa kürek çekmiş, kürek mahkumuna dönmüş olmaz mıyız?

Üstelik attığımız taşın kurbağayı ürkütmeme ihtimali yüksek… Çürümüş Avrupa cazibesini yitirmiş bir söylem… Çürümüş insanlık da öyle… Post modern anlayış, eleştiri konusu çürümenin kalıplarını dökerken bu anlayışı külliyen reddetmeyen sanatçılar da çürümeden yakındılar. Dahası güncelin sıkıntısını, köksüzlük dayatmasını görmezden gelerek şikayetlerinin odağına tüm bir Avrupa medeniyetini, tüm bir insanlığı yerleştirdiler. Trier bugün de Avrupa’yı yeniden keşfetmiyor ve güncelin vahim sıkıntılarına dikkat çekmek yerine insanlığı karşısına alıp satır aralarında seri katili aklama çabasına girişiyor. Avrupa’nın çürüdüğünü ve o seri katilin bir çürüme ortamında yaşam şansı bulduğunu yadsıyamayız fakat bize bunu bildirecek kişi Trier değil! Başka bir deyişle; çürümenin anlatıcısı namına Trier, makbul ve büsbütün tarafsız bir yönetmen değil!

Yapının Ruhu Tartışmaları, Kibir ve Cehennem Ateşi

Her şeye rağmen Trier’i yabana atmak güç. Tavrına bu denli acımasız yaklaştıktan sonra filmine yönelik birkaç şey söylemek de gerekiyor. Jack’in Yaptığı Ev, mimar- mühendis ayrımı ekseninde sanatın malzemesi ve kurucu öğesi tartışmasını yürütüyor.

Seri katilimiz Jack oldukça yavan ve yaban bir çocukluk geçirmiş. O çağına dair anımsadığı en belirgin görüntü, çim biçen köylülerin orakla bütünleşerek sergiledikleri neredeyse mekanik bir hareket ve hareketin nefes alıp verilmesiyle bir canlılık kazanması… İşte bu anlar Jack’in hafızasında yer ediyor, bir ihtimal, çimlerin biçilmesinden kendine vazifeler çıkarıyor daha o yaşta. Zira Jack haşarı diye tanımlayabileceğimiz bir çocuk değil, haşarıdan ziyade uyumsuz bir karakter… Sanırım şu örnekle ayrımı vurgulayabilirim: Gölde yüzen kuşu yakalayıp ayağını kesiyor. Sonrasında yeniden göle bırakarak bir tür doyum yaşıyor. Diğer yandan ise bir mimar-mühendis çatışması başlatıyor. Jack’in Verge ile diyaloglarında malzemenin ruhunu tartışmaya açması, doğanın/doğalın esinini, kaynakları ve o kaynakların kullanımı sorununu da hatırlatıyor. İlk gençliğinde mimar olmak isteyen Jack annesinin yönlendirmesi sonucu mühendis oluyor ve gönülsüz sürdürdüğü bir meslekte yitmiş yılların acısını çıkarırcasına, kendine miras kalan araziye, planlarını bizzat çizdiği, maketlerini hazırladığı bir ev tasarlıyor. Film, adını da bu fikirden alırken, ilk çalışmalarını malzemeyle bir türlü uyuşamadığı için yıkan Jack insan malzemesine yöneliyor. Bir ev yapmak gayesiyle yola çıkıp yıkma dürtüsünün esiri oluyor ve malzemesini de yıkımın zevki doğrultusunda kullanıyor. Şu yorum yapılabilir: evin malzemesi -ahşap, tuğla vb- her ne kadar insan elinden geçseler de doğaya karşılık geliyor. Jack saf doğanın, görece işlenmemiş malzemenin yardımını geri çevirip inşayı reddederken mimarlık hevesinden doğan sanat yapma ihtiyacını da insanları deneğe çevirerek icra etme sevdasına kapılıyor. Sanatçının doğadan kaçıp insana yönelimi belki buradaki önermelerden biri sayılabilir. Jack’in doğanın hükmüne hayranlığı, çürümenin, çözünmenin ve ölümün bilimsel üstünlüğüne şairane bir anlam biçmesi, filmin başından beri inkâr ettiği sapkın romantizmine uygun düşüyor.

Yıkıcı Tutku Yaratıcı Dürtüdür

Toparlarsak; Trier sineması niçin son kurşunlarını atıyor? Trier’in elinde kullanabileceği bir yenilik kalmamış. Klasik anlatıyı zedelemek maksadıyla konulmuş Dogma yasalarından, tebeşirle mahalle çizmeye, engeller yaratmaya kadar birçok yol denedi Trier. Jack’in Yaptığı Ev’e benzeyen bir biçimde Trier’in yaptığı sinemayı, önüne koyduğu engelleri, tamamlamadan yıkma pratiğini izledik. Trier son filmindeyse tumturaklı diyaloglarını tam anlamıyla film örgüsünün dışına çıkardı ve anlatının ana yolunu bir şiddet barikatı kurarak kapattı. Diyalogların önemli ölçüde dış sese kaydırılıp filmin akışından çıkarılması, şiddet sahnelerinden uzaklaştırılması bana kalırsa bir cesaret kaybının işaretidir. Böylece Trier’in son filmi cesur görünse dahi bir kaçak dövüşten ileri gidemiyor. Yönetmen görüşlerini dinletebilmek adına filmi ikiye bölüyor ve bunu yaparken anlatıyı güçlendirmeyip aksine sabote ediyor. Cehenneme götüren günahlar ve cehenneme yolculuk filmde iki ayrı anlatıya yol açıyor. Bu bakımdan Jack’in Yaptığı Ev -ne anlattığından bağımsız- duru bir anlatı sunmuyor. Filmde, yani filmde kurgulanan gerçek dünyada bağnaz bir karakter izliyoruz. Çatışma kültüründen yoksun, müzakereye hiç yanaşmayan bir karakter Jack. Bağnaz ve zeki, süper katil Jack’in karşısına hep zayıf kadınlar çıkıyor. Elbette Trier kadınlara bir de akılsızlık atfediyor. Jack’le hesaplaşan karakter Verge’nin cehennem yolcuğunda yüzünü göstermesi Trier’in düşüncelerini, filmin yapısına paylaştırmadığını gösteriyor.

Trier’in saplantılı evreninde suç ortak bir zeminde konuşulamıyor. Suçlunun eylemlerini izleyip, sorgulayanın düşüncelerini dinliyoruz. Suçlu ve onu sorgulayan kişi çürümüş bir dünya yerine ilahi adalet koşullarında, cehennemde buluşabiliyorlar. Ancak Trier film çektiğine göre hâlâ seyirciyle muhatap oluyor, dolayısıyla fantezilerinin evreninden bir parça ayrılması gerekiyor.

Son olarak Rus düşünür Mihail Bakunin yıkıcı tutku yaratıcı dürtüdür derken Jack’in yapamadığı ve yıkamadığı evleri mi kastediyordu? Bilmek güç! Bildiğimiz ise şu: Jack’in Yaptığı Ev’de, moloz geri dönüşüyor, ahşap geri dönüşüyor, insan geri dönüşüyor ancak Trier bir anarşiste dönüşmüyor ve yıkıcı tutkusunu yaratıcı dürtüye dönüştüremiyor.