Rönesansla birlikte yüze yapılan vurgu arttı. Yüz bedenin diğer kısımlarına oranla ayrıcalıklı bir konum kazanmaya başladı. XVI. yüzyılda yüz ile insanın karakteri, iç dünyası arasında bağlantı kuran yaklaşımlar ortaya çıktı. Bu yüzyılın sonlarına doğru Giovanni Battista Della Porta fizyonomi alanında önemli bir çalışma yayınlayacak, insanların yüz özelliklerinin onlardaki belli davranış biçimlerine karşılık geldiğini ileri sürecekti. XVIII. yüzyılda Jean-Gaspard Lavater yüzün karakteri yansıttığını öne sürecek ve bu görüş romancıların anlatılarını, romanlardaki karakterlerin biçimlendirilmesini etkileyecekti.

Yüz her ne kadar insanın içini yansıtan bir dış yüzey olarak yorumlansa da pasif bir “dış cepheden” ibaret değildi. Jean-Jacques Courtine ve Claudine Haroche’un söyledikleri gibi batıda XVII. yüzyılda yüze çeki düzen vermek, onun spontane ifadelerini kontrol altına almak yönünde bir gelişme olacaktı. Aristokrasi içinde gelişen görgü kuralları sadece bedenin hareketlerini, davranışları kurallara bağlamaya değil aynı zamanda yüzün ifadelerini de biçimlendirmeye yönelikti. Duyguların kendiliğinden bir biçimde, doğrudan yüzde ifade bulması artık makbul değildi, önemli olan kontrollü bir yüz oluşturmaktı. Ortaçağa özgü grotesk bedenin “aşırılıklarını” kontrol altına almaya yönelen yeni medenileşme sürecinde yüzün ifadesel spontane “aşırılıkları” da kontrol altına alınmaya çalışılacak, bedenin yanı sıra yüz de “sessizleştirilecekti”. Böylece “doğal, organik” yüzden kontrollü sosyal yüzün kurulmasına yönelik bir süreç başlayacaktı. Artık dışın içeriyi anında yansıtmasından, ona uymasından ziyade içerinin akla dayalı dışın direktiflerine tabi olması önem kazanmaya başlamış, yüz biyolojik bir veri olarak değil sosyal olarak kurulan, biçimlendirilen bir yüzey olarak ele alınmaya başlamıştı. XVIII. ve XIX. yüzyıllarda yüz araçsal aklın denetimi altına girecek ve “kamusal yüz” şekillenmeye başlayacaktı. Uygarlık sürecinin taşıyıcısı olduğu varsayılan orta sınıfın yüzüydü bu, ve bu kurmaca yüz kadınların, siyahların, “vahşilerin”, yoksulların, köylülerin, doğal, spontane, “eğitilmemiş”, “hayvani”, “ilkel” yüzüne karşı savaş açacak, onların yüzünü “ötekinin yüzü” olarak kuracak, sınıflandıracaktı.

Johann Caspar Lavater (Swiss, Zurich 1741–1801 Zurich)
Essay on Physiognomy (Essai sur la Physiognomie Destiné à Faire Connoître l’Homme & à le faire Aimer, par Jean Gaspard Lavater, Citoyen de Zurich et Ministre du St. Evangile), ?1781–1803
Dutch,
Etching and engraving; 13 11/16 x 11 in. (34.8 x 28 cm)
The Metropolitan Museum of Art, New York, The Elisha Whittelsey Collection, The Elisha Whittelsey Fund, 1968 (68.526.18(1-4))
http://www.metmuseum.org/Collections/search-the-collections/396124

Batıda XVII. yüzyılda kontrollü bir yüz edinme çabası “yüz diplomasisine” önem veren küçük bir azınlıkla, aristokrasiyle sınırlıydı. Yüzün temsili de bu kesime ilişkin bir ayrıcalıktı. Soylular ressamlara halkın ödeyemeyeceği miktarlarda paralar ödeyerek yağlıboya portrelerini yaptırıyorlardı. XVIII. yüzyıldan itibaren burjuvazi de ressamlara portrelerini yaptırmaya başlayacaktı. Portre pahalı bir şey olduğu için bir toplumsal statü göstergesiydi. XVIII. yüzyıldaki portrelerde kişinin karakterinin temsili önem kazanmaktaydı. Bireycilik çağında yüzün şahsiliği daha çok vurgulanmaktaydı. XIX. yüzyılın ikinci yarısındaki gelişmeler yüze ilişkin önemli değişiklikleri beraberinde getirdi. Fotoğrafın ucuzlaması ve kitlesel ölçekte yaygınlaşmasıyla birlikte yüzün temsili, portre soylu ve zengin sınıflara ilişkin bir ayrıcalık olmaktan çıktı. Sanayi kapitalizminin, seri üretimin hızla geliştiği, değişim değerine sahip metaların kitlesel dolaşıma girdiği bir dönemde bireysel portre fotoğraflar da dolaşıma girerek yüzün görsel ekonomisi içinde yerini aldı. Kullanım değerinin “aleyhine” olarak metaların değişim değerini öne çıkaran, metaları soyut emek içeren birimler olarak kuran, eşyanın biricikliği yerine seri olarak üretilen “kopya metaları” geçiren kapitalizm yüzü de piyasanın “düzleyici eşitliği” temelinde kurmaya yöneldi. “Sosyal, kamusal bir piyasa” tam anlamıyla nasıl ancak XIX. yüzyılın ikinci yarısında kurulduysa sosyal, kamusal yüz de bu dönemde kuruldu! XIX. yüzyılın ikinci yarısında artık önemli olan yüzlerin biricikliği, şahsiliği, öznel karakteri değildi! Kurulmaya çalışılan yeni yüz kamusal, standart yüzdü; toplumsal kontrol sisteminin bir parçası haline getirilen, sınıflandırılan yüzdü; bu yüz “normal”, batılı, beyaz, heteroseksüel, orta sınıf erkeğinin yüzüydü.

Yüz tarihte her dönemde evrensel bir olgu değildi. İlksel insanlar bir yüze sahip değildi! Bedenlerinin her tarafını yüzleri olarak görüyorlardı. Modernlik ise yüzü bedenin diğer kısımlarının aleyhine olarak öne çıkarıyor, yüzü aklın en çok kontrol altına alabileceği yüce bir yüzey olarak kurmak istiyordu. XIX. yüzyılın ikinci yarısında yüzün toplumsal kuruluşu bedenin, hatta yer yer hayvanlıkla, ilkellikle ilişkilendirilen başın aleyhine olarak gerçekleşmekteydi. Yüz bedenin doğal bir parçası olmaktan çıkıp “özerklik kazanmış”, beden artık daha ziyade yüz aracılığıyla “okunur” hale gelmişti. Deleuze ve Guattari yüzün makine gibi işleyen bir sistemi temsil ettiğini öne süreceklerdi. Yüzler artık bireysel değildi, yüzsellik sistemi içinde yüz gösterge olarak çok büyük ölçüde kodlanmıştı ve bu şekilde farklı ifadelerini kontrol altına alıp bir örnek hale getiren, üniter bir nitelik kazanmıştı. Böylece yüzün bireysel ifadeleri egemen anlamlandırmalar tarafından kapana kıstırılıyordu. Yüz anlamlandırma ve özneleştirme sistemlerinin bir sonucu olarak oluşmaktaydı. Yüzsellik, yüzselliğin tabakalandırılmış örgütlenişi baskıcı bir aygıtın, devletin anlamlandırma sistemi içinde işlev görmekteydi. Özneleştirme yüzsellik aracılığıyla gerçekleşiyor, yüzün üzerine iktidarın bireyleri özneler haline getiren kodları yazılıyordu. Böylece farklı tekillikler çokluğundan aynının kurulmasına doğru yönelen süreçte birleşmiş, moler birimler kurulmaktaydı. Yüz nesnel sistematikleştirmelere tabi hale gelmekteydi. Deleuze ve Guattari bu şekilde kurulmuş olan yüzün bozulmasını, tahrip edilmesini, “yüzsüzleşmeyi” savunuyorlardı.

XIX. yüzyılın ikinci yarısında gündelik yaşamın canlılığıyla iç içe geçmiş, onun izlerini taşıyan yer nasıl nötr, yaşamın sıcaklığından kopmuş, soyut, matematiksel kavramlarla ifade edilen bir mekana dönüştürüldüyse- bir anlamda- yer olarak tanımlanabilecek yüz de mekana benzer nötr bir yüzeye dönüştürülmek istendi. Özel hayatın ve kamusal hayatın birbirinden ayrılmasıyla birlikte özel hayattaki “kullanım değerine sahip yüzle” kamusal alandaki “değişim değerine sahip yüz” de birbirinden ayrıldı! Gündelik, doğal, spontane, kendiliğinden duygular, coşkular özel hayat içindeki yüzde ifade bulurken kamusal yüz nötr, ifadesiz, duygularını, heyecanlarını, coşkularını, acılarını bastıran bir yüz olarak belirmekteydi. Kamusal yüz özel hayatla iç içe geçmiş yerden kopup nötr, ciddi kamusal mekana, kültürün alanına geçmiş erkeğin yüzüyken özel alandaki yüz yerle, duygularla, gündelik olanla, kendiliğindenlikle, doğayla özdeşleştirilen kadının yüzüydü!

Normal/anormal karşıtlığını inşa eden modernlik sadece kadının yüzünü değil, “ilkelin”, “sapkının”, “suçlunun”, “delinin” yüzünü de norm dışı bir yüz olarak, ötekinin yüzü olarak kurmaktaydı. Yüzselleştirme, mekanı kuran egemenin standartlaştırıcı, sınıflandırıcı sisteminin bir parçasıydı ve sömürgecilikle de yakından ilişkiliydi. Batı modernliğinin haritacılığı nasıl ötekinin topraklarını, sömürge topraklarını batılı mekansal koordinatlar çerçevesinde biçimlendiriyorsa modern yüzsellik de ötekinin yüzünü benzer normlar çerçevesinde yeniden haritalandırmak istiyordu. Modernliğin ağaç biçimli “bahçe tanzimi modeli” yüzü de hiyerarşik, düzenli bir biçimde kurmak istiyordu. Bu birleşmiş, bir bütün haline gelmiş öznenin yüzüydü. Arazi nasıl haritacılık vasıtasıyla “okunabilir” hale getiriliyorsa yüz de okunabilir hale getirilmek istenmekteydi. Böylece batılı, orta sınıftan, heteroseksüel, beyaz , “normal” erkeğin yüzü model olarak kabul edilecek, dünyadaki tüm yüzler “standart yüz normlarına” olan yakınlıklarına ve uzaklıklarına göre hiyerarşik bir düzen içinde sınıflandırılacaktı.

Ötekinin yüzü faklı biçimler altında kurulmaktaydı: bazen sömürgede fotoğrafı çekilen yerlinin “dilsiz”, konuşma yetisinden yoksun görünen, “vahşi” yüzüydü bu; Bazen akıl hastanesindeki delinin “hayvani” yüzüydü; 1871’de Paris Komünü sırasında askerlerce öldürülen ve fotoğrafları çekilen kadın komünarların kamuoyuna “histerik, fanatik, hayvani, dejenere” vb. sıfatlar altında sunulan yüzüydü; heyecanlarını, duygularını kontrol edemeyip yüzüne yansıtan , “bir türlü medeni bir yüz ifadesi edinemeyen” yoksulun, köylünün yüzüydü”; “efemine bir görünüşe sahip” eşcinselin yüzüydü. Patricia MacCormack’ın “Faciality” adlı yazısında belirttiği gibi yüzsel sistem ötekine egemen kültürün dışında var olma imkanı tanımıyordu. Yüzselleştirme bir asimilasyon politikasıydı. Öteki yüzselleştirildiğinde sadece egemen sistemin içinde görünürlük kazanıyordu. Bunun karşısında, Erin Manning’in dikkat çektiği gibi, muhalif yüzsüzleştirme, yüzün politikleştirilmesi, emperyal peysajın ortadan kaldırılması anlamına gelmekteydi.

XIX. yüzyılın ikinci yarısı yüzün fotoğrafik temsilinin, portre fotoğrafın yaygınlaştığı bir dönem oldu. Burjuvazi fotoğraflı kartvizitler kullanmaya başladı. Andreas Broeckmann’ın “A Visual Economy of Individuals” adlı çalışmasında belirttiği gibi bireyle fotoğrafı arasında bir aynılık ilişkisi kurulmaktaydı. Dönemin pozitivist söylemi içinde fotoğraf gerçekliği görsel olarak değerlendirmek, saptamak için mekanik bir araç sağlamakta, objektiflik arzusuna hizmet etmekteydi. Fotoğrafik tertibat, özneleştirme yoluyla toplumsal iktidarın yapılandırılmasına hizmet etmekteydi. Portre fotoğraflarda bir standartlaşma yaratılması söz konusuydu. Benzer yüzler tek bir kategori altında toplanıyor, aynılaştırılıyordu. Böylece benzerleştirme sürecinde yüzün biricikliği önemini kaybediyor, yüz bir farklılıklar sistemi içinde bir kategori içine sokuluyor ve böylece modern kimlikler kuruluyordu. Bir kez “normal yüz” kurulduktan sonra bu standart yüzden “sapan” yüzler çeşitli ötekilik kategorileri altında sınıflandırılıyordu. Özneleştirmenin amacı toplumsal sapmaların-sapkınlıkların tanımlanabilir, yönetilebilir hale getirilmesi, bireylerin normalleştirilmiş toplumsal düzen içine yeniden yerleştirilmesiydi.

Ötekinin yüzünü ırksal bir temelde kategorize eden yazarlardan biri Francis Galton idi. Sağlıklı bir ırk yaratmayı kafasına koymuş olan Galton “kriminel sınıfları” sağlıklı ırkı tehdit eden kötü biyolojik materyel olarak görüyordu. Askerler ise tersine biyolojik üstünlüğün örnekleri olarak sunulmaktaydı. Öjenist görüşlere sahip olan Galton kalıtımsal kanunları görsel olarak ortaya koymak için kompozit fotoğraf olarak adlandırılan bir yöntem bulmuştu. Çok sayıda bireyin yüzlerinin fotoğrafları üst üste bindirilmekteydi. Sonuçta ortaya çıkan yüz hayali bir figürün biraz flu yüzüydü, tek bir bireyin değil bir tipin yüzüydü. Böylece ırksal tipleri temsil eden portreler oluşturulmaktaydı. “Fizyonomik anormalliklerin” kurulmasının başka bir alanı suçluluk idi. Cesare Lombroso yüzlerde “suçluluğun doğal işaretlerini” aramaktaydı. Bu özellikler arasında geniş çene kemiği, asimetrik gözler, büyük kulaklar, yüzsel asimetri, ince dudaklar vb. bulunmaktaydı. Hırsızların gözleri küçük, kaşları çatıktı, ahlaksızlar sürekli parlayan gözlere, iri dudaklara sahipti, katiller sabit ve soğuk bakışlıydı! Portre fotoğrafın kurduğu bir diğer “sapkın yüz” delinin yüzüydü. Charcot’nun yönetimindeki Salpêtrière nöroloji kliniğinde kurulan fotoğraf atölyesi kadın histeriklerin yüzünü “hilkat garibesi” olarak sunmaktaydı. Modernliğin etnografisi de batı sömürgeciliğinin medenileştirmek istediği Afrikalı ”vahşinin, ilkelin” yüzünü görünür kılmakta gecikmeyecek, batılı fotoğrafçı onları “ötekilik numuneleri” olarak batılı orta sınıfların bakışına sunacaktı. David Le Breton’a göre ırkçılık ötekinin yüzünün yadsınmasına, bu yüzün hayvanileştirilmesine, aşağı bir konuma yerleştirilmesine, bir surata indirgenmesine dayanıyordu.

Modernliğin disiplin toplumunun yüze ilişkin belki de en önemli girişimlerinden biri polis fotoğrafçılığı idi. 1882’de polis yöneticisi Alphonse Bertillon Paris emniyet müdürlüğünde kimlik tespitiyle ilişkili olarak bir fotoğraf stüdyosu kuracaktı. Bu stüdyoda suçluların yüzünün önden ve profilden fotoğrafları çekiliyordu. Profilden çekilen fotoğrafa önden çekilene oranla daha çok önem verilmekteydi çünkü profilin yüzün soyut, değişmez özelliklerini, alnı, burnu ve kulağı temsil ettiği düşünülmekteydi. Önden çekilen fotoğraflardaki yüz ise değişen duygulara bağlı olarak şekillenebildiği gerekçesiyle güvenilir bulunmuyordu. Bu nedenle profesyonel polis uzmanları eşkal tespitinde profilden çekilmiş fotoğrafları kullanmayı tercih etmekteydi. Profildeki yüz kamusal soyut yüzün kriterlerince kurulmuş yüzdü! Bertillon önemli bir buluş gerçekleştirmiş, yüzün akılda kalacak bazı özelliklerini saptamıştı! Böylece bu özellikleri akıllarına yerleştiren devriye gezen polis görevlileri kaçak suçluları kolayca teşhis edebilecekti. Bu sistem içinde yer alan polisler belleksel faaliyetleri itibariyle polis aygıtına bağlanmış oluyor, yüze ilişkin işaret sistemini içselleştirerek kimlik saptama aygıtının bir uzantısı haline geliyorlardı. Bertillon hafızaya sıkıca yapışan, akıldan kolay kolay çıkmayan semiyotik bir sistem kurmuştu ve polis görevlisinin fotoğrafı bu sisteme göre okuması, bir yüzün şifresini çözebilmesi, onu sözle ifade edebilmesi, görsel olarak eğitimli olması esastı. Böylece yüzsel kimlik semiyotik ve yönetimsel operasyonların hesaplanmış sonucu olarak ortaya çıkıyordu.

 

DEĞİNİLEN KİTAPLAR:

David Le Breton, Des Visages, Métailié, 2003, 327 s.

Jean-Jacques Courtine, Claudine Haroche, Histoire du Visage, Payot, 1994, 286 s.

Gilles Deleuze, Félix Guattari, Capitalisme et Schizophrénie, Cilt 2: Mille Plateaux, Editions de Minuit, 1980, 645 s.

Erin Manning, Ephemeral Territories: Representing Nation, Home, and Identity in Canada,
University of Minnesota Press, 2003, 224 s.